Yeni yıla girilmesiyle birlikte üniversitelerden yemek zamlarına ilişkin birbiri peşi sıra haberler gelmeye başladı. Yemekhane fiyatlarına dönem başında yüzde 30 zam yapan İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, yemekhanelerin artık sabah kahvaltısı vermeyeceğini ve öğrencilerin ancak bir öğün indirimli yemek yiyebileceğini açıkladı. Bu düzenlemeyle birlikte üniversitede 3,5 lira olan yemek ücreti, ikinci öğün için 18,5 liraya fırladı. Rektörlük böyle bir “güncelleme” yapmasının nedenini de “bütçeden tasarruf” olarak açıkladı. Peşi sıra Yıldız Teknik Üniversitesi ve Gebze Teknik Üniversitesinden de zam haberleri geldi. Gebze Teknik Üniversitesinde yemekler 3 liradan 3,75 liraya yükseltilirken, Yıldız Teknik Üniversitesinde öğrenci yemeği 2 liradan 2,25 liraya, kartsız yemek ücreti ise 8 liradan 11 liraya yükseldi.
Yapılan zam ve düzenlemelerin final sınavlarının yapıldığı ve dolayısıyla güz eğitim döneminin bittiği bir sürece denk getirilmesi kuşkusuz tesadüf değildir. Geçtiğimiz yıl İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere kimi üniversitelerin bölünme süreci de aynı şekilde eğitim döneminin bittiği bir süreçte oldubittiye getirilmek istenmişti. Böylece akademisyenlerin ve öğrencilerin tepki göstermesi daha en başından zorlaştırılmaya, engellenmeye çalışılmıştı. Fakat o süreçte olduğu gibi yemekhane düzenlemesi akabinde de İstanbul Üniversitesi öğrencileri son zamanların nispeten canlı eylemlerinden birini gerçekleştirdi.
Artan hayat pahalılığı ile boğuştuklarını ifade eden öğrenciler, yaptıkları eylemlerle, yemekhane hizmetlerinden ücretsiz yararlanmaları gerektiği halde müşteri olarak görülmelerini kabul etmediklerini ortaya koydular. Aynı şekilde “bütçe tasarrufu” gerekçesiyle üniversitenin yemekhane ve sosyal tesislerinde çalışan 40 işçinin işten çıkarılmasını da protesto ettiler. Forumlar örgütlediler, yürüyüşler yaptılar. 2 Ocak günü rektörlüğe dilekçe vermek üzere toplandıkları üniversitenin ana kapısı önünden ise içeri, yani kendi okullarına alınmadılar. Gerekçe ne miydi? “Müşteri Değil Öğrenciyiz”, “Dilekçe Hakkı Engellenemez!” şeklinde “sakıncalı slogan” atmalarıydı! Kuşkusuz rejimin sakıncalı bulduğu esas mesele sloganların içeriğinden öte, haklı bir tepkinin örgütsüz öğrencileri de içine alacak şekilde yükselmiş olmasıdır. Nitekim bunun gereği de gecikmeden yapıldı! Rejimin Reisinin “Hollanda ve Fransa’da polisler nasıl davranıyor gördük. Bizde olsa dünya ayağa kalkar” laflarının üzerinden çok geçmeden, Beyazıt’ta nitelikli ve ucuz yemek isteyen gençlere polis kalkanları ve coplarıyla azgın bir saldırı gerçekleşti.
Gerek bu saldırı anının sosyal medyada hızla yayılması ve üniversite dışından da pek çok tepkiyi beraberinde getirmesi, gerekse de bir dizi başka etmen sonucu Rektörlük düzenlemeyi iptal ettiğini açıklamak zorunda kaldı. İstanbul Valiliği de bir açıklama yaparak öğrencilere saldıran polislerden birinin görevden uzaklaştırıldığını duyurdu. Kamuoyu tepkisinin oluşmasında en önemli etmenlerden biri ise genç bir kadının, İstanbul Üniversitesi öğrencisi Sibel Ünli’nin intiharı oldu.
Yedi çocuklu, yoksul bir ailenin dördüncü çocuğuydu Sibel Ünli… İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü 3. sınıf öğrencisiydi. Sibel kendisini Samatya sahilinden denize bırakarak yaşamına son verdi. Ölümünün ardından sıra arkadaşları onun elinden kitap düşürmeyen, duyarlı ve muhalif bir öğrenci olduğunu söylediler. Dış görünüşüyle ilgili sosyal medyadan alaycı mesajlara maruz kaldığını, daha öncesinde de bu sebeple ve ekonomik durumu nedeniyle “majör depresyon” tedavisi gördüğünü aktardılar. Arkadaşlarının anlatımlarının dışında Sibel de sadece kendisinin değil milyonların içinde bulunduğu sosyoekonomik durumu adeta çığlık çığlığa anlatmış sosyal medya mesajlarında… Mesela son paylaşımlarından biri “Gidecek yerim yok, yaşanmaya değer bir hayatım da” olmuş. Geleceksizliği ve çıkışsızlığı derinlemesine hisseden milyonlarca gençten biri olan Sibel, yeni yılla ilgili mesajında ise mumlarla çevrili bir görüntünün ortasına, “Yeni yıl dilek çemberimiz… İş bulmak” yazmış. Bir başka mesajında da “Yemekhane kartımda para kalmamış, sadece bir liram var” demiş, sonra da düzeltmiş; “bir lira kırk kuruşmuş”…
Son dönemde ekonomik kriz-yoksulluk bağlantılı artan intiharların ardından olduğu gibi Sibel Ünli’nin canına kıymasının ardından da rejimin medyası o uğursuz ve sinsi demagojisini yaymaya devam etti; “psikolojikmiş!” Gencecik bir kadın öğrenci karnını doyuracak parası olmadığı ve iş bulamadığı için, hakarete uğradığı için ve dahası yaşamaya değer bir hayatı olmadığını düşündüğü için intihar ediyor ve sırça köşklerin efendileri “psikolojikmiş” deyip işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar. Kapitalist sömürü sistemi çeşitli yollarla depresyonu yaratıyor, sonra da muktedirler çıkıp “psikolojikmiş” diyerek durumu kişiselleştiriyor, sorumluluğu intihar eden kişiye yüklüyor. Meselenin en adice tarafı da işte budur.
“Depresyon Çağı Değil, Kapitalizm!”
Alabildiğine akıldışı ve insan doğasına aykırı bir toplumsal sistemde, dibine kadar çelişkilerle dolu bir sistem olan kapitalizmde yaşayıp da bıraktık tek tek insanları, toplumun akıl sağlığının bozulmaması mümkün müdür? Elbette bu mümkün olamaz, olmuyor!
Sömürü, güvensizlik, yalnızlık, yabancılaşma, değersizleşme, gelecek kaygısı, eşitsizlik, sefalet, işsizlik, yoksulluk, açlık, savaşlar… Günümüz dünyasının gerçeğidir tüm bu çetrefilli sorunlar. “Çekilmez koşullarda yaşayan, bunca soruna tanık olan ve toplumsal çelişkileri iliklerine kadar hisseden emekçilerin «biz ne için yaşıyoruz?» diyerek çeşitli yönlerden bir sorgulama içine girmemesi mümkün mü? Bunca vahşetin, bunca acının, gözyaşının olduğu bir dünyada, örgütlü mücadeleye katılmayan, onun aşısını almayan emekçiler, kaçınılmaz olarak bir çıkmaza giriyor ve ruh sağlığını yitiriyorlar.”[1]
Ekonomik kriz kendini giderek daha fazla hissettirdikçe gençliğin karşısına çıkan sorunlar da katlanarak artıyor. Psikolojik sorunların ve intiharların bu denli artmasında kilit rol oynayan faktörlerin başında işsizlik geliyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından genç işsizliğe ilişkin açıklanan verilere göre, genç işsiz sayısında Cumhuriyet tarihinin rekoru kırılmış durumda. Resmi verilere göre her üç gençten biri işsiz! Bir başka çarpıcı veri ise ne çalışan ne de eğitim gören gençlerin sayısına ilişkin. Türkiye’de 15-29 yaş grubunda ne çalışan ne de eğitim gören gençlerin sayısı 5 milyon 180 bine ulaştı. Bu devasa kitle, dünya genelindeki birçok ülkenin toplam nüfusundan bile fazladır!
Şöyle bir düşünelim, bu sene içinde yüz binlerce üniversite öğrencisi mezun olacak ve bunların pek azı hemen iş bulabilecek. İş bulabilenlerin büyük bir kısmı mesleğini yapamayacak ve bulduğu herhangi bir işte, güvencesiz olarak çalışmaya başlayacak. On binlerce üniversite mezunu ise hâlihazırda bir milyon civarında olan diplomalı işsizler kervanına katılacak! Bu gerçekliği gün geçtikte daha fazla gören, hisseden gençler gelecek kaygısı yaşıyorlar. Nasıl yaşamasınlar? Hayallerinin gerçekleşmediğini, kendilerini koca bir hiçliğin beklediğini fark ediyorlar. Hazırlıklı olmadıkları ve nedenini bilemedikleri bu durum karşısında ise depresyona giriyorlar.
Türkiye’de üniversite mezunu olmak ayrı dert, okumak ise bambaşka dert! Daha iyi bir iş sahibi olmak düşüncesiyle üniversiteye giden gençlerin önemli bir bölümü eğitim hayatlarına devam edebilmek için düşük ücretler karşılığında çalışmak zorunda kalıyor. Bu şekilde belki temel giderlerini karşılayabiliyorlar fakat bunun karşılığında sosyal yaşamlarından ve hatta zamanla eğitimlerine devam edebilme imkânlarından feragat etmek zorunda kalıyorlar. MEB’in verilerine göre Türkiye’de son beş yılda 1 milyon 115 bin üniversite öğrencisi, başta ekonomik gerekçeler olmak üzere çeşitli gerekçelerle okulu bıraktı. Üniversiteyi terk etme oranı ekonomik krizin şiddetlendiği son yıllarda iyice ivme kazandı ve sadece 2017-2018 yılında yaklaşık yarım milyonu buldu![2]
Bir başka sorun ise öğrenim kredisi borçları… Burslar ancak belli koşulları sağlayan oldukça sınırlı sayıda öğrenciye çıktığı için üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğu, yaklaşık 1,5 milyon öğrenci, KYK’den geri ödemeli kredi alıyor. Okuldan mezun olduklarında herhangi bir iş bulmakta zorlandıkları için de bu kredileri ödeyemiyorlar. Bugün Türkiye’de kredi borcunu ödeyemeyen üniversite mezunu sayısı 5 milyona dayanmış durumda! MEB’in verilerine göre, KYK’den kredi alan ancak borç taksitlerini ödeyemeyen yaklaşık 220 bin öğrenciye haciz uygulandı. Öğrenim kredisi borçlarının silinmesi ya da yapılandırılmasına ilişkin 2018 ve 2019 yıllarında Meclise sunulan toplam 14 kanun teklifi ise AKP’li ve MHP’li vekiller tarafından reddedildi. Son günlerde Erdoğan’ın bu sorunun dillendirilmesi karşısında önerdiği çözüm ise tam da iktidarın şanına uygundur: Kredileri kaldıralım! Yani milyonlarca emekçi çocuğunun okumak neyine deniyor örtük olarak!
Tablo tüm ağırlığıyla ortadadır. Yaratıcı ve toplumu ilerletici potansiyellerini büyük ölçüde tüketen kapitalizm çürüdükçe insanlığı da büyük bir girdabın içine sürüklüyor. Toplum bu cendere altında adeta ruh sağlığını yitiriyor. Yaşadığımız topraklarda da ekonomik krizin etkileri arttıkça tahribatın boyutu katlanıyor. Gençlik giderek artan oranda düşlerini ve geleceğini yitiriyor, yaşamdan umudunu kesiyor. Durum tastamam budur! Fakat asla unutulmamalıdır ki işçi sınıfının gençleri yalnız ve seçeneksiz değil! Bugün dünya meydanlarını dolduran, eşitlik ve özgürlük şarkıları söyleyen gençler tek gerçek seçeneği işaret ediyorlar. Şilili gençler duvarlara “Depresyon Çağı Değil, Kapitalizm!” yazıyor, Lübnanlı gençler ise aynı duygularla haykırıyor: “Kahrolsun Anksiyete, Kahrolsun Kapitalizm!”
[1] Gülhan Dildar, Kapitalizm Toplumun Psikolojisini Bozuyor, marksist.com
[2] Aylin Dinç, Üniversiteyi Terk Edenler Artıyor, marksist.com
link: Yılmaz Seyhan, “Depresyon Çağı Değil, Kapitalizm!”, 10 Ocak 2020, https://marksist.net/node/6818
“Boyun Eğdirenler Boyun Eğdi!”
Süleymani Suikastı ve Tırmanan ABD-İran Gerilimi