ABD’nin, Türkiye’ye yönelik vize hizmetlerini askıya aldığını ilan etmesiyle patlak veren kriz, aslında Türkiye ile ABD ilişkilerinin ne durumda olduğunu gösteren gelişmelerin sonuncusuydu. Bu krizin ortaya çıkış biçimi dahi sorunun ciddi bir arka planının bulunduğunun ve meselenin burada kalmayacağının kanıtıdır. Çok açıktır ki bu adım, ABD tarafından yapılan bir uyarıdır ve bir anlamda “ayağını denk al” hamlesidir. Belki bir süre sonra karşılıklı diplomatik adımlarla vize krizi hallolacaktır, ama ABD ile Türkiye ilişkilerinde kötüye doğru gidişe neden olan dinamikler yerinde durmaktadır. Bu anlamda da vize krizini başka krizlerin izleyeceğini öngörmek gerekir.
Görünürde ABD’nin bu hamlesinin gerekçesi, ABD’nin İstanbul başkonsolosluğunda 35 yıldır görev yapan Metin Topuz adlı şahsın (ki aynı zamanda ABD vatandaşıdır) tutuklanmasıdır. AKP hükümeti, bu şahsın “FETÖ”nün ajanı olduğunu, 15 Temmuz darbe girişimi sürecinde darbenin kilit isimlerinden Adil Öksüz’ün ABD konsolosluğundan bilinmeyen bir numaradan arandığını ve arayan kişinin de Metin Topuz olduğunun tespit edildiğini söylemektedir. ABD ise bu iddiaların temelsiz olduğunu ve her ne kadar diplomatik dokunulmazlığı bulunmasa da Metin Topuz’un tutuklanmasının doğru olmadığını ileri sürerek, elçilik/konsolosluk çalışanlarının güvenliği sağlanmadığı sürece vize hizmetlerinin devam etmeyeceğini açıklamıştır. Yani bir anlamda ABD, Türkiye’ye “vize ambargosu” uygulamaya başlamıştır.
Zaten ABD’ye gitmek gibi bir durumu olmayan ortalama vatandaş açısından pek bir şey ifade etmese de, diplomatik ilişkiler açısından “vize ambargosu”nun gayet ciddi bir anlamı olduğu bellidir. Bu ambargo kalkana yahut kriz bir biçimde çözülene kadar Türkiye ile ABD arasındaki diplomatik ilişkilerin son derece gergin bir hal alacağı aşikârdır. Bu gerginlikten ticari ve ekonomik ilişkilerin şu veya bu düzeyde etkilenmemesi de düşünülemez. ABD’nin uyguladığı bu ambargonun devletlerarası siyaset dilindeki anlamı “ayağını denk almazsan seninle siyasi-diplomatik ilişkilerimi iyice azaltır, seni uluslararası arenada izole ederim”dir. Zaten AB’yle de arası iyi olmayan Türkiye açısından bu yaptırımı başkalarının izlemesi de olasıdır. İktidar çevreleri şimdiden, meselenin AB zirvesini etkilememesi için çabalamaktadırlar.
Kuşkusuz Türkiye-ABD ilişkilerinin içine düştüğü bu krizin uzun bir arka planı bulunmaktadır. Başlangıçta ABD’nin icazeti ve ön açmasıyla başa gelen AKP ve Erdoğan, Türkiye’nin önünde duran neredeyse kangrenleşmiş sorunları (Kürt sorunu, Ermeni meselesi, Kıbrıs sorunu vs.) AB’nin ve ABD’nin istediği yönde çözeceği imajı yarattığından “her şey çok güzel” gitmekteydi. ABD için Türkiye model ülkeydi, Erdoğan BOP’un eş başkanıydı vb. AKP-Erdoğan iktidarı, içerde ABD politikalarına karşı çıkan statükocu-Kemalist kesimleri geriletmeye dönük adımlar atarken dışarıda da model ülke olarak üzerine düşeni yapacağı izlenimi veriyordu.
Ancak ne olduysa bundan sonra oldu, yani 2009 yılından itibaren işler ve ilişkiler değişmeye başladı. Batı’nın pohpohlamasıyla havaya girmiş olan Erdoğan, kifayetini aşan ihtirasıyla Ortadoğu’da boyunu aşan bir emperyalist siyaset izlemeye başladı. Üstelik bu siyaset birçok noktada ABD’nin planlarıyla ve çıkarlarıyla çelişiyordu. Emperyalist-kapitalist dünyada, alt-emperyalist denilen bir ülkenin ancak büyük emperyalist güçlerden birine yaslanarak ve/veya onun desteğiyle kendi planlarını hayata geçirebileceği gerçeğini unutmuş ya da hiç anlamamış görünen Erdoğan, “İslam âleminin lideri”, “asrın lideri”, “dünya gücü Türkiye’nin lideri” havalarıyla bildiğini okumaya devam etti.
ABD’yle ters düşmeye başlayınca, iktidar ortağı olan ve ABD’nin desteklediği Fethullahçılarla arası bozulan Erdoğan, tamamen farklı bir yönelime girdi. Bu sürecin önünde ve arkasında, Erdoğan’ın Davos’ta yarattığı “one minute” krizini, İsrail’e yüklenmeye başlamasını, Kürt sorununu kendi başına “halletmeye” çalışmasını sayabiliriz.
Erdoğan’ın Fethullahçılarla girdiği iktidar kavgasında ABD de hem içerde hem de dışarıda AKP-Erdoğan karşıtı cepheye destek verdi. 17 Aralık yolsuzluk krizine destek vererek denemeler yaptı ama amacında muvaffak olamadı. Erdoğan her seferinde ayakta kalmayı başardı. İşler 15 Temmuz darbe girişimine kadar vardı. Kuşkusuz ABD’nin, Fethullahçılar üzerinden, bu darbe girişiminde şu veya bu oranda parmağı vardı. Zaten vize krizine neden olan Metin Topal tutuklaması da bu meseleyle direkt alâkalıdır. Sonuç olarak tüm bu süreç, Erdoğan’ın önce otoriter sonra da totaliter bir yönelime girmesinin de en başta gelen gerekçelerinden oldu.
Kuşkusuz ABD’yle aranın açılması, Türkiye’nin genelde Ortadoğu ve özelde Suriye’de izlediği politikaların iflas etmesinde de önemli rol oynadı. Dış politikada iflaslarla ve sıkışıklıklarla yüz yüze kalan AKP-Erdoğan iktidarı da dengeyi sağlayabilmek ve ABD’yi kendi planlarına ikna edebilmek için dümeni Rusya tarafına kırmaya başladı.
Devletin eski sahipleriyle anlaşmış olan Erdoğan, ortada (egemenler açısından) bir beka sorunu olduğunu, bunun sebebinin de başta ABD olmak üzere Batı’nın izlediği siyaset olduğunu söylemeye başladı. Böylece “İslam âleminin lideri ve bölgenin en büyük gücü Türkiye” söylemiyle şişirilen emperyalist dış politika, yavaş yavaş yerini “beka sorunu var, Türkiye’yi kaybetmemek için Ortadoğu’da savaşmalıyız”, “Batılı emperyalistler yıllardır İslam âlemini sömürüyor, birleşerek onlara karşı durmalıyız” söylemlerine bıraktı.
Gelinen noktada ABD’nin pek çok konuda Türkiye’deki iktidarla çıkar çatışmalarına düştüğü, farklı planlara ve politikalara sahip olduğu açıktır. ABD, Kürtlerin Suriye’de müttefiki olduğunu söylemekte ve Rojava’da özerk bir güç olmalarını sağlamaya dönük politikalar izlemektedir. IKBY’nin bağımsızlığı gündeme getirmesi de ABD için sadece zamanlama açısından sorunludur. Kısacası ABD, Ortadoğu’da bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına karşı olmadığı gibi bunun önünü de açmaktadır. Türkiyeli egemenler açısından ise bu kâbusların en büyüğüdür, çünkü böyle bir devlet hatta bırakalım devleti Rojava Kürtlerinin bağımsız bir güç haline gelmesinin bile kendi topraklarındaki Kürt hareketini karşı konulamaz bir noktaya getireceğini ve belki de topraklarının bir kısmını kaybedeceklerini düşünmektedirler. Bu yüzden TC, Kürtlerin güçlenmesini ve bağımsız hale gelmesini engellemeye dönük bir siyaset izlemekte ve bu da ABD ile giderek artan oranda ters düşmesine, ABD açısından tahammül edilemez bir duruma neden olmaktadır.
Suriye savaşında karşı karşıya gelme durumları, S-400 füzelerinin alımı meselesi, son olarak da Türkiye’nin İdlib’e asker çıkarmaya başlaması gibi gelişmeleri hep bu ana çerçeve doğrultusunda değerlendirmek gerekmektedir. Bunların hiçbiri ABD’nin uzun süre sineye çekeceği politikalar değildir, çünkü bir yandan emperyalist savaş da kızışmakta ve Rusya’yla yakınlaşan veya NATO çizgisinin dışına kayan bir Türkiye daha büyük risk haline gelmektedir.
Özcesi, ABD ile AKP-Erdoğan iktidarı arasındaki krizin kökleri derindir ve ilişkilerin eski halini alması zordur. İlişkilerdeki gerginlik ve kriz durumları sürece bağlı olarak artabilir veya azalabilir. ABD açısından bakıldığında, Erdoğan’ın liderliğindeki bir Türkiye güvenilmez bir “müttefik”tir. ABD, Türkiye’deki mevcut rejimi Batı dostu/yanlısı bir rejim olarak görmemektedir. Ama NATO üyesi olan ve çok önemli jeo-stratejik ve ekonomik pozisyona sahip bir ülkeyi kaybetmeyi de göze alamamaktadır. Bu sebeple çeşitli vesilelerle Erdoğan’ı hizaya getirmeye ve durumu kendi çıkarları doğrultusunda düzeltmeye çalışmış, bunda muvaffak olamayınca da iş giderek farklı mecralara kaymaya başlamıştır. Türkiye’nin Kürt sorunu üzerinden emperyalist savaşın alanı haline gelme ihtimali hiç de az değildir.
ABD’yle AKP-Erdoğan iktidarı arasındaki krizin, aynı zamanda Batı’yla Türkiye arasındaki kriz olduğu unutulmamalıdır. Denge politikası izleyerek ve büyük güçler arasında manevralar yaparak durumu idare etmeye çalışan Türkiye, her geçen gün pozisyonunu netleştirmeye ve tarafını seçmeye zorlanmaktadır. Bu durum içinden geçtiğimiz 3. Dünya Savaşının doğası gereğidir ve hemen her ülke açısından geçerlidir. Bu bağlamda Türkiye’nin izlediği denge siyasetini devam ettirmesi de giderek zorlaşmaktadır.
Eksen kayması mı, eksensizlik mi?
Gerek vize krizi üzerinden gerekse de daha önce yaşanan kimi gelişmeler üzerinden, Türkiye’nin “eksen kayması”na uğradığı yönünde ifadeler burjuva medyada sıkça dile gelmiştir. Buna “Türkiye NATO’dan çıkacak mı, Batı kampından ayrılacak mı” gibi tartışma konularını eklemek mümkündür. Bu konularda değerlendirmelerde bulunabilmek için öncelikle bir olgunun hatırlanması gerekiyor. Dünyanın içinden geçtiği kriz ve emperyalist savaş süreci, her alanda olağanüstü-olağandışı koşulların söz konusu olmasına yol açmıştır. Dolayısıyla çeşitli gelişmeleri bu bağlamdan kopuk biçimde ve eskinin kalıplarına göre değerlendirmek temel bir yanlışlıktır.
Türkiye halen Batı kampında yer alan ve NATO üyesi olan bir ülkedir. Ama şimdilik bu kampta yer alması, Batılı güçlerle sorun yaşamayacağı anlamına gelmez. Zaten diğer Batılı güçler de kendi aralarında çeşitli sorunlar ve çıkar çatışmaları yaşamaktadır. Bu tür emperyalist kampları homojen ve sorunsuz olarak algılamak doğru değildir. “Soğuk Savaş”ın koşulları sona erdiğinde zoraki “homojenlik” de bitmiştir. Hegemonya yarışının ve kavgasının yaşandığı bir dünyada böylesi homojenlikler beklemek de mantıksızdır.
İçinden geçilen olağanüstü dönemde, Türkiye’nin NATO’dan çıkması ve/veya Batı kampından kopması kolay değildir ve herkes açısından çok ciddi ve ağır sonuçları olabilecek bir gelişmedir. Öte yandan, Türkiye egemenleri açısından henüz Batı kampına eş düzeyde bir alternatif de ortada yoktur. ABD’ye isteklerini kabul ettirmek için girişilen Rusya’yla yakınlaşma politikası ve izlenen denge manevralarının kalıcı kopmalara dönüşeceğini söylemek için henüz erkendir. Örneğin işin bam telini oluşturan Kürt sorununda Rusya’nın tavrı da TC açısından çok makbul değildir. Net olan şudur ki, TC’nin Kürt sorunundaki çözümsüzlük siyaseti sorunları derinleştirecektir.
Mevcut iktidar, izlediği Kürt siyasetinden geri adım atmamak pahasına ABD veya diğer Batılı güçlerle arayı açmakta bugün bir beis görmemekte ve bu uğurda her türlü çılgınlığı yapabileceğinin de işaretlerini vermektedir. TC egemenlerinin haksız ve yanlış Kürt siyasetinin veya yürütülen emperyalist dış siyasetin bedelini her düzeyde ödeyecek olanlar işçi-emekçilerdir. Erdoğan’ın ABD’ye ve Batı’ya yönelik atıp tutmalarını “mazlumun isyanı” olarak gösterme çabalarına kanılmamalıdır.
İslam âlemi denilen coğrafyada yaşayan yüz milyonlarca insanın emperyalist güçlerin çıkar mücadelesi nedeniyle büyük acılar çektiği açıktır. Ama ne onların ne de Türkiye’de yaşayan halkların kurtuluşunu sağlayacak olan Erdoğan gibi liderlerdir. Egemenlerin tek derdi kendi çıkarlarını ve iktidarlarını ne pahasına olursa olsun korumaktır. Bu uğurda en kanlı siyasetleri izlemekten, kendi halklarını dahi ateşe atmaktan bir nebze bile çekinmezler. Bugün ABD’ye karşı atıp tutan Erdoğan, yarın yine Trump’la el sıkışıp dostane pozlar verebilir, tıpkı dün yaptığı gibi! ABD başta olmak üzere emperyalistlere gerçekten karşı durabilecek tek güç devrimci işçi sınıfıdır. Ezilen halkların ve sınıfların kurtuluşu ancak bu gerçeklerin farkına varmaları ve Erdoğan gibi liderlerin gerçek yüzünü görerek kendi çıkarları için örgütlenmeleri, mücadeleye atılmaları ve halkların kardeşliğini sağlamalarıyla mümkün olacaktır.
link: Kerem Dağlı, Vize Krizi Ne Anlatıyor?, 16 Ekim 2017, https://marksist.net/node/5959
Somali’de Korkunç Katliam
“İETT İşçisi” ile “Otobüs Şoförü” Külliye’de Buluşmuş!