28 Haziran 1914 günü Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun veliaht prensi Franz Ferdinand eşiyle beraber Saraybosna’da bir suikastle öldürüldü. Suikastı gerçekleştirenler Sırp ordusunun subaylarınca örgütlenen Sırp milliyetçileriydi. Zamanın büyük devletlerinden biri sayılan bir devletin veliaht prensinin suikast sonucu öldürülmesi hiç şüphesiz önemsiz bir hadise değildi. Ama o dönemin koşulları içinde bu pek sıra dışı bir şey de değildi. Bizzat Rusya’da Çarlara ve yüksek devlet görevlilerine yönelik suikastlardan tutun, özellikle bütün Balkan ve Slav coğrafyasında bu tür eylemler yaygın bir olguydu. Dahası bu suikasta gelene kadar milliyetçi Sırp bireylerin ya da örgütlerin Avusturya-Macaristan yetkililerine karşı birçok suikast girişimi olmuştu.
Sırplar (Sırp Krallığı ve Avusturya-Macaristan sınırları içindeki Sırplar) ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasındaki anlaşmazlık ve sürtüşmeler zaten özellikle son on yıllık süre içinde olağanlaşmış olgular idi. Ancak tüm bu olgulara rağmen Franz Ferdinand suikastı o zamana kadar görülmemiş bambaşka sonuçlara yol açtı.
Suikasttan tam bir ay sonra, 28 Temmuzda, sonradan “Dünya Savaşı” ve “Büyük Savaş” olarak anılacak olan büyük katliam başlar ve dört yıl boyunca dünyayı kasıp kavurur. Bu katliam nesiller boyunca zihinlerde derin izler bırakır. Ferdinand’ı öldüren milliyetçi Sırp genci Gavrilo Princip silahının tetiğini çekerken gerçekte neyin tetiğini çektiğini bilmiyordu kuşkusuz. Yanındaki siyanür işe yaramadığından sağ yakalanan ve yaşı henüz küçük olduğu için ölüm cezası verilememesinden dolayı 20 yıl hapis cezası alan Princip, 1918 yılında veremden ölmeden önce, kişisel eyleminin nasıl bir tarihsel bağlama oturduğunun bilincine varmış mıydı bilinmez, ama dünya artık başka bir dünyaydı.
Olaylar baş döndürücü bir hızla gelişmişti. Avusturya-Macaristan, suikastı derhal Sırbistan’a karşı bir savaş başlatma bahanesi haline getirmek için, bilinçli olarak, kabul edilemez talepler içeren bir ültimatom gönderdi. Ültimatom Avrupa’da bir diplomatik krize yol açtı. Avusturya ve Almanya tüm yatıştırma çabalarını kasıtlı olarak boşa çıkardılar ve sonunda Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş ilan etti (28 Temmuz). Bunu takip eden bir hafta gibi kısa bir süre içinde Avrupa’nın büyük güçleri birbirlerine savaş ilan etmişlerdi: Sırpların hamisi konumundaki Rusya’nın sınır bölgelerinde kısmi bir seferberlik başlatmasını bahane yapan Almanya 1 Ağustosta Rusya’ya savaş ilan etti, 2 Ağustosta Lüksemburg’a saldırdı, 3 Ağustosta Fransa’ya, 4 Ağustosta Belçika’ya savaş ilan etti. Buna mukabil aynı gün içinde İngiltere de Almanya’ya savaş ilan etti. Böylece tarihe geçen o meşum 4 Ağustos günündeki manzara buydu.
Birinci Dünya Savaşı olarak anılan emperyalist paylaşım savaşı gerek ona öngelen sürecin özellikleri açısından gerekse çeşitli sonuçları açısından bugüne dair çok şey anlatmaktadır ve bugün bu hususları hatırlamak anlam taşımaktadır. Dahası 100 yıl geride kalmış olmasına rağmen Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı bugünün dünyasında hâlâ güncel birtakım sonuçlarıyla yaşamaktadır. Örneğin bugünkü devlet sınırlarının önemli bir bölümü bu savaşla belirlenmiştir. Özellikle Ortadoğu ve kuzey Afrika’da. Ve tam da bu sınırlar halkların gerçek bedenlerine az çok uygun olması ilkesine göre değil, temelde büyük emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda belirlendiği için, bugüne dek süren büyük sorunları doğurmuştur.
Suikasttan savaşa
Bir suikast vakası nasıl tüm dünyayı kasıp kavuran ve 10 milyon insanın katledildiği bir kan banyosu haline gelmişti?
Suikastın birkaç hafta içinde tüm büyük dünya devletlerinin birbirinin gırtlağına sarıldığı bir süreci tetiklemesi tesadüf ya da basiretsizlik eseri değildi. Engels bu savaşı yıllar öncesinden öngörmüştü. Engels’in 1880’lerdeki güçlü sezgisi ve öngörüsü bir yana, 1890’larla birlikte Avrupa’da büyük bir savaş ihtimali hatırı sayılır bir ilgi konusu haline gelmişti. Öyle ki barış konulu çeşitli uluslararası etkinlik ve toplantılar (Dünya Barış Konferansı, Nobel Barış Ödülleri, Lahey Barış Konferansları vb.) yapılmaya başlanmıştı. Hükümetler bu konferanslarda barışa olan bağlılıklarını ifade ediyorlardı. Savaş 1900’ler ve 1910’larla birlikte gitgide yakın ve doğal bir ihtimal olarak görülüyordu.
O zamana kadar tarihin gördüğü en büyük savaşı adeta bir kaçınılmazlık haline getiren şey tümüyle kapitalizmin kendi gelişimiydi. 20. yüzyılın başlarında kapitalizm serbest rekabet dönemini geride bırakıp, insanlık açısından genelde bir gericilik ve çürüme dönemi anlamına gelen tekelci aşamaya yükselmişti. Mali sermayenin damgasını vurduğu bu tekelci aşama Marksistler tarafından emperyalizm olarak adlandırılmıştı.
En gelişmiş kapitalist ülkelerde sermayenin yoğunlaşması ve genişlemesinin ulaştığı aşama, dünya kaynaklarının, pazarlarının ve ticaret yollarının ele geçirilmesi konusunda tekelci güçler arasındaki rekabeti kaçınılmaz biçimde askeri boyuta taşıdı. Zira salt ekonomik araçlar, hegemonya ve paylaşım kavgasının kendiliğinden çözüme bağlanmasını sağlayamamaktadır. Yukarıda çok kısa biçimde anlattığımız savaşın başlangıç öyküsünde Almanya’nın birkaç gün içinde dört bir yana hızla savaş ilan edişi dikkat çekicidir. Bunun nedeni dönemin koşulları içinde böylesi bir savaşa en çok ve en yakıcı biçimde ihtiyaç duyan gücün Almanya olmasıdır. İngiltere ve Fransa’ya göre kapitalist gelişme sürecine daha geç giren Almanya, sonraki hızlı sınai gelişmesiyle iktisaden bu iki büyük emperyalist gücü geride bırakacak bir noktaya gelmişti. Ancak hammadde kaynakları, pazarlar ve ticaret yolları “”üzerindeki hâkimiyet bakımından sanayisinin geldiği noktaya göre geride kalıyordu. Zira bu imkânlar, erken gelmenin avantajları olarak esasen İngiltere ve Fransa’nın ellerinde tekelleşmişti. Alman kapitalizminin geldiği nokta Almanya’nın dünya üzerinde daha büyük bir etkiye sahip olmasını gerekli kılıyor, bu ihtiyaç gitgide kendini daha şiddetli biçimde dayatıyordu. Temelde bu itki nedeniyle Almanya aynı zamanda silahlanıyor ve korkutucu bir askeri güç olarak da yükseliyordu.
Almanya’ya ilişkin bu öykü diğer emperyalist güçlerin masum olduğu anlamına gelmiyor hiç kuşkusuz. Sermayenin doğasından gelen rekabet kaçınılmaz olarak siyasi ve askeri alanda da karşılığını buluyordu. İngiltere mevcut avantajlarını kaptırmamak için, Fransa daha gerilere düşmemek için, Rusya ve Japonya gecikmiş yükselişlerine uygun yeni kazanımlar elde etmek için, keza ABD gelişmesinin aleyhine olabilecek engelleri bertaraf etmek için silahlanıyor, ittifak arayışlarına giriyorlardı.
Tam da emperyalizmin temel iktisadi eğilimlerine uygun biçimde bu güçler önceki dönemlerin siyasi ve askeri kamplaşmalarından farklı ittifaklar oluşturmaya koyuluyorlardı. Ta 1688’den beri Fransa ile Avrupa’daki hemen her savaşta karşı kutupta yer alan İngiltere şimdi onunla ittifak içindeydi. Uzak geçmiş bir yana, daha yakın zamanlarda, Mısır, Sudan ve Afrika genelindeki zıtlaşmalardan tutun dünyanın öteki yarısındaki Süveyş Kanalı üzerine anlaşmazlıklara kadar bu iki büyük güç arasında geniş bir rekabet ve çatışma alanı söz konusuydu. Aynı İngiltere özellikle Osmanlı, İran ve Afganistan coğrafyası, Kafkaslar gibi bölgelerde Rus Çarlığı ile rekabet ve çatışma içindeydi.
Ne var ki özellikle Almanya’nın büyük bir sınai güç olarak yükselişi aynı zamanda İngiltere, Fransa ve Rusya açısından asıl büyük tehlikenin adresini giderek değiştiriyor ve belirginleştiriyordu. Böylece İngiltere ve Fransa belirli noktalarda karşılıklı tavizlere giderek uzlaşmalara varıyor ve hatta 1904 yılında bir karşılıklı dostluk anlaşmasına varıyorlardı. Keza Fransa ve Rusya arasında da gitgide artan bir yakınlaşma yaşanmaya başladı. Böylece çeşitli aşamalardan geçen bir süreç içinde Antant’ın (İngiltere-Fransa-Rusya) omurgası şekillenmiş oluyordu. Bunun karşısındaki Mihver güçleri (Almanya-Avusturya-Macaristan-Osmanlı İmparatorluğu) de benzer süreç içinde şekillenmişti.
Savaş kaçınılmazdı ve dahası çapı daha önceki tüm savaşları geride bırakacak denli büyük olmak zorundaydı. Bunun anlamı bir dünya savaşıydı. Lenin’in dikkat çektiği gibi, dünyanın toprak bakımından sömürgeleştirilmesi tamamlanmış, yeni toprakların ya da nüfuz alanlarının elde edilmesi ancak bir savaşla, bir dünya savaşıyla olabilir hale gelmişti. Dahası sanayinin geldiği gelişme aşamasına paralel olarak, askeri teknolojinin ve sanayinin, yani yıkım araçlarının ulaştığı boyutlar da bunu bir kaçınılmazlık haline getiriyordu.
Öte yandan, birikmekte olan çelişkiler, orada burada lokal savaşlara, askeri sürtüşmelere, diplomatik gerilimlere vs. zaten yol açıyordu. Amerikan-İspanyol Savaşı, Güney Afrika’daki İngiliz-Boer Savaşı, Rus-Japon Savaşı ve özellikle de 1911’deki Fas krizi hep bu yeni dönemin çelişki ve alttan alta bastıran eğilimlerinin belirtileriydiler. 1912’de Balkan Savaşlarının patlak vermesi ise bu yolda yeni aşamayı işaretliyordu. Çökmekte olan ve iştah kabartan Osmanlı’nın son aşamaya girdiği bu süreçte iyice belirginleşmişti.
Tüm bu tabloya rağmen ilginç bir nokta, tek tek alındıklarında işadamlarının, hatta birçok devlet görevlilerinin ve liderlerin büyük bir bölümünün savaş istememesine rağmen savaşın sökün etmesidir. Kişisel anekdotlar, tanıklıklar, çeşitli resmi ve kişisel arşivler, mektuplar vb. içeren ayrıntılı tarih çalışmaları, ilginç biçimde böylesi bir olguya işaret ediyor. Bu durum tam da savaşın hiç de keyfi ve kişilere bağlı bir şey olmadığını göstermektedir. Gerçek şu ki, etkili konumlarda olan kişiler bile “istemeye istemeye” savaşı hazırlamış ve günü gelince de boydan boya içine dalmışlardır. Hapisteki Princip son günlerinde “dünya savaşı benim yüzümden çıktı” diye üzülmüş müydü bilmiyoruz, ama Franz Ferdinand suikastı olmasaydı bir başka hadisenin tüm cehennem iblislerinin önünü açacak bahaneyi yaratacağını biliyoruz.
Günümüz dünyası
Birinci Dünya Savaşı sonlandığında kendisini doğuran sebepleri ortadan kaldırmamıştı. Temel olarak Rusya’da bir işçi devriminin patlak vermesi tüm hesapları altüst etmişti. Almanya da devrimci bir kaynaşma içindeydi ve tüm Avrupa’da devrim tehlikesine karşı durabilecek tek güç olarak kalmış olan Alman ordusunun ayakta kalmasına izin verildi. Uluslararası kapitalizm Avrupa’daki güçlü devrim dalgasını Alman ordusunun büyük hizmetlerinin de yardımıyla savuşturmayı başardıysa da, sonrasında Almanya’nın yeniden güçlü bir rakip olarak sivrilmesine de çanak tutmuş oldu. Emperyalizmin yaman bir çelişkisi! Böylece sadece 20 yıl sonra, aynı Almanya Hitler liderliğinde yeni bir dünya savaşına giden yolu tekrar zorladı ve başardı. Bu kez 60 milyon insanın canına malolan çok daha büyük bir kan banyosu yaşadı insanlık.
Bu vesileyle belirtmek gerekir ki, İkinci Dünya Savaşının nedeni olarak Almanya’nın Versailles anlaşmasında ölçüsüz tazminat yükü altına sokulması ve böylelikle Alman halkının ulusal onurunun zedelenmesi gibi hususların sunulması bir yanıltmacadır. Takatsiz kalmış Fransa’nın açgözlülüğünün bir sonucu olarak Almanya’nın ağır bir tazminat yüküne sokulduğu doğrudur, ancak Alman savaş makinesinin bir daha başa belâ olmayacak şekilde tahrip edilmeden bırakılmasını bununla açıklamak mümkün değildir. Kaldı ki, dünyanın öteki ucundaki Japonya savaşın galipler tarafında yer almış olmasına rağmen, yani ne tazminat yükü ne de sözde ulusal onur incinmesinden muzdarip iken, bir sonraki savaşın tümüyle ikinci bir Almanya’sı konumundaydı.
Sonuç olarak Birinci Dünya Savaşını doğuran sebepler yerli yerinde kalmış ve bu durum bir ikinci savaşı getirmişti. Bu nedenle birçok tarihçinin de işaret ettiği gibi İkinci Dünya Savaşı birincinin aşağı yukarı dolaysız bir devamıdır. Bir başka ifadeyle, bu iki savaş özde tek bir uzun savaşın iki evresi olarak görülebilir. Emperyalistler arasındaki hegemonya rekabeti ancak ikinci savaşın sonunda yeni bir dengeye kavuşturulabilmişti.
Ama bu göreli denge de ancak 45 yıl kadar sürebildi. Zira emperyalistler arasındaki hegemonya krizi belirli bir an ya da süre için çözülebilse de, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm, dolayısıyla tekelci emperyalist rekabet olgusu ortadan kalkmamıştı. Tüm emperyalist güçler bir hegemon gücün üstünlüğünü tanıyarak ona belli bir süre biat etseler de, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği zamanla yeni güçlerin sivrilmesi, eskilerin gücünün aşınması kaçınılmazdır. Bu da bir kez daha hegemonya krizini beraberinde getirir.
İkinci savaş sonrası göreli dengenin oluşması ve sürmesinde özgün ve kilit bir rol oynayan Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, zaten uzunca süredir aşınmakta olan denge de sona ermiş ve emperyalist rekabetin kızıştığı yeni bir dönem açılmıştır. Bugünün dünyası hiç kuşkusuz yüz yıl öncesinden farklı. Arada büyük değişimler oldu. Ancak dünya 20. yüzyılın başlarından bu yana hâlâ emperyalizm dönemini yaşamaktadır. Emperyalizmin temel özellikleri ve eğilimleri devam etmektedir. Bu olgu emperyalist savaşlar olgusunu kendiliğinden içermektedir. Nitekim bugün dünyanın dört bir yanında emperyalist güçlerin doğrudan ya da dolaylı olarak içinde yer aldığı savaşlar ya da askeri çatışmalar yürümektedir.
Esasen dünya 90’lı yılların başından bu yana yeni bir emperyalist savaş konjonktürü içindedir. Oysa SSCB yıkıldığında emperyalizmin ideologları kapitalizmin ebedi zaferini ilan etmenin yanında, dört bir koldan barış hayalleri de pompaladılar. Savaşların gerçek sorumlusunun kapitalist düzenin ta kendisi olduğu gerçeğini gizlemek için, bütün suç geriye dönük olarak SSCB’nin sırtına yıkılmaya çalışıldı. Bu yalanın faş olması için çok değil birkaç yıl yetti ve 1993’te ABD koca savaş makinesiyle Irak’a saldırdı. 90’lı yıllar özelikle Balkanlar, Ortadoğu ve Somali gibi Afrika’nın belli bölgelerinin emperyalistlerin ya doğrudan ya da dolaylı olarak içinde yer aldığı kanlı savaşlara ve çatışmalara sahne oldu. O günlerden bu yana Balkanlar belli ölçüde yatışsa da, Ortadoğu’da ve Afrika’nın daha da geniş bölgelerinde savaş olgusu genişleyerek ve derinleşerek ilerledi. Kafkaslar ve Orta Asya da benzer süreçleri belli ölçülerde yaşadılar ve halen yaşamaktalar. Bugün Ukrayna, Suriye ve Irak emperyalist savaş sürecinin en öne çıkan alanları durumunda.
Yeri gelmişken bir parantez açarak belirtmekte yarar olabilir. Emperyalist kapışmanın kalbi konumundaki Ortadoğu’daki birçok sorun dolaysız biçimde Birinci Dünya Savaşının sonunda emperyalistler tarafından çizilen yapay sınırlardan kaynaklamaktadır. Cetvelle çizilen bu sınırlar halkların geçek bedenlerine uymamakta ve türlü zulümlere, gerilimlere, çatışmalara neden olmaktadır. O sınırları çizen zamanın büyük emperyalist güçleri bölgenin enerji kaynakları üzerinde de egemenlik kurmuşlardı. Bugün bölgedeki petrolün asıl kaymağını yiyenler arasında başı çekenlerin, ta o günlerin büyük petrol şirketlerinin olması Birinci Dünya Savaşı ile bugün arasındaki bağlantıları göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır. Bu şirketler ve onların ana üslerini barındıran büyük emperyalist güçler, yüz yıldır bölge halklarını birbirine kırdırmakta, farklı halklar, topluluklar arasındaki ihtilafları kendi lehlerine manipüle ederek egemenliklerini sürdürmektedirler.
Birinci Dünya Savaşı öncesindeki süreçte Almanya’nın en olgun örneğini verdiği, geriden gelen ve yükselişteki yeni emperyalist güç olgusu günümüzde de kendisini göstermektedir. Genel olarak söylenebilir ki, her yeni yükselen güç eski statükoyu sorgulamakta, değiştirmek istemekte, bunun için türlü girişimlerde bulunmaktadır. Bugünün dünyasında başta Çin gibi ülkeler bu konumdadır. Daha farklı biçim ve düzeylerde olmak üzere Rusya, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler de sayılabilir. İkinci Dünya Savaşından sonra başlıca mağlup olarak siyasi ve askeri bakımdan pasif ve ürkek bir konuma itilmiş olan Almanya’yı esasen bu bağlamda en başta saymak gerekir. SSCB’nin çöküşüne kadar ABD hegemonyasına biat etmiş olan Almanya o günlerden bu yana dünya sahnesinde yeni bir güç olarak yükselmektedir. Avrupa’nın tartışmasız en büyük kapitalist gücü haline gelen Almanya, bugün AB şemsiyesi altında tüm Avrupa kıtasını kendi ekonomik çiftliği haline getirmektedir. AB projesinin akıbetinden bağımsız olarak, Almanya’nın Avrupa üzerindeki ekonomik üstünlüğü gitgide daha açık hale gelen bir olgudur.
Üstelik bugünün dünyası yeni bir olgu olarak büyük emperyalist güçlerin yanı sıra çeşitli düzeylerde alt-emperyalist güçleri de barındırmaktadır. Bu durum çelişkilerin daha da çeşitlenip karmaşık bir hâl almasını sağlamaktadır. Bu güçler arasında Türkiye de bulunmaktadır ve Türkiye’deki devrimciler açısından bu nokta özellikle büyük önem taşımaktadır.
Bugünün dünyasında savaş konusu ile ilgili bir diğer husus, savaş endüstrisinin ya da nükleer yıkım araçlarının çoktandır tüm gezegeni havaya uçuracak hale gelmesinin niteliksel bir değişime yol açtığını, yani artık bir dünya savaşını olanaksız kıldığını söyleyenlerin varlığıdır. Baştan söyleyelim böyleleri ya yalan söylüyorlar ya da düş âleminde yaşıyorlar. Yıkım araçlarında geçmişe göre devasa bir “ilerleme” olduğu ve hatta bunun belli bir fren etkisi yarattığı doğrudur. Ama kimsenin kendisinin de yok olmasına yol açacak bir şeyi başlatmayacağı şeklindeki bir akıl yürütme, kapitalizmin anarşik ve akıldışı doğasını göz ardı eden naif bir akıl yürütmedir. Başlangıçta Ferdinand suikastının da bir dünya savaşına yol açacağı düşünülmüyordu. Hatta Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a saldırı ihtimalinin lokal bir savaş olarak kalacağı, Rusya’nın henüz yeteri kadar ilerlememiş askeri yenileşme programı nedeniyle müdahil olmayacağı hesap edilmişti. İşin doğrusu Rusya hamisi olduğu Sırbistan’a Avusturya karşısında alttan almayı da salık vermişti. Ama birkaç hafta içinde tüm büyük Avrupa güçleri birbirine savaş ilan etmiş halde buldular kendilerini. Hem de birçoğu o zaman için çıkarlarına uygun görmediği halde. Dolayısıyla olayların kendilerine ait demirden mantığı işlemiş ve koca savaş patlak vermişti. Dahası, savaşı büyük bir hata, bir çılgınlık olarak gören yüksek düzey Alman diplomatları imparatora karşı çıktıkları halde bu yaşanmıştı.
Buradan çıkan basit sonuç şudur ki, eğer nesnel çelişkiler yeterince olgunlaşmışsa, barut fıçısı orada duruyorsa, irili ufaklı her türlü hadise fitili ateşleyebilir ve bir anda her şey kontrolden çıkabilir. Öyle ki, burada hatalar bile belirleyici olabilir. Soğuk Savaş döneminde bir nükleer felâketin kıyısından dönüldüğü fazla bilinmemektedir. Bir Sovyet albayının talimatlara uymayarak bir füze alarmını üstlerine bildirmemesi sayesinde dünya bir nükleer yıkımdan kıl payı kurtulmuştur. Gerçekte Sovyet füze alarm sistemi birbirinin peşi sıra yanlış alarmlar vermişti. Albay büyük bir risk alarak ve bir yanlış alarm durumu olabileceğini düşünerek durumu üstlerine bildirmemişti. Durum bu iken tutup emperyalist düzene aklıselim yüklemenin hiçbir geçerli temeli yoktur.
Kapitalizm işçi sınıfı tarafından yıkılıp da yerine gerçek bir işçi iktidarı kurulmadıkça savaşların son bulması mümkün değildir. Kimse boş barış hayallerine kapılmasın. Barış istemek iyi ve güzeldir, ama barış, kapitalizm altında bunun gerçekleşebileceğine dair hayal kurmakla değil, ancak sınıf savaşı ile kurulabilir. Barışı kurabilecek olan yegâne güç devrimci işçi sınıfıdır. Birinci Dünya Savaşının sonunu ve barışı getiren nitekim Rus işçi sınıfının kapitalizmi yıkıp kendi devrimci iktidarını kurması olmuştur. Emperyalist güçler devrim korkusundan aralarındaki anlaşmazlıkları çözmeden savaşı durdurmak zorunda kaldılar. Ancak Rusya’da işçi sınıfı içerden bir karşı-devrimle devrilip işçi iktidarı yerine despotik bürokratik bir diktatörlük kurulduktan ve bu iktidar dünyanın çeşitli yerlerindeki devrimci süreçlerde işçi sınıfını sırtından hançerleyip emperyalist güçlere rahat nefes aldırdıktan sonra, emperyalistler yeniden kozlarını paylaşmaya giriştiler.
Dolayısıyla bugün barış isteyenlere düşen tutum devrimci bir anti-kapitalist tutumdur. Bunun da sonuna kadar tutarlı tek yolu işçi sınıfının devrimci mücadelesinin saflarında yer almaktır. Kalıcı barışın en güzel sloganlarından birisini hatırlatmanın yeridir: savaşa karşı sınıf savaşı!
link: Levent Toprak, Yüz Yıl Sonra Dünya Savaşının Akla Getirdikleri, 6 Ağustos 2014, https://marksist.net/node/3491
IŞİD ve Emperyalist Savaşın Kıskacındaki Ortadoğu
İsrail Yine Katlediyor