Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının 100. yıldönümünde, Ortadoğu halkları bir başka emperyalist savaşın alevleri içinde kıvranmaya devam ediyor. Kapitalist-emperyalist sistem son yüzyıl boyunca insanlığı bir savaştan ötekine sürükledi. Bu savaşlarda ölen, yaralanan ve acı çeken yüz milyonlarca insanı hiçbir zaman umursamayan emperyalistler, bugün de Ortadoğu’da işçi ve emekçi sınıfların hayatlarıyla, kaderleriyle oynamaya devam ediyorlar.
Bölgede hâkimiyet kurmak ve nüfuz sahibi olmak isteyen kapitalist güçler arasındaki kapışma, özellikle ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden bu yana giderek artan oranda kızışıyor. Suriye’deki iç savaş yüz binden fazla insanın ölümüne ve milyonlarca insanın yerinden yurdundan olmasına sebep olmuştur ve halen de devam etmektedir. ABD işgalinin yıkım ve acıdan başka bir şey getirmediği Irak’ta da durum tekrar kötüleşmektedir. Irak’ta fiilen bir iç savaş sürmektedir ve ülke bölünmenin eşiğine gelmiştir. Suriye ve Irak’ı şimdiden sarmış olan Sünni-Şii temelli bir mezhep savaşının tüm Ortadoğu’ya yayılması olasılığı artmaktadır. Çünkü emperyalist ve kapitalist güçler mezhep ayrımcılığını körüklemeye devam etmekte ve her biri, cephe önündeki “taşeron, vekil” güçlerden birini (bazen birkaçını) desteklemektedir.
Adını Suriye iç savaşında duymaya başladığımız Irak ve Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Irak’ta kısa sürede Musul’u ve Sünni Arapların yaşadığı geniş bir bölgeyi ele geçirmesiyle açılan süreci de bu arka plan üzerinde değerlendirmek gerekmektedir. ABD, Rusya, Türkiye, İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerin çekişmesinden beslenen El Kaide veya IŞİD gibi oluşumların bölgede giderek güçlenmeleri ve devletlere kafa tutar hale gelmeleri aslında hiç de sürpriz değildir. Ortadoğu’nun karmaşık siyasi coğrafyasında kimin elinin kimin cebinde olduğunu bilmek pek kolay değildir, ama emperyalist ve bölgesel büyük güçlerin desteği olmadan bu tür oluşumların gelişip güçlenmesinin mümkün olmadığı da açıktır.
Cephede IŞİD, Maliki ve Esad’ın Şii-Alevi eksenli rejimlerine karşı savaşmakta ve kazanımlar elde etmekte, arka planda ise ABD, Türkiye, Suudi Arabistan, İran, Rusya gibi güçler ellerini ovuşturarak kendi çıkarlarının hesaplarını yapmaktadırlar. Bu arada IŞİD’in son derece gaddar yöntemlerle Şii-Alevi halktan insanları katletmesi ya da “terörizmle mücadele” adı altında Esad ve Maliki güçlerinin sivil halkı bombalamasının bu çıkar hesaplarında hiçbir önemi yoktur! Olası bir mezhep savaşının Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmesinin ya da ülkelerin bölünüp parçalanmasının, işlerine geldiği sürece, bu güçler için göze alınmayacak bir tarafı yoktur.
Irak’ta yaşanan gelişmelerin özeti
IŞİD denilen örgüte bağlı güçler, geçtiğimiz Haziran ayı içinde, iki hafta gibi kısa bir sürede, Irak’ta Sünni Arapların yoğun olarak yaşadığı Musul’u ve Ninava eyaletindeki birçok bölgeyi ele geçirdi. Böylece Irak, Güneydeki Şii ağırlıklı bölge, kuzeydeki Kürt bölgesi ve bu ikisinin arasında kalan Sünni bölge olmak üzere fiilen üçe bölünmüş oldu. IŞİD’in saldırıları karşısında Irak ordusu adeta kaçarak bölgeyi terk etti ve merkezi devletin otoritesi de bu bölgede fiilen çöktü. Böylece IŞİD, hem hedeflediği Irak ve Şam İslam Devleti’ni oluşturma yolunda kendince önemli bir başarı sağlamış oldu, hem de çekilen Irak ordusunun bıraktığı askeri malzemelere ve Musul Merkez Bankasındaki yüklü miktarda altına el koydu. Ardından da ilerleyişini devam ettirerek Bağdat’a kadar dayandı.
Tabii bu arada IŞİD belâsının ilerleyişi karşısında paniğe kapılan Kürtler, Şiiler, Hıristiyan azınlıklar ve Türkmenler, bölgedeki Irak ordusunun da dağılmasıyla bu şehirleri terk etmeye başladı. Nitekim IŞİD de hızlı bir şekilde “şeriat” yönetimini uygulamaya koyuldu; Suriye’de (ve aslında daha önce Irak’ta) kazandığı kanlı ününe uygun bir şekilde Şii mezhepten insanları toplu halde infaz etmeye, evlere girip kadınları alıkoymaya, kiliseleri yakıp yıkmaya, kontrol altına aldığı bölgelerdeki halk üzerinde son derece baskıcı bir yönetim kurmaya başladı.
Irak’ın en büyük ikinci petrol rafinerisini de ele geçiren IŞİD’in hedefi, Maliki ve Esad rejimlerinin zayıflığından ve emperyalist güçlerin çekişmesinden yararlanarak Irak ve Suriye’deki Sünni Arap bölgelerinde hâkimiyet kurmak ve bir ucu Akdeniz’e açılan geniş bir coğrafyada söz sahibi olmaktır. Böylece bu bölgede bir Sünni federasyonunun oluşmasını ve hatta bir Sünni Arap devletinin kurulmasını zorlayacaktır.
Bu gelişmeler karşısında, özellikle de Irak ordusunun hızlıca çözülüp dağılması karşısında, Maliki rejiminin son derece zora düştüğü aşikârdır. Merkezi hükümet dağılma noktasına gelmiştir. Zamanında 30 bin kişilik ABD askeri gücünün Irak’ta kalmasına karşı çıkmış olan Maliki, şimdi Obama’ya IŞİD’e saldırması için yalvarmaktadır. ABD ise bu durumu Maliki’yi tasfiye etmek için bir fırsata çevirmek niyetindedir.
Irak ordusunun IŞİD’in ilerleyişi karşısında ve sonrasında ciddi bir varlık gösteremeyişi (ki güya ABD tarafından 25 milyar dolar harcanarak “iyi” eğitilmiş bir ordudur) Şiileri de silahlanmaya ve kendi milislerini oluşturmaya sevketmiştir. Bu da Sünni-Şii temelli mezhep çatışmalarının daha da kızışmasına olanak tanımaktadır. Ayrıca önemli Şii liderlerden Sadr ve Ayetullah Sistani, Maliki’yi eleştiren ve çekilmesi gerektiğini belirten açıklamalarda bulunmuşlardır.
Hızlıca devreye giren ABD, Maliki’yi devirmek ve yerine eskisi gibi bir Sünni-Şii uzlaşı hükümeti kurmak için kolları sıvamıştır. Bu arada IŞİD’in ilerleyişini durdurmak için de İran ve Suudi Arabistan’la görüşmelere başlamıştır. Maliki ise her şeye rağmen direnmekte ve kendisinin olmayacağı hiçbir çözüme razı olmayacağını ilan etmektedir.
Irak’ta son birkaç haftada yaşanan gelişmelerin özeti budur. Ancak tüm bu hızlı gelişmeler içerisinde akıllara bazı soru işaretleri takılmaktadır; IŞİD nasıl olup da bu kadar “kolayca” başarı kazanmıştır, Irak ordusuna bağlı güçler neden tek kurşun atmadan kaçıp gitmiştir ve tüm bunlar olurken ABD, Türkiye gibi güçler neden sessizce IŞİD’in ilerleyişini izlemişlerdir, bundan sonra Irak ve Ortadoğu halklarını bekleyen nedir?
Bu soruların cevaplarını burjuva medyada bulmak zordur, çünkü at iziyle it izi birbirine karıştırılmış durumdadır. Dezenformasyon, çarpıtma ve manipülasyon iç içe geçmiştir. Her biri bir başka sermaye grubunun veya hükümetin, devletin sesi olan medya grupları, gerçekleri ortaya koymak yerine sahiplerinin çıkarları doğrultusunda yayın yapmayı o denli abartmışlardır ki, gerçeklerle yalanları birbirinden ayırmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Gelişmeler ancak Marksizmin prizmasından geçirildiğinde ve sınıf siyaseti aracılığıyla ele alındığında anlam kazanacak ve gerçekler ortaya konabilecektir.
IŞİD belâsını kim, nasıl yarattı?
Mevcut tabloyu anlayabilmek için öncelikle IŞİD’in ne olduğuna ve olmadığına kısaca açıklık getirmekte fayda vardır. Burjuva medyanın resmettiği haliyle IŞİD, radikal İslamcı terör örgütlerinin patronu olarak görülen El Kaide’nin bile aşırı bulduğu, dünyanın dört bir yanından devşirilmiş militanları Haşhaşiler gibi uyuşturulmuş olan ve her an intihar eylemleriyle sağı solu bombalamaya hazır bulunan, çılgın ve gözü dönmüş liderleri yüzünden sürekli kafa-kol kesen insanların bir araya geldiği bir güruhtur.
Elbette IŞİD ve benzeri radikal İslamcı örgütler son derece gerici olan ve vahşi yöntemler kullanmaktan çekinmeyen örgütlerdir. Ancak bu belâlı örgütleri yaratıp Ortadoğu halklarının başına saranların, şimdi de onları olduğundan fazla abartarak canavarlaştırmaları ve “nereden çıktı bunlar” diye şikâyet etmeleri kabul edilemezdir. Ne IŞİD’i ne de El Kaide’ye bağlı diğerlerini basitçe “terör örgütü” diye geçiştirmek mümkündür.
Başlangıçta El Kaide dâhil olmak üzere radikal İslamcı örgütleri yaratan ve bölge halklarının başına saranın ABD olduğunu unutmamak gerekiyor. Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı savaşmak üzere bu insanları bir araya getiren, örgütleyen, eğiten, maddi ve lojistik destekte bulunan, sonra da işi bittiğinde canavar ilan edip yok etmeye çalışan ABD’dir. Üstelik yine ABD, tam da düşman ilan ettiği bu örgütlerin varlığını bahane ederek Afganistan’ı ve Irak’ı işgal etmiş, Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar pek çok bölgeye askeri güçlerini yığmıştır. Yani düşman ilan edip yok etmeye çalışırken bile bu Frankeştaynlardan yararlanmaktadır. Gelinen noktada bu örgütler kendi çıkarlarını ve planlarını hayata geçirmeye çalışan, aynı zamanda da çeşitli devletlerle iş tutan güçlere dönüşmüşlerdir. İşte IŞİD de bunlardan biridir.
IŞİD, El Kaide’ye bağlı bir yapılanma olarak kurulmuş ve asıl olarak Irak’taki ABD işgaline karşı yürüttüğü direnişle güç kazanmıştır. Kurucusu olan Zarkavi, El Kaide içinde yetişmiş bir unsur olduğundan, işgale karşı direniş sırasında da bu ağı kullanarak pek çok farklı ülkeden insanı Irak’a çekerek örgütü geliştirmiştir. Bu dönemde “Irak El Kaidesi” olarak bilinen örgütün yönetimi, 2006 yılında Zarkavi’nin öldürülmesinden sonra adım adım eski BAAS kadrolarının ağırlıkta olduğu güçlerin eline geçmiştir. Kendisi de eski bir BAAS’çı olan şimdiki lider Bağdadi’nin örgütün başına geçmesi de bu süreçte gerçekleşmiştir. ABD’nin Sünni aşiretlerle uzlaşarak onları kendi tarafına çekmesiyle birlikte IŞİD önemli ölçüde güç kaybederek zayıflamış, İslamcı militanların pek çoğunu yitirmiş ve yerlerine önemli ölçüde eski BAAS’çıları doldurmuştur. BAAS’çıların örgütte ağırlık kazanmalarını sağlayan bu süreçte örgüt selefi İslamcı ideolojisini aynen korumuş ve El Kaide’ye bağlı İslamcı bir örgüt olmaya devam etmiştir.
IŞİD’in El Kaide’yle arasının açılması ise asıl olarak örgütün Suriye iç savaşına dâhil olmasıyla birlikte gerçekleşmiştir. Bu süreçte kendini Suriye’deki El Kaide güçlerinin (esas olarak El Nusra’nın) “patronu” ilan eden IŞİD’le El Kaide ve diğer bağlı unsurları arasında çatışmalar yaşanmıştır. Esad’ın, muhalifleri bölmek ve uluslararası kamuoyuna da kendisi devrilirse yerine bu radikal İslamcı güçlerin geçeceği mesajını vermek için bir fırsat bildiği bu süreçte Esad ordusu, IŞİD’in gelişmesine göz yummuş ve hatta cezaevlerinde tuttuğu IŞİD militanlarını serbest bırakmıştır. IŞİD’in muhaliflerin zaten ele geçirmiş olduğu bölgelerde hâkimiyet kazanmasına ses çıkarmamış ve hatta ondan petrol bile almıştır.
Suriye’de güçlenen IŞİD, bir süre sonra Irak’taki Sünni kesimin hoşnutsuzluğundan da yararlanarak Irak’taki faaliyetlerini tekrar arttırmış ve Irak’a geri dönmüştür. Gerek El Kaide’yle arasının açılmasında gerekse de asıl hedefini Irak olarak koymasında, yönetimdeki BAAS’çı kadroların ağırlığının ciddi bir etkisi vardır. IŞİD’e bağlı güçlerin bileşimini Suriye’de esas olarak farklı ülkelerden devşirilen unsurlar oluştururken, Irak’ta yerel unsurların çoğunluğu söz konusudur.
IŞİD’in Irak’ta bu denli kolay ilerleyebilmesinin ve başarı kazanmasının nesnel temelini ise ABD’nin Irak işgalinde ve Maliki rejiminde aramak gerekir. Çünkü ABD işgaliyle birlikte sadece Saddam rejimi devrilmemiş, onunla birlikte Sünni kesim de iktidarın dışına itilmiş ve Sünniler adeta ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başlamışlardır. Saddam’ın diktatörlüğü altında on yıllardır ezilen Şiiler ve Kürtler iktidarı paylaşmış, bu kez de Sünniler ezilen halk durumuna sürüklenmiştir. ABD işgaline karşı direnişi de asıl olarak Sünni kesimler yürüttüğünden, bizzat ABD ordusu bu kesimlere yönelik ciddi katliamlar gerçekleştirmiştir. Bir süre sonra ABD yönetimi direnişi sadece askeri yöntemlerle bastıramayacağını anladığından, bu kez de Sünni kesimleri satın alarak ve onları da iktidara katarak uzlaşma yöntemini uygulamaya koymuş ve bunda da önemli ölçüde başarılı olmuştur. Fakat 2011’de ABD ordusunun ülkeden çekilmesinin ardından ipleri tamamen ele geçiren Maliki bu uzlaşmayı bozarak bilhassa Sünni kesim üzerinde tam anlamıyla bir baskı rejimi oluşturmuştur. O kadar ki, Şii kesimden kimi gruplar bile bu duruma karşı çıkmış ve Maliki’ye muhalefet etmiştir. Sünni kesimin en ufak bir hak arayışına ve muhalefetine bile tahammülü olmayan Maliki rejimi Sünni isyanının da temelini döşemiştir. Dolayısıyla IŞİD’in ilerleyişinin altında yatanın, öncelikle ABD emperyalizminin ve ardından da Maliki diktatörlüğünün ezdiği Sünni kesimlerin isyanı olduğunu görmek gerekiyor.
Zaten mevcut durumu sadece IŞİD’in gücüne ve başarısına bağlamak da bu yüzden yanlıştır. IŞİD, Sünni Arap aşiretlerini ve eski BAAS taraftarlarını yanına alarak bu ilerleyişi sağlamış, daha da önemlisi, ele geçirdiği bölgelerde hâkimiyetini sürdürebilmiştir. Yoksa birkaç bin militanla bu kadar geniş bir bölgeyi bu kadar kısa sürede ele geçirmek mümkün olmadığı gibi, bir biçimde ele geçirse bile elinde tutmak hiç mümkün değildir. Elde tutmak, ele geçirmekten daha zordur. Bahsi geçen bölgede hâkimiyet, IŞİD’in vurucu gücünü ve öncülüğünü oluşturduğu bir IŞİD-Sünni Arap aşiretler-BAAS koalisyonundadır.
Irak ordusunun IŞİD’in saldırıları karşısında bu kadar kolayca dağılması da aynı nesnellikten kaynaklanmaktadır. Bölgede bulunan Irak ordusundaki Sünni unsurlar derhal taraf değiştirmişler ve azınlıkta olan Şii askerler de çareyi kaçmakta bulmuşlardır. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki Maliki rejiminden rahatsızlık duyanlar sadece Sünni Araplar değildir. Şii halkın önemli kesimleri de Maliki rejiminin otoriter ve baskıcı politikalarından bıkmış durumdadırlar. Kuşkusuz buna yıllardır devam eden iç savaş halini, çok yüksek işsizliği ve sefaleti de katmak gerekir. Bu koşullarda paralı Şii askerlerin, aslında çok da inanmadıkları bir rejim uğruna ölümü göze alarak savaşmamalarına şaşırmamak gerekiyor.
Ortadoğu’da sınırlar değişiyor
Ortaya çıkan bu durumun tabii ki ciddi sonuçları olacaktır. Bir kere bölgede söz sahibi olmak isteyen bütün güçler bu gelişmeyi dikkate almak zorunda kalmıştır. Çünkü dengeler tekrar değişmektedir. Irak’ın bölünmesi eninde sonunda gerçekleşecektir. Bu artık sadece zaman meselesidir. Buna Suriye’nin bölünmesini de eklemek gerekir. Yani Ortadoğu’da bir kez daha haritalar değişmek üzeredir. Burjuva medyanın “Sykes-Picot Anlaşması miadını doldurdu” diye başlıklar atması boşuna değildir. Bu iş kısa vadede olmayabilir, ancak ne Suriye’de ne de Irak’ta artık eskiye dönülemeyeceği çok açıktır. Kısa vadede ise Irak’ta bir Sünni federasyonun kurulmasının gündeme gelmesi muhtemeldir. Her ne kadar ABD, Maliki’yi devirerek eski planına uygun biçimde bir uzlaşı hükümeti kurmaya uğraşsa ve şimdiden Şiiler arasında bölünme yaratmış olsa da, artık köprünün altından çok sular akmıştır. Buna ne Maliki ve onu destekleyen Şiiler ne de Sünni kesim yanaşacaktır. Ayrıca tüm zorlamalarına rağmen bunu sağlayamadığı durumda bir Sünni federasyonun kurulması ve hatta Irak’ın bölünmesi ABD için dünyanın sonu değildir. Görünen odur ki, karşılıklı pazarlıklar ve git-geller arasında Irak’ın bölünmesine giden süreç işleyecek ve bu arada IŞİD öncülüğündeki Sünniler güç kazanacak, hâkimiyetlerini pekiştireceklerdir.
Bu işten kârlı çıkan taraflardan biri de Kürt yönetimi olmuştur. Barzani önderliğindeki Kürt yönetimi bir yandan petro-stratejik bir şehir olan Kerkük’ün yönetimini ele geçirmiş, öte yandan bağımsızlıklarını ilan etmek noktasında çok elverişli bir konjonktür yakalamıştır. Türkiye ve İsrail daha şimdiden Kürtlerin bağımsız devlet kurma hakkını destekler açıklamalarda bulunmuşlardır. Sürece en temkinli yaklaşanlardan ABD ise menfi veya müspet yönde bir görüş belirtmemiştir. Her halükarda Kürtler pozisyonlarını güçlendirmişler ve merkezdeki Maliki hükümetiyle sıkıntı yaşadıkları petrol ihracı konusunda serbest kalmışlardır. Çünkü şu sıralar Maliki’nin Kürtlerle çatışması mümkün değildir. Güney Kürdistan fiilen bağımsızlığa gitmektedir.
AKP’nin ve Erdoğan’ın bu gelişmelere olumlu yaklaşması ise boşuna değildir. Bu sayede hem Kürt petrolü ve hem de IŞİD’in kontrolündeki bölgede çıkan petrol Türkiye üzerinden dünya pazarına satılabilecektir. Türkiye bunun pazarlıklarına çoktan başlamış durumdadır. Suriye’den beri desteklediği IŞİD’e bu son süreçte ses çıkarmamasının sebeplerinden biri de budur. Diğeri ise kendisinin de karşı olduğu Maliki rejiminin devrilmesidir. IŞİD’in ilerleyişi ikisini de sağlayacak bir gelişmedir. Ayrıca Erdoğan hükümeti Suriye’de Kürtlere karşı bir vurucu güç olarak destekleyip silahlandırdığı IŞİD’in ilerleyişine ses çıkarmamış ve Musul’daki Türk Büyükelçiliğinde 40’a yakın diplomat ve çalışanın bu örgüt tarafından esir alınmasının ardından, medyaya bu konuda yayın yasağı getirmiştir. Dolayısıyla şu anda MİT üzerinden IŞİD’le yürüyen pazarlıkların sadece rehinelerin kurtulması üzerinden yürüdüğünü düşünmek saflık olur. Asıl pazarlık bundan sonraki Irak üzerine yürütülmektedir.
Erdoğan’ın hesapları büyüktür. Bölünmüş bir Irak ve Suriye’de ortaya çıkmış bir Sünni Arap yönetimi ve bağımsızlığını kazanmış bir Güney Kürdistan’ın varlığında, bir yandan çok ihtiyaç duyduğu enerji ihtiyacının önemli bir kısmını karşılamayı ve böylece Rusya ve İran’a bu konudaki bağımlılığını azaltmayı ümit etmekte, diğer yandan da Kürtlerin ve Sünnilerin hamiliğini üstlenerek bölgedeki gücünü ve nüfuzunu arttırmayı hayal etmektedir. Bu arada Barzani sayesinde içerdeki Kürt sorununa da kendince çözüm bulmak niyetindedir. Örneğin Türkiye ile ittifak halindeki bağımsız bir Güney Kürdistan’ın Rojava’yı yutması yahut kontrolüne alması, içerdeki Kürt hareketinin de Barzani yardımıyla bölünmesi ve kuşkusuz birtakım tavizler verilerek susturulması niyeti, Erdoğan’ın halihazırda izlediği oyalama politikalarına da açıklık getirmektedir. Bu yüzden AKP sözcüleri bir yandan Güney Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkını destekler açıklamalar yaparken diğer yandan ise utanmaz ve ikiyüzlü bir biçimde, Türkiye’deki Kürtlerin bu hakkını ağızlarına bile almamakta, onları oyalamaya çalışmakta ve yeri geldiğinde de saldırmakta bir beis görmemektedirler.
Ancak Erdoğan’ın evde yaptığı hesabın çarşıya ne kadar uyacağını zaman gösterecektir. Birincisi Kürtler Erdoğan’ın zannettiği kadar kolay lokma olmadıklarını defalarca kanıtlamışlardır. TC’nin İslamcı örgütlenmeleri ve/veya farklı Kürt siyasetlerini kullanarak Kürt hareketini bölme ya da PKK’yi yalıtma çabaları şimdiye kadar hiç başarılı olmamıştır. Üstelik Rojava’da hâkimiyet PKK çizgisindeki PYD’dedir ve Barzani’nin bu bölgedeki etkisi zayıftır. İkincisi, bir süredir arasının iyi olduğu Barzani’yle ilerde ters düşmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Çünkü bölgedeki tek oyuncu Türkiye değildir. Unutmamak gerekir ki asıl oyun kurucu ve belirleyici güç ABD’dir. ABD’nin onay vermediği bir planın Ortadoğu’da hayata geçmesi mümkün değildir. ABD ise bölgede kendi planlarını ve çıkarlarını yürütecek “sadık ve söz dinleyen” bir güce ihtiyaç duymaktadır ve Erdoğan’ın bu kategoride olmadığı herkesin malumûdur. Yani Erdoğan’ın başkanlığında ve Kürtlerin ve Sünnilerin hamiliğini üstlenmiş güçlü bir Türkiye’nin ABD’nin ne kadar işine geleceği çok tartışmalıdır.
Tam da bu ve benzer sebepler yüzünden Obama yönetimindeki ABD son dönemlerde Ortadoğu’da bir denge politikası yürütmektedir. Bush zamanında Irak’ı işgal ederek mevcut dengeleri tamamen altüst eden ve ardından da Sünni-Şii kamplaşmasının temellerini atarak Ortadoğu’nun cinini şişeden çıkaran ABD, Obama yönetimiyle birlikte dengeleri yeni temellerde oluşturmak yönünde bir politika izlemiştir. Önce ikilik çıkartmış sonra da bazen Sünnileri bazen Şiileri destekleyerek denge kurmaya çalışmıştır. ABD, “böl ve yönet” taktiğinin en işe yarar emperyalist taktiklerden biri olduğunu çok iyi bilmektedir. Başlangıçta, Saddam’ı devirdikten sonra Irak’ta Şiilerin önünü açmış ama İran’ın etkisini kırmak için Irak dışındaki bölgelerde ılımlı Sünni akımlara destek vermiş olan ABD, Sünni kesimin genel anlamda yükselişe geçmesi ama aynı zamanda bu kesimin liderliğine oynayan Erdoğan’ın kontrolden çıkması, ayrıca da El Kaide vb. radikal Sünni İslamcıların da “fazlaca” semirmesi üzerine dümeni kırarak İran’a el uzatmıştır.
Bir yandan Erdoğan ve Maliki gibi söz dinlemeyen otoriter liderlerden, diğer yandan da şu anda hedef tahtasında olan radikal Sünni İslamcı güçlerden kurtulmak isteyen ABD, Irak’taki durum konusunda da İran’la birlikte hareket etmek üzere adımlar atmıştır. Fakat ABD’nin planlarının sorunsuz yürümesi kolay değildir. Çünkü İran’la girdiği yakınlaşma süreci İsrail, Rusya, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkeleri (ki bunların Rusya hariç hepsi ABD’nin bölgedeki müttefikleridir) kızdırmıştır. Ve bu ülkeler de ama el altından ama açıktan, ABD’nin aleyhine gelişmelere destek olmuş, göz yummuş veya önünü açmışlardır. Dolayısıyla şimdi ABD hem yükselen Sünni güçleri dengelemek için İran’la yakınlaşmaya devam etmekte (böylece İran’ı Rusya’dan koparmak anlamında da yol katettiğini düşünmektedir) hem de eski müttefiklerini fazla kızdırmamaya gayret etmektedir. Ama ABD emperyalizmi dahi kadir-i mutlak bir güce sahip olmadığından, Suudi Arabistan’ın IŞİD’i ya da el Kaide’yi desteklemesine, Erdoğan’ın Maliki’yi devirecek ve Irak’ı bölecek politikalar izlemesine, İsrail’in kendi kafasına göre yaptığı “yaramazlıklara” engel olamamaktadır. Üstelik tüm bunlara bir de yakın zaman önce Rusya’yla ipleri kopma noktasına getiren Ukrayna krizi eklenmiştir. Bu gelişme de, eski müttefiklerini hizaya getirmek açısından ABD’nin elini tutmasına ve daha dengeci, temkinli, ağırdan bir politika izlemesine neden olmuştur.
Ortadoğu halklarını bekleyen tehlikeler
Görünen odur ki, Ortadoğu’nun makûs talihinde kısa vadede bir değişiklik olmayacaktır. Onyıllardır savaşların, çatışmaların, sefaletin pençesinde kıvranan Ortadoğu halklarını çok daha acılı günler beklemektedir. Emperyalist ve kapitalist güçlerin yukarıda özetlemeye çalıştığımız planları ve çıkar çatışmaları yüzünden tüm bölgeyi saracak bir mezhep savaşı giderek kızıştırılmaktadır. Olası bir mezhep savaşının bölgeyi yangın yerine çevirmesi ve bu arada Türkiye’yi Pakistan’a çevirmesi ve hatta emperyalist paylaşım masasına taşıması işten bile değildir. Çünkü bölge ülkelerinin hemen hepsinde farklı mezheplerden halklar bir arada yaşamaktadır, bu yüzden de gelişecek mezhep savaşı tüm ülkelerde iç savaşı tetikleyecek bir kıvılcıma dönüşme potansiyelini taşımaktadır. Bu iç savaşların sonlanması onlarca yıl sürebilecek ve on milyonlarca insanın hayatı sönebilecektir.
Irak’ın bölünmesi bir son değil başlangıç olacaktır. Bunu diğer bölge ülkelerinde yaşanacak benzer senaryoların takip etmesi kaçınılmazdır. Çünkü Irak’ın bölünmesi, mevcut istikrarsızlığı daha da arttıracak, diğer bölge ülkelerindeki iç çelişkileri de tetikleyecektir. Bu da Ortadoğu’nun toptan karışmasına sebep olacaktır. Emperyalist ya da kapitalist güçlerden yahut onların desteklediği taraflardan, çözüm planlarından hiçbiri Ortadoğu’ya kalıcı barışı ve huzuru getirmeyecektir. ABD’nin “Büyük Ortadoğu Planı” bölgeyi adım adım bir cehennemin içine sürüklemektedir.
Gözü emperyal hırslarla dönmüş olan Erdoğan ve AKP hükümeti, hiç düşünmeden Pandora’nın kutusunu açabilecek ve cehennemin iblislerini yeryüzüne davet edebilecek tıynettedir. Suriye’de izlediği aktif siyaset, IŞİD gibi bir örgüte verdiği destek ve giriştiği kanlı planlar bunun göstergesidir. Bu sebeple de başta Türkiye işçi sınıfı olmak üzere bölgenin işçi ve emekçi sınıflarının gerçekleri görmesi ve bu gidişata dur demek üzere harekete geçmesi tek çıkar yoldur. Tüm burjuva güçler, kendilerinin haklı ve diğerlerinin haksız olduğu üzerinden yoğun propagandalar yürütmektedirler. Emekçiler buna kanmamalıdır.
Ortadoğu birçok kangrenleşmiş sorunla boğuşmaktadır ve bu sorunları gerçek anlamda çözecek olan işçilerin devrimci mücadelesidir. Filistin ve Kürt sorunu gibi ulusal sorunların kalıcı ve halkların yararına biçimde çözülmesi, Sünni ve Şii halklar arasındaki çatışmalar başta olmak üzere her türlü mezhepsel, etnik vb. çatışmanın son bulması da aynı koşula bağlıdır. Bölgeyi yıllardır acıya boğan ve sefalete sürüklemiş olan emperyalist kapışma da ancak işçi ve emekçi sınıfların ortak devrimci mücadelesiyle durdurulabilir. Emperyalistlerin ve kapitalistlerin planlarını, tezgâhlarını boşa çıkaracak olan da budur. Yıllardır çaresizlik ve umutsuzluk içinde debelenen ve bu sebeple de IŞİD yahut benzeri gerici, sınıf düşmanı örgütlerin kucağına düşen işçi-emekçilerin doğruyu bulması ve kendi sınıf çıkarları temelinde mücadeleye atılması da ancak ve ancak sınıf hareketindeki canlanmayla, gerçek ve devrimci alternatiflerin yaratılabilmesiyle mümkün olacaktır. Aksi takdirde, Ortadoğu halklarının makûs talihi değişmeyecek, çok daha kara günler kapımızı çalacaktır.
link: Kerem Dağlı, IŞİD ve Emperyalist Savaşın Kıskacındaki Ortadoğu, Temmuz 2014, https://marksist.net/node/3489
Yüz Yıl Sonra Dünya Savaşının Akla Getirdikleri