Başbakan Erdoğan’ın Ocak ayının başlarında gerçekleştirdiği Japonya gezisi sırasında Türkiye ile Japonya arasında bir nükleer enerji anlaşması imzalandı. Sinop’ta kurulacak nükleer santrale ilişkin detayları içeren bu anlaşma ile en fazla 10 yıl içerisinde tamamlanacak, 22 milyar dolar civarında maliyeti olacak bir yatırıma imza atılmış oldu. Uzun süreden beri hazırlıkları yapılan bu anlaşmanın imzalanması hiç kimse için sürpriz olmadı. Ancak anlaşmanın detaylarında bulunan bazı hususlar oldukça dikkat çekiciydi ve Türkiye’de olmasa bile özellikle Japonya’da tartışma konusu oldu.
Anlaşmanın ardından Japonya’nın 12 milyon tirajlı önemli bir gazetesi olan Asahi Şimbun’da kaleme alınan başyazıda, Türkiye’nin baskısı ile, yapılan anlaşmaya Türkiye’nin uranyum zenginleştirmesini ve plütonyum elde etmesini mümkün kılan bir maddenin de eklendiği belirtildi. Japonya hükümeti de nükleer silahların geliştirilmesine yönelik bir faaliyete destek veriyor olmasından dolayı eleştirildi. Plütonyum ve zenginleştirilmiş uranyum, esas olarak n
style='background:white'>ükleer silahların ve savaş başlıklarının üretiminde kullanılmaktadır. Yani bu maddenin anlaşmaya eklenmesi, Türkiye’nin nükleer silahlanmaya dönük önemli bir adım atması, en azından bu konudaki hevesini ortaya koymuş olması anlamına geliyor.
Dünyanın siyasal istikrarsızlıklarla çalkalandığı bir dönemde, burnunun dibindeki sıcak cephelerde yaşanan emperyalist savaşın, Türkiye’nin egemen sınıfını askeri olarak da daha güçlü olma çabası içine sokacağını tahmin etmek zor değil. Kısa bir süre önce, ABD’nin İran’ın nükleer faaliyetleri konusunda İran’la yaptığı anlaşmaya tepki gösteren İsrail Dışişleri Bakanı Liberman, “Ne Suudi Arabistan, ne Türkiye, ne de Mısır, kimsenin oturup beklemeyeceği apaçık. Onlar da kendi nükleer programlarını başlatacak” demişti. Emperyal emelleri nedeniyle zaten silahlanmasını arttırmak ve özellikle kendi kontrolünde silah üretim kapasitesini geliştirmek için can atan TC, Japonya ile yaptığı nükleer enerji anlaşmasına eklettiği madde ile birlikte Liberman’ın “kehanetini” boşa çıkarmamak için elinden geleni ardına koymayacağını da herkese göstermiş oldu.
TC’nin silahlanma konusundaki gayreti
Japonya ile yapılan anlaşmaya koydurulan madde militarist kudurganlıkta yeni bir düzeyi gösteriyor olsa da, aslında Türkiye burjuvazisinin silahlanma konusunda gösterdiği gayretler yeni değil. Silahlanma konusunda her yıl dünya genelinde çalışmalar yapan Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) raporlarına göre Türkiye’nin askeri harcamaları sürekli olarak artmaktadır. 2005’te 16 milyar 537 milyon dolar olan “savunma” harcamaları, 2008’de 16 milyar 767 milyon, 2011’de 18 milyar 687 milyon dolar olmuştur. 2012 yılında ise 18,2 milyar dolar askeri harcama yapan Türkiye, dünyada en çok askeri harcama yapan ülkeler sıralamasında ilk 15 ülke arasında yerini aldı.
Üstelik dünya genelinde 1998’den bu yana ilk kez askeri harcamalarda düşüş yaşanırken; harcamalar geçen yıla göre yüzde 0,5 azalarak 1,75 trilyon dolara gerilerken, Türkiye, Rusya ve Çin ile birlikte askeri harcamalarını arttıran ülkelerden biri oldu. Türkiye 2012 yılında tüm dünyadaki silah harcamalarının yüzde birini gerçekleştirdi. Türkiye’nin 2014 yılı savunma, güvenlik ve istihbarat bütçeleri ise 2013 yılına göre yaklaşık yüzde 10’luk artış gösterdi.
Bütün bu veriler burjuvazinin silahlanma konusundaki gayretini açık biçimde gösteriyor. Ancak son yıllarda TC’nin bir noktada özel bir hevesi var ki asıl olarak onun üzerinde durulması gerekiyor. TC kullanacağı silah teknolojisinin kendi kontrolünde olabilmesi için yerli askeri endüstrinin gelişmesine büyük yatırımlar yapıyor. Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerinin ana muharebe araçlarının yerlisinin, tamamen özgün tasarım veya ortak üretim şeklinde üretilmesi konusunda yoğun çabalar gösteriyor.
Alt-emperyalist bir güç olarak pozisyonunu daha da kuvvetlendirmeye çalışan Türkiye, emperyal emelleri için kullanacağı katliam silahlarını yetkinleştirmek amacıyla kapsamlı bir silahlanma hamlesine girişmiştir. Bu doğrultuda, Kara Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde kullanılmak üzere üretilen ana silah ve araçların geliştirilmesi konusunda büyük yol alınmış durumdadır. Örneğin, Altay ismi verilen tank tamamen yerli tasarımdır ve üretim aşamasındadır. Zırhlı personel taşıyıcılar ve geliştirilmiş zırhlı personel taşıyıcılar Nurol firması-yabancı ortaklığı ile üretilmektedir. Kara havacılığının önemli unsuru olan “genel maksat ve taarruz” helikopterleri ise İtalya firmalarıyla birlikte üretilmektedir. Yine Başbakan’ın son Japonya gezisinde, Mitsubishi Heavy Industries ile ortak tank motoru geliştirme konusunda bir anlaşma yapılmıştır.
Deniz Kuvvetleri için ana muharebe gemisi üretim projesi olan MİLGEM Projesi de tamamen yerli tasarım ve üretim projesi olarak ilerlemektedir. Denizde İkmal Muharebe Destek Gemisi Projesi, Sahil Güvenlik SAR-33 Botu Modernizasyonu Projesi, Denizaltı Dalış Simülatörü Projesi ise sürdürülmektedir. İnsansız hava araçlarında da önemli ilerlemeler sağlanmış; ANKA insansız hava aracının daha uzun menzil ve yük taşıma kapasitesine sahip turbo-prop motorlu versiyonunun ön tasarımının geliştirilmesine başlanmıştır. Yerli uçak yapımı projesinin giriş adımları olarak ise bazı küçük keşif uçakları, eğitim uçakları vb. tasarlanmaktadır. Burjuva sözcülerin övünçle bahsettikleri bu “ilerlemeler” elbette işçi sınıfı açısından haksız savaşlarda emekçi halkların kanının dökülmesi için yapılan hazırlıkların tam gaz gitmesinden başka bir şey ifade etmemektedir.
Ayrıca burjuvalar katliam kapasitelerinin artması için yeni projeleri ve teşvik sistemlerini de yürürlüğe koymuşlardır. Meselâ Milli Elektronik Harp Sistemi, Özel Kuvvetler Helikopter Modernizasyonu, CN-235 Aviyonik Modernizasyonu gibi isimlerle yürütülen faaliyetlerin geliştirilmesi için önemli miktarlarda kaynak ayrılmıştır. Bunların yanı sıra, milyarca dolarlık bir kaynağın ayrılacağı belirtilen bir uçak gemisi projesinden bahsedilmektedir. Ayrıca, Başbakan Erdoğan başkanlığında toplanan Savunma Sanayi İcra Kurulu, yerli sanayi kuruluşlarına yönelik kredi-teşvik sisteminin kurulması, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için yurtiçi AR-GE projelerinin desteklenmesi ve silah sanayi kuruluşları ile üniversitelerin katılımının sağlanması doğrultusunda kararlar almıştır.
Devletin var gücüyle büyütmeye çalıştığı savaş sanayiinin cirosu 2012 yılında 4,3 milyar dolara, toplam ihracatı ise bir yılda yüzde 35 artarak 1,3 milyar dolara ulaşmıştır. Bununla da yetinmeyen Türkiye 2016’da 2 milyar dolar ihracat yapmayı ve 2023’te askeri harcamalarda dünya sıralamasında 15. sıradan 10. sıraya gelmeyi hedeflemektedir.
Başbakan Erdoğan hemen her fırsatta yerli askeri sanayinin geliştirilmesinin önemini vurgulamakta, mevcut durumu kabullenmediğini ifade edip ilgili tüm kurumları bu doğrultuda motive etmeye çalışmaktadır. Çünkü Türkiye, her şeye rağmen dünya savaş sanayii ölçeğinde hâlâ bir cücedir. Ancak bir atılım yapmak için hevesi de son derece fazladır. Erdoğan’ın, örneğin, Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu toplantısında TÜBİTAK yetkililerine söylediği, “Kapı komşumuz İran’ın füzeleri 2000 km menzilli, bizimkiler 150 km, bu olmaz, geliştirmemiz lazım. İran tamamen yerli; Avrupa’dan bağımsız olarak kendisi üretiyor. Ambargoya rağmen bunu yapıyor. Biz de yapabiliriz. Sizden bunu istiyorum” sözleri, her ne kadar Erdoğan’a özgü hırslı üslubu yansıtsa da, gerçekte bundan ibaret olmayıp, alt-emperyalist bir güç haline gelen Türkiye burjuvazisinin bu konudaki eğilimini ortaya koymaktadır.
TC’nin yerli silah sanayiini güçlendirme ve geliştirme arzusu o denli kuvvetli ki, bu arzuları yüzünden büyük emperyalist güçlerle karşı karşıya gelmeyi bile göze alabilmektedir. Uzun süre askıda kalan ancak en sonunda Çin firmasına verilen uzun menzilli füze savunma sistemi ihalesinin sonucu bu cüretkârlığı açıkça göstermektedir. ABD ve Avrupa’nın ciddi telkinlerine ve baskılarına rağmen hükümet yerli savaş sanayiine zemin sağlayacağı için Çin firması lehine karar vermiş ve ilk defa bir NATO ülkesinde Çinli bir silah firmasının ihale kazanmasının altına imza atmıştır.
Milli Savunma Bakanı ve Başbakan’ın ifadeleri eğilimin neden bu yönde oluştuğunu açıkça ortaya koymaktadır: Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz Vatan gazetesine yaptığı açıklamada, “Biz ortak üretim ve teknoloji transferi istiyoruz. Diğer ülkeler bunu sağlamıyorsa biz de sağlayandan alacağız” demiştir. Başbakan Erdoğan ise, “En uygun ve düşük fiyatı Çin verdi. Bunların yanında Çin bir de ortak üretime evet dedi. Diğer ülkeler ortak üretime hayır dedi. Onun için diğer ülkeleri çıkardık. Çin en erken bunun üretimini teyit etti. Sürede yüzde 50 fark var. Konuyla ilgili puanlamalar yapıyor. Genelkurmay Başkanımız ve Savunma Bakanımız ile Çin’i bu işe daha uygun gördük. NATO’nun söyledikleri hilafı hakikattır. NATO’nun ülkelerinde Rus füzelerinin olduğunun kaydı vardır. 7-8 ülkenin askeriyesinde Rus füzeleri var. Bunlar dosyalarımda mevcut” diyerek, TC’nin yerli savaş sanayiini geliştirmek için ne denli kararlı olduğunu ortaya koymuştur.
Bu ihalenin sonuçlandığı günden bu yana da hükümetin üzerinden baskılar hiç eksik olmamış, deyim yerindeyse hükümet abluka altına alınmıştır. Baskıların yoğunlaşmasının ardından hükümet sürecin sonuca bağlanmadığını açıklayarak geri adım atma sinyali vermiştir. Hükümetin bu tutumunu belirleyen güdü de aslında Batılı emperyalist güçlerden yerli silah sanayiini geliştirme ve teknoloji aktarımı konusunda daha fazla taviz koparmaktır. Sürecin bu seyri, TC’nin bir yandan Batılı emperyalist güçlere şantaj yaparak pazarlık gücünü arttırmak istediğini, diğer yandan ise mevcut güç dengelerini sarsacak düzeyde adımlar atacak kapasitede olmadığını göstermektedir.
Burjuvazi silahlı gücünü neden tahkim ediyor?
Bilindiği üzere Türkiye ekonomisi son on yılda büyük bir ilerleme kat etti ve dünyanın önemli ekonomilerinden biri haline geldi. Normal olarak da bu süreç burjuvaların daha da semirmesini, sermayelerini büyütmesini sağladı. Bir alt-emperyalist güç haline gelen burjuvazinin devleti de bölgesinde nüfuzunu genişletmek için ciddi bir nesnel zemine sahip oldu ve buna uygun bir devlet ideolojisi oluşturup bu doğrultudaki politikaları hayata geçirmeye girişti. Ancak emperyalizm çağında ciddi bir askeri güce sahip olmadan nüfuz kavgası vermek mümkün olamayacağı için Türkiye burjuvazisi kendi kontrolündeki bir savaş gücünü yaratmanın yollarını da aramaya başladı.
“Emperyal Türkiye” kudurganlığının başlıca sözcülerinden ve Erdoğan’ın danışmanlarından biri olan Yiğit Bulut’un sözleri bu arayışı açıkça ortaya koymaktadır: “Özellikle yeni emperyal vizyonun gerektirdiği en önemli ayrıntı; kullandığımız silah teknolojilerini kendimizin üretmesinde olacaktır... Olaya bu açıdan bakınca görünen açık: Türkiye başta İsrail olmak üzere rol savaşına gireceği bütün ülkelere olan bağımlılığını süratle yok noktasına doğru zorlamalı ve kendi imkânlarını bu yolda seferber etmelidir... Türkiye vizyon olarak genleşiyor ama endüstriyel olarak bu rolden hâlâ çok uzak!... Başbakanınızı Lübnan topraklarında Amerika-İsrail veya Almanya’dan aldığınız silahlar veya bilgisayar sistemleri-elektronik cihazlar ile koruyamazsınız... Bugün için bunu yapabiliyoruz ama yarın uçağımıza bile elektromanyetik saldırı olacağı kesin... Kendi teknolojilerimizi süratle, akşamdan sabaha çalışmaya başlayarak hatta, acilen geliştirmemiz gerekli...”
Son süreçte, Erdoğan hükümeti, emperyalist nüfuz mücadelesinde haddini aşan adımlar attığı için epeyce hırpalandı ve hırpalanmaya da devam ediyor. Ancak her şeye rağmen kendine vehmettiği misyonları yerine getirmek arzusundan da vazgeçmiş değil. Bunun bir güç mücadelesi olduğunu ve koşulların sürekli olarak değişme imkânının olduğunu bilerek mücadelesini sürdürüyor.
Burjuvazinin sözcüleri “güçlü Türkiye”nin emekçilerin de çıkarına olduğu yalanını pompalasa da gerçek bunun tam tersidir. Erdoğan hükümetinin izlediği emperyal politikalar işçi sınıfına ağır bedeller ödetiyor. Burjuvazi bir taraftan iktisadi gücünü arttırmak için, çalışma saatlerini uzatarak, ücretleri düşürerek, işçi sınıfını örgütsüzleştirerek sömürüyü derinleştirirken, diğer taraftan da askeri gücünü arttırmak için bütçenin önemli bir kısmını silahlanmaya ayırıyor. Bu yolun sonunda işçi sınıfının ve diğer emekçilerin çocuklarının savaş meydanlarına sürülerek birbirlerine kırdırılmasından başka bir şey yoktur. Bu yüzden silahlanma çabalarına ve burjuvaların emperyal emelleri için uyguladıkları politikalara karşı durmak işçi sınıfının en önemli görevlerinden biridir.
link: Selim Fuat, TC’nin Artan Militarist Çabaları, Şubat 2014, https://marksist.net/node/3409
Zamanın Ruhu
Ortadoğu’ya Devrim Gerekiyor