Arap coğrafyasını altüst eden isyan dalgasının üzerinden üç sene geçti, ama Arap halklarına “artık yeter” dedirten koşullar ortadan kalkmış değil. Emekçi sınıfların ayağa kalktığı ülkelerin hiçbirinde sorunlar çözülmedi. Demokratikleşmeden söz etmek zor, siyasi istikrarsızlık hâlâ varlığını sürdürüyor. Barış ve huzurdan bahsetmekse hiç mümkün değil. Suriye’de kanlı bir içsavaş sürüyor ve diğer ülkelerde de içsavaşlara ucu açık çatışmalı-gerilimli durumlar mevcut. İşçi ve emekçilerin yaşam koşullarında en ufak bir iyileşme olmadı. Geçim sıkıntısı, yoksulluk ve işsizlik olanca ağırlığıyla kitlelerin belini bükmeye devam ediyor. Yolsuzluklar ve siyasi çürüme ise had safhada sürüyor.
Oysa kendini yakarak isyan dalgasının kıvılcımını çakan Tunuslu Bouazizi’yi izleyen Arap halkları, canları pahasına sokaklara döküldüklerinde çok farklı beklentiler içindeydiler. Korku duvarını aşan kitlelerin isyanı onlarca yıllık diktatörleri devirmiş ve halklar çok daha iyi bir geleceğin umuduyla dolmuşlardı. Emekçi sınıflar cesurca ileri atılarak onyılların hatta yüzyılların durgunluğunu kırıp yeni bir dönemin kapısını aralamışlardı. Ama isyanlarını başarılı devrimlere evriltecek örgütlülükten yoksundular ve bu yüzden sürecin kontrolünü burjuva güçler ellerine aldılar. Devrimci bir önderliğe sahip olmadıkları için, tüm örneklerde kitlelerin enerjisi emperyalist güçler ve egemen sınıflar arasındaki kapışmalara kanalize oldu.
“Baharım güz oldu, yazım kış”
Mısır’da, geçtiğimiz yılın Temmuz ayında, kitlesel protesto gösterilerinin ardından eski rejimin asıl sahibi ordu, güya devrimi korumak adına bir darbeyle Müslüman Kardeşler’i devirmiş ve iktidarı tekrar ele geçirmişti. Ardından ordu bu İslamcı hareketi terör örgütü ilan etti ve yasakladı. Neredeyse tüm liderlerini tutukladı ve malvarlığına el koydu. Orduyu temsilen yönetime el koyan General Sisi güdümündeki geçici yönetim bir anayasa taslağı hazırladı ve Ocak ortasında yapılan referandumda bu taslak %98,1 oyla (!) kabul edildi. Ancak gerek Müslüman Kardeşler’in gerekse de darbeye karşı çıkan diğer muhalif kesimlerin protestoları ve referandumu boykot etmeleri sonucu sandığa gitme oranı %38,6’da kaldı. Dolayısıyla “halkın desteğini arkasına alarak devrimi kurtarmak”tan bahseden halk düşmanı ordunun aslında ciddi bir kitle desteğine sahip olmadığı da kanıtlanmış oldu.
Gerçekte orduyu ve onun yeni anayasayla iyice pekiştireceği vesayet rejimini destekleyenler, eski Baasçılar, ulusalcı solcular, burjuva liberaller ve demokratlardan oluşan sözde “ilerici, laik” kesimlerdir. Bunlar, bir yandan Müslüman Kardeşler döneminde emekçi halkta oluşan tepkilerden ve diğer yandan da Batılı emperyalistlerin İslamcılara karşı yükselen alerjisinden faydalanarak, kendi çıkarları doğrultusunda seçkinci-laikçi ve baskıcı bir rejimi tekrar inşa etmek peşindedirler. Emekçi halkın sıkıntılarının giderilmesi veya özlemlerinin karşılanmasıyla en ufak bir alâkaları yoktur. Ama halkın desteğini kazanabilmek için ağızlarından “devrim” veya “devrimi korumak” laflarını da düşürmemekte, en güçlü rakipleri olarak gördükleri İslamcıları da teröristlikle suçlayarak gözden düşürmeye çalışmaktadırlar.
Askeri-sivil bürokratik vesayeti kabul eden ve ordunun arkasına dizilen bu burjuva güçlerin planı, önce Sisi’yi cumhurbaşkanı seçtirmek, ardından da yeni anayasa temelinde (tıpkı bizdeki 27 Mayıs darbesi ve 1961 anayasasında olduğu gibi) vesayet kurumlarını daha güçlü biçimde tahkim ederek rejimi garanti altına almaktır. Böylece genel seçimlerde kim gelirse gelsin düzenleri bozulmayacak ve çıkarları korunacaktır. Bu maksatla yeni anayasada bir yandan göstermelik demokratik hükümler yer alırken (cumhurbaşkanının meclis tarafından görevden alınabilmesi, meclisin üst kanadı “şura”nın kaldırılması, kadın-erkek eşitliğinin garanti edilmesi, devletin mezhebsel karakterine ilişkin maddelerin kaldırılması, azınlık haklarının garanti edilmesi, devletin ahlâki değerlerin koruyucusu olduğu yönündeki maddenin kaldırılması vb.); diğer yandan askeri-sivil bürokratik vesayeti güvenceye alacak düzenlemeler yer almaktadır (ilk 8 yılda savunma bakanını atama yetkisinin orduya verilmesi, ordunun imtiyazlarının daha da arttırılarak mali ve hukuki bağımsızlık sağlayan yetkilerin genişletilmesi, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması, orduya siyasi ve hukuki dokunulmazlık sağlanması, ordunun siyasete müdahale edebilmesini sağlayacak mekanizmaların oluşturulması; polis teşkilatına hukuki dokunulmazlık ve kendini ilgilendiren yasal düzenlemelerde veto hakkı getirilmesi, olağanüstü yetkilerinin arttırılması vb). Böylece Mısır’da aslında bir kez daha otoriter ve anti-demokratik bir rejim tesis edilmiş olmaktadır. Seçimle gelen siyasi partilerin neredeyse hiç hükmü olmayacaktır.
Ancak anayasadaki göstermelik demokratik hükümlerin ve “şeriatçı, terörist İslamcılar” öcüsünün Mübarek’i deviren kitleleri sakinleştirmeye yetmeyeceğini iyi bilen Sisi, Körfez ülkelerinden gelen milyar dolarlarla halkın hoşnutsuzluğunu gidermeye çalışmaktadır. Yoksullara yapılan sosyal yardımların (ki halkın neredeyse %50’sini kapsamaktadır) devam ettirilmesinin ve asgari ücrete %40 zam yapılmasının amacı da budur. Ancak elbette bunlara, en ufak muhalefete bile aman vermeyecek baskıcı uygulamalar eşlik etmektedir. Katliamların, tutuklamaların, yasaklamaların ve devlet terörünün şimdilerde asıl olarak Müslüman Kardeşler’i hedef alması kimseyi yanıltmamalıdır. Baskıların İslamcılarla sınırlı kalmayacağı açıktır. Nitekim darbeye ve anayasa referandumuna karşı çıkan ve Mübarek’in devrilmesini sağlayan süreçte en ön saflarda yer alan “6 Nisan Hareketi” gibi yapılar da aynı devlet teröründen nasiplerini fazlasıyla almaktadırlar. Darbeci ordu güçleri, sıra muhalefeti bastırmaya geldiğinde İslamcılarla sosyalistler veya devrimciler arasında bir ayrım yapmamaktadırlar.
Mevcut ekonomik tablo da, rejimin halkı şimdilik oyalamasını sağlayan Körfez dolarlarının etkisinin fazla uzun sürmeyeceğinin işaretleriyle doludur. Ekonomik büyüme %5-6’lardan %1-2’lere düşmüş durumdadır. Milli gelirin %10’unu oluşturan turizm gelirleri dörtte bir oranında azalmıştır. Su ve elektrik kesintileri ise azalmakla birlikte devam etmektedir (ki bu kesintiler Müslüman Kardeşler’in devrilmesinde önemli rol oynamıştı), ekmek bulmak bile zorlaşmıştır. İşsizlik resmi rakamlara göre %14’tür, gerçekteyse %40’lara ulaştığı tahmin edilmektedir. Gençlerde işsizlik oranı %71’e çıkmıştır. BM’e göre açlık sınırının altında kalanlar nüfusun %17’sini oluşturmaktadır. Enflasyonun %130’larda olduğu söylenmektedir. Yabancı sermaye yatırımları ise tamamen durmuştur.
Tüm bunlara rejimle Müslüman Kardeşler arasındaki gerilimden kaynaklı giderek artan siyasi istikrarsızlık ve şiddet eylemleri eklendiğinde, yükselecek halk tepkisini bastırmak için rejimin otoriterliğinin artacağını ama bunun çok fazla işe yaramayacağını öngörmek zor değildir.
“Arap Baharı”nın başladığı ülke kabul edilen Tunus’taki durum da pek parlak değildir. Mısır’daki “kardeşlerinin” akıbetini gören En Nahda (Müslüman Kardeşler’in Tunus versiyonu) durumdan vazife çıkartarak diğer burjuva güçlerle uzlaşmış ve eski rejim güçlerine ciddi tavizler vererek pozisyonunu koruma yoluna gitmiştir. En Nahda, Laik Cumhuriyet Partisi ve Ettakol Partisi (sosyal demokrat parti) koalisyon halinde Ulusal Kurucu Meclis’i oluşturmaktadırlar. Mısır’da Müslüman Kardeşler devrilirken Tunus’ta da sol ve laikçi-ulusalcı kesimden liderlerin radikal İslamcıların suikastlarına kurban gitmesi En Nahda’yı oldukça zora sokmuş ve ülkenin en büyük sivil gücü olan UGTT adlı işçi sendikası konfederasyonunun baskısı ve araya girmesiyle uzlaşı sağlanmıştır. En Nahda’nın yerini teknokrat bir hükümete bırakması ve yeni anayasanın yürürlüğe girmesiyle kriz şimdilik atlatılmıştır.
Ancak En Nahda’nın kendini kurtarmak ve iktidarda kalabilmek adına eski rejim güçlerine verdiği tavizler tepkileri arttırmaktadır. Yeni anayasa da tam bu nedenle, “beklentileri karşılamadığı ve devrimin hedeflerini tam olarak yansıtmadığı” sebebiyle eleştiri konusu olmuştur. Halkın özgürlüklerle ilgili talepleri karşılanmış değildir. Diğer Arap ülkelerine nazaran güçlü bir sendikal geleneğe sahip olan Tunus işçi sınıfı da “işçilerin hakları açısından bir iyileştirme getirmediği” gerekçesiyle yeni anayasayı yetersiz bulmaktadır. “Anayasa bir grup burjuva tarafından hazırlandı. Ne fakir insanlar tarafından yapılan devrimin hedeflerini ne de toplumsal talepleri karşılıyor” ifadesi emekçi halkın yeni anayasa hakkındaki düşüncelerini özetlemektedir. Bu bağlamda, koalisyon ortağı burjuva güçlerin, “çoğulcu ve katılımcı sisteme dayandığı, ülkede gerçekleşen özgürlük devriminin onur kaynağı olduğu; halkın, İslamın öğretilerine ve amaçlarına olan bağlılığını açıklık ve itidal ilkeleriyle karakterize ettiği” şeklindeki açıklamalarla yeni anayasayı selamlamaları emekçi halk açısından pek bir şey ifade etmemektedir. Eskisine göre çok daha demokratik hükümler içermesi ve Mısır’daki gibi daha otoriter ve vesayetçi bir rejime yol açmaması, sokaklara dökülerek Bin Ali’yi ülkeden kovmuş emekçiler için yeterli değildir.
Ayrıca başta işsizlik ve yoksulluk olmak üzere, işçi sınıfının yakıcı ekonomik sorunları da hâlâ devam etmektedir. Genel seçimler de sırada beklemektedir. En Nahda, tansiyonu geçici olarak düşürmeyi başarmış olsa da ekonomik-siyasi istikrarı sağlamaktan uzaktır. En Nahda bir yandan eski rejim güçlerinin ve ulusalcı-laik kesimin, diğer yandan da radikal İslamcıların basıncı altındadır. İki tarafı aynı anda memnun etmesi olanaklı değildir.
ABD ve Fransız emperyalizminin başını çektiği NATO güçlerinin müdahalesiyle devrilen Kaddafi’nin ardından Libya’da da sular durulmamıştır. Kabilelerin etkinliklerini sürdürüyor olmaları nedeniyle Libya’da merkezi bir devlet yapısı bile oluşturulabilmiş değildir. Silahlı kabileler ve çeşitli gruplar sürekli birbirleriyle çatışmakta, kimi zaman petrol tesislerini veya limanları işgal etmekte, hatta başbakanı bile kaçırabilmektedirler. Bu haliyle Libya’da bir tür “kabile” kapitalizminin hüküm sürdüğünü söylemek mümkündür. Emperyalist güçler ise petrol bölgelerini ve tesislerini paylaşmış olduklarından, Libya’da kendilerinin yol açtıkları bu durumu izlemek dışında bir şey yapmamaktadırlar.
Petrol zengini bir ülke olmasına rağmen Libya’da da işsizlik ve yoksulluk ciddi bir tırmanış halindedir. Bunun şu anki en önemli sebebi ise, farklı silahlı grupların ve kabilelerin elinde bulunan petrol tesisleri, hatları veya limanlarının kullanılamaz durumda oluşudur. Bu kaotik ortamda nüfusun üçte birinin işsiz ve yoksul durumda olduğu tahmin edilmektedir. Bu tabloya ciddi bir yolsuzluk ve çürümüşlük de eşlik etmektedir.
Ortadoğu’da bugünlerde moda olduğu üzere, Libya’da da çeşitli burjuva kesimler koro halinde ılımlı İslamcıları da teröre destek vermekle suçlamaktadırlar. İktidarın güçlü ortaklarından olan ve Müslüman Kardeşler’in Libya ayağını oluşturan Adalet ve İnşa Partisi oldukça ılımlı bir çizgi izlese de, ülkenin doğusunda kimi radikal İslamcıların yarı bağımsız bölgeler oluşturmaları ve gittikçe artan şiddet eylemleri, bu propagandayı olanaklı kılmaktadır. Her ne kadar İslamcı güçler hedef tahtasına oturtulsa da, bizzat Ulusal Meclis oybirliğiyle şeriatı yasamanın kaynağı olarak kabul etmiştir. Hiçbir siyasi parti kendini “laik” olarak tanımlamamaktadır. Ancak bu gerçeklik, rakip burjuva güçlerin birbirlerini ikiyüzlü biçimde ve sahtekârca suçlamalarını engellememektedir.
“Arap Baharı”nın bir diğer durağı olan Yemen’de de, bizzat uluslararası ve bölgesel güçlerin anlaşması ve müdahalesiyle iktidarı bırakmak zorunda kalan Ali Salih’in yerine geçen eski yardımcısı, bir yandan egemen sınıfı oluşturan kabile liderlerini diğer yandan da ABD ve Suudi Arabistan’ı memnun etmeye uğraşıyor. Parçalı kabile yapısı, Libya gibi Yemen’in de en önemli sorunudur. Geçmişin mirası olan çatışmalar da hortlamış durumdadır. Aynı zamanda Suudi Arabistan’la İran’ın nüfuz savaşına konu olan ülkenin kuzeyindeki Şii kabileler bir yandan, güneydeki El Kaide yanlısı kabileler öteki yandan bastırarak siyasi istikrarın oluşmasını engellemektedirler. Devrik cumhurbaşkanının şu sözü, Yemen’in durumunu özetlemektedir: “Kabilevî toplum devlete dönüşmek yerine devlet kabileye dönüştü.” Halkın yarısının yoksulluk sınırının altında yaşadığı Yemen’de kabileler ve çeşitli çıkar grupları arasındaki çatışmalar ile bizzat ABD’nin El Kaide’yi bahane ederek insansız hava araçlarıyla yürüttüğü acımasız saldırılar, bu ülkede de kaotik ortamın devam etmesine neden olmaktadır.
İslamcı hareketler neden başarılı olamadılar?
“Arap Baharı” denilen sürecin önemli sonuçlarından birisi de, Arap halklarının yarattığı isyan dalgasının, bu ülkelerde hüküm süren rejimleri sarsarak şimdiye kadar bastırılmış ve engellenmiş olan İslamcı siyasetlerin önünü açmasıdır. Devrimci alternatiflerin yokluğunda, bu ülkelerdeki en örgütlü muhalif güçler İslamcı hareketler olduğundan, bunlar sınırlı kitle desteğine sahip olmalarına rağmen kısa sürede öne çıktılar. Suriye örneği bir yana bırakılacak olursa ya iktidara yükseldiler ya da iktidar ortağı oldular. Suriye’de de burjuva muhalefetin ana gövdesini oluşturdular ve koalisyon halindeki muhalefet bloku içinde hâkim güç haline geldiler.
Ancak bu durum kısa sürmüştür. İslamcı siyasetler ne işçi ve emekçi kitlelerin derdine derman olabilmiş ne de emperyalistlere yahut diğer burjuva kesimlere yaranabilmişlerdir. Müslüman Kardeşler’in çeşitli versiyonlarının bölgedeki köklü sorunlara çözüm getiremeyeceklerinin anlaşılması fazla uzun sürmemiştir. İslamcı partiler ya da siyasetler yükseldikleri hızla düşmüşlerdir. Müslüman Kardeşler’in Mısır’da, Batı’nın da cevaz verdiği askeri bir darbeyle devrilmesi; Tunus’ta başına gelecekleri anlayan iktidardaki En Nahda hareketinin yerini teknokrat bir hükümete terk ederek şimdilik paçayı yırtması somut örneklerdir. Bu örnekleri izleyen Libya ve Yemen’deki İslamcılar ise fazla öne çıkmadan ve göze batmadan beklemekte, Mısır’da yaşananların kendilerinin başına gelmemesi için uğraşmaktadırlar. Suriye’de de burjuva muhalefetin ağırlıklı kesimini oluşturmalarına rağmen ılımlı İslamcılar, esen ters rüzgârların kurbanı olmamak için çareyi Esad güçleriyle ittifak halinde, radikal İslamcı gruplara cephe almakta bulmuşlardır.
“Arap Baharı”na konu olan ülkelerdeki İslamcı hareketlerin bu inişinin çeşitli sosyal ve siyasal sebepleri olsa da, ikisinin altını çizmek yeterlidir. Bunlardan birincisi, Müslüman Kardeşler veya çeşitli İslamcı hareketlerin, emekçi kitlelerin beklentilerini karşılayamayacaklarının ortaya çıkmasıdır. Emekçi halkların isyan etmelerinin temel nedenleri yüksek düzeydeki işsizlik, yoksulluk ve sefalet koşulları ile onyıllardır hüküm süren ve kendilerini insan yerine dahi koymayan baskıcı politikalardır. İslamcılar bu faktörlerin hiçbirini ortadan kaldıramadıkları ve halkın yaşam koşullarında en ufak bir düzelme sağlayamadıkları gibi, tüm enerjilerini kendi iktidarlarını tesis etmeye ve sağlama almaya hasretmişlerdir. Bu yüzden de kitlelerin özlem duyduğu özgürlüklerin önünü açacak demokratik düzenlemeler yapmak yerine farklı türden yasaklamaları ve otoriter-baskıcı uygulamaları hayata geçirmeye başlamışlardır. Bu da kredilerini erken tüketmelerine neden olmuştur.
Bu noktada şu önemli soruyu sormak ve cevaplamak gereklidir: Başka türlü olabilir miydi? Tabii ki olamazdı. Çünkü başta Müslüman Kardeşler olmak üzere bu İslamcı hareketlerin hepsi de burjuva siyasal akımlardır ve burjuvazinin İslamcı denilen kesimlerinin çıkarlarının temsilcisidirler. Tabanlarında barındırdıkları milyonlarca işçi ve emekçinin varlığı ve bağlılığı bu bağlamda gerçekliği değiştirmez. Tüm diğer burjuva siyasi partiler gibi İslamcıların da hedefi iktidardan pay kapmak ve hatta iktidarı ele geçirmektir. Bu yolda takiyye yapmak, pragmatist veya oportünist politikalar izlemek sadece İslamcıların değil tüm burjuva siyasetlerin sıklıkla başvurdukları yol ve yöntemlerdir. Müslüman Kardeşler de “Arap Baharı”nın rüzgârları altında kendilerini “devrimin ve halkın savunucusu, koruyucusu” olarak ilan etmişlerdir ama kazın ayağının öyle olmadığı kısa sürede kitlelerce de anlaşılmıştır.
Daha da önemlisi, emekçi kitleler için hayati derecede belirleyici olan işsizlik, yoksulluk, yaşam standartlarının iyileştirilmesi gibi konularda ne İslamcıların ne de diğer burjuva siyasetlerin (ister iktidarda olsunlar ister muhalefette) yapabilecekleri pek bir şey yoktur. Ancak göz boyamaya yarayan geçici iyileştirmeler için bile burjuvazinin ciddi mali kaynaklara sahip olması gerekir ki, bahsi geçen Arap ülkelerinin hiçbirinde böyle bir kapasite yoktur. Kalıcı iyileşmelerin ise kapitalist bir düzende, hele ki içinden geçilen küresel ekonomik kriz koşullarında, hayata geçirilme ihtimali yoktur.
Ortadoğu coğrafyasında İslamcı hareketlerin inişe geçmelerinin ikinci önemli sebebi ise ABD emperyalizminin bu hareketlere yönelik yaklaşımındaki değişikliktir. Ortadoğu’daki Baasçı veya diğer totaliter rejimleri değiştirmek noktasında ılımlı İslamcılardan yararlanma düşüncesi ABD yönetimlerince bir süre için gündeme alınsa da, AKP-Müslüman Kardeşler-Hamas gibi örnekler üzerine bu politikalar rafa kaldırılmış gözükmektedir. Verili konjonktürde ABD’nin İslamcı hareketlerin fazla güç kazanmasını istemediği ve çıkarlarına aykırı pozisyonlar takınmalarını engellemek amacıyla önlerini kesmeye çalıştığı aşikârdır.
Bu tablonun oluşmasında radikal İslamcı güçlerin artan etkinliği de önemli bir faktör olmuştur. “Ilımlı İslam”ı temsil eden Müslüman Kardeşler vb. hareketlerin nispi geri çekilişine, hemen her yerde radikal Sünni İslamcı güçlerin yükselişi eşlik etmektedir. Bu radikal İslamcı güçler, genel anlamda İslamcı hareketlerin tabanında oluşan tepkisellikten (İslamcı akımların demokratik yollardan iktidara gelmelerinin engellendiği düşüncesine bağlı olarak) ve emperyalist kapışmanın yarattığı fırsatlardan da yararlanarak etkinliklerini arttırmışlardır. Gerçekleştirdikleri radikal eylemler veya saldırılar Müslüman Kardeşler vb. akımları daha da köşeye sıkıştırmış ve karşıt burjuva güçlerin (ve ABD’nin) elini güçlendirmiştir. Hatta Suriye örneğinde bizzat ABD, “Suriye’de El Kaide’yi görmektense Esad’a razı oluruz” diyerek tercihini açık biçimde ortaya koymuş ve işler Şii İran’la birlikte El Kaide’ye karşı savaş verme noktasına kadar varmıştır.
Ancak İslamcı hareketlerin bu gerileyişinden, siyaseten ortadan kalkacakları veya tamamen güçsüzleşecekleri sonucunu çıkartmak da doğru olmayacaktır. Çünkü yükselişlerini doğuran nesnel sebeplerin birçoğu yerli yerinde durmaktadır. Kitleleri cezbedecek yeni ve güçlü siyasi alternatifler oluşmuş değildir. Batı’nın ve mevcut baskıcı rejimlerin İslamcıları anti-demokratik yollarla engellemeye yönelik girişimleri, dindar kitleler nezdinde ciddi biçimde tepki uyandırmakta ve İslamcıların sıkça başvurduğu “mağduriyet” söyleminin tabanda yankı bulmasını sağlamaktadır. Özellikle ılımlı İslamcıların kendilerini reforme etme çabaları sona ermiş değildir. Bu da ilerde kitlelerin ve Batı’nın gözünde tekrar bir seçenek haline gelmeleri ihtimalinin sürmesi demektir.
Devrime duyulan ihtiyaç ve işçi sınıfını bekleyen tehlikeler
Sonuç olarak, aslında tüm olgular ve gelişmeler Ortadoğu’da işçi devrimlerine duyulan ihtiyacın son derece yakıcı hale geldiğini göstermektedir. Köklü tarihsel, sosyal, ekonomik ve siyasal sorunların başka türlü kalıcı olarak ve işçi-emekçi sınıflar yararına çözülmesi mümkün değildir. Sadece birbiri ardına patlak verecek başarılı devrimler, yüz yıl önce emperyalistlerin attığı kördüğümü çözerek halklara barış ve huzur getirebilir.
Bu kördüğümün çözülmesi, yani bir önceki emperyalist paylaşım savaşının neticesine göre oluşturulmuş Ortadoğu düzeninin yeniden dizaynı, değişen küresel dengelerden kaynaklı olarak, aslında Batılı emperyalistlerin arzusuydu. Başta ABD olmak üzere büyük emperyalist güçlerin, Ortadoğu’ya yeniden şekil vermek bağlamında uygulamaya soktukları planlarının bir ayağını da eskinin Baasçı veya diğer türden totaliter rejimlerini değiştirmek oluşturuyordu. Bu niyetini çeşitli yollarla hayata geçirmeye zaten başlamış olan ABD açısından Arap halklarının yarattığı isyan dalgası, işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlülüğünün yokluğunda, bir diğer başvurulabilir yöntem olarak görünmüştü. Ama işler pek de istenildiği gibi yürümedi. Ilımlı Sünni İslamcı siyasetlerin ABD çıkarlarına çok da uygun bir seçenek olmadığı kısa sürede açığa çıktı. Dolayısıyla ABD ve diğer emperyalist güçler, Ortadoğu’nun diğer baskıcı rejimlerine doğru yayılan toplumsal hareketlere verdikleri destekleri hızla geri çektiler ve hatta önünü kesme noktasında Suudi Arabistan gibi son derece gerici rejimlerin doğrudan askeri müdahalelerde bulunmasına göz yumdular. Ama bir yandan da bu hareketlerin yarattığı basıncı işlerine gelen yerlerde kullanmaya devam ettiler. Kısacası, ABD ve Batılı emperyalistler şimdilik, Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye gibi örneklerde içinde Baas artıkları ve İslamcıların da yer aldığı koalisyon hükümetlerine fit olurlarken; Körfez ülkelerinde de gerici ve baskıcı rejimlerin aynen devam etmesine razı oldular.
Oysa bir kez ayağa kalkmış kitleler açısından bunların hiçbiri tatmin edici seçenekler oluşturmamaktadır. Arap halklarının ve daha pek çok halkın bir arada yaşadığı geniş Ortadoğu coğrafyasının tamamında emekçi halk kitleleri derin bir huzursuzluk ve bıkkınlık içindedirler. Bir yandan olumsuz sosyal ve ekonomik koşulların ağırlığı, diğer yandan bitip tükenmek bilmeyen çatışmalar ve savaşlar, emekçi halkları adeta canından bezdirmiştir. Çözülmeyi bekleyen ulusal sorunlar orta yerde durmaktadır. Ayaklanan kitleler istediklerinin azını bile almış değillerdir, bu yüzden de önlerine konulanla yetinmeyeceklerdir.
Ortadoğu devrimi geciktikçe, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığın körükleyeceği toplumsal çelişkiler ya emperyalist kapışmalarla iç içe geçmiş içsavaşlara ya da başka türden yıkımlara yol açacaktır. Ve bu yıkım sürecinin onyıllarca sürmesi mümkündür. Çünkü devrimci işçi sınıfının sahnede olmadığı koşullarda tarihin akışını emperyalistlerin ve burjuva güçlerin kapışması belirleyecektir.
İşte bu yüzden Ortadoğu gerçek işçi devrimlerine yakıcı biçimde ihtiyaç duymaktadır. Emperyalistlerin ve burjuva iktidarların, kendi yarattıkları sorunlara işçi-emekçi halkların yararına çözümler bulmaları zaten beklenemeyeceğinden, Ortadoğu’nun onyıllardır katmerlenerek ağırlarmış sorunlarına kalıcı çözümü ancak ve ancak başarılı işçi devrimlerinin getirebileceği çok açıktır. Burjuva ideologlarının “Arap Baharı” dedikleri sürecin en önemli ve temel sonucu budur: Ortadoğu’ya “bahar” veya “yasemin” devrimleri ya da burjuva liberallerinin sözde devrimleri değil, gerçek anlamda proleter devrimleri gereklidir. İşçi ve emekçi sınıflar Baas rejimlerinin artıklarıyla İslamcı güçler arasında tercih yapmak zorunda değillerdir. Kendi seçeneklerini yaratabilirler ve yaratmalıdırlar.
link: Kerem Dağlı, Ortadoğu’ya Devrim Gerekiyor, Şubat 2014, https://marksist.net/node/3410
TC’nin Artan Militarist Çabaları
Alevi Emekçilerin CHP Yanılgısı ve Seçimler