Düzen cephesi Kürt sorununda bir kez daha savaş kartını masaya sürmüş bulunuyor. Savaş çığırtkanlığı dört bir yanı sarmış durumda. Başta başbakan olmak üzere düzen sözcülerinin ağzından kan damlıyor. Kemalisti, muhafazakârı, İslamcısı, liberaliyle burjuva medyanın neredeyse tamamı hızla savaş arabasına atlamış vaziyette. İdmanlı oldukları şovenist nefret zehrini kusma işini tüm şevkleriyle yerine getiriyorlar. İçeride operasyonlara hız verilirken, bununla yetinilmeyip bir kez daha sınır ötesine askeri harekât yürütülüyor. Bu kapsamda Irak Kürdistanı kara ve hava bombardımanlarıyla tahrip ediliyor, siviller öldürülüyor. Bunu takiben şimdi de bir kara harekâtının devreye sokulacağı, hatta kalıcı bir tampon bölge oluşturulacağı konuşuluyor.
Öte yandan bu gelişmelerle paralel ve ilişkili olarak savaşçı söylem bir süredir Suriye’yi de hedef almakta. Düzen güçleri ve onların medyası Suriye’ye yönelik tehditkâr mesajlar yollamaktan ve Suriye’ye karşı nefret körükleyici bir dil ve yayın çizgisi izlemekten geri durmuyorlar. Bunun bir parçası olarak, olumsuz bir Suriye imgesi oluşturmak ve buna uygun bir hava yaratmak için, PKK’nin eylemleri ile Suriye arasında yerli yersiz bağlantılar kuruluyor. “Emirleri Suriyeliler veriyor” tarzı haber ve manşetler bunun örneği. Yine Suriye’ye ilişkin bir başka dikkat çekici husus, orası için de Türkiye tarafından bir tampon bölgenin oluşturulmasından söz edilmesi.
İçeride Kürt hareketini hedef alan askeri saldırıların yanı sıra, çoğu zaman olduğu gibi, genel bir bastırma dalgası yürütülüyor. Bir yandan Öcalan’la avukat görüşmeleri de engellenir ve böylece Kürt hareketi ve kitleler tahrik edilirken, diğer yandan polis ve jandarma marifetiyle gösterilere vahşice saldırılıyor, tutuklama listelerinden söz edilerek gözdağı veriliyor, Kürt hareketinin çeşitli düzeylerdeki kadrolarını hedef alan yeni davalar hazırlanıyor. Bölgeye 90’lı yılları andırır biçimde süper yetkili valilik makamı getirilerek, yeniden adı konulmamış bir olağanüstü hale gidiş süreci pişiriliyor. Polis özel harekâtçılarının yeniden sahaya sürüldüğü ve bu birimlerin 90’lı yıllarda işlediği büyük cürümler düşünüldüğünde, bu durum kaçınılmaz olarak 90’lı yılları akla getiriyor. Nitekim düzen cephesindeki birçok yorumcu bile bu bağlamda değerlendirmeler yapmakta.
Bu gidişata bakıldığında özetle yeni bir topyekûn saldırının başlatıldığı, savaşın yeniden kızıştırıldığı görülebiliyor. Nitekim, “açılımdan sorumlu bakan” olarak tanınan Beşir Atalay yaklaşımlarının “yeni bir entegre strateji'” olduğunu vurgulayarak şunları söylüyor: “Bu manada çok boyutlu güvenlik tedbirlerimiz sürüyor ve sürecek. Güvenlikte hiçbir boşluk olmayacak. Yeni çalışmalar da var. Alan hâkimiyeti olarak ve sınır ötesi operasyonlar olarak bir boşluk olmayacak. Çünkü bu olmadığında diğer çalışmalarınızda da yeterli sonuç alamazsınız.” Ne kadar sürdürebileceklerinden bağımsız olarak, bu sözlerin adeta bir kesintisiz savaş çağrısı niteliğinde olduğu açık.
Suçlu kim?
Kürt hareketi uzun zamandır kendisini hedef alan köşeye kıstırma girişimlerine karşı sonunda çatışmasızlık durumuna son verip saldırılara cevap vermeye başladığında, şoven koro her zaman yaptığını yapıp, her şeyin sorumlusu olarak Kürt hareketini hedef tahtasına oturttu. Uluma mevsimine giren düzen medyası, ne Kürt hareketinin temsilcilerine ne de gerçek tabloyu ve sürecin gerçek seyrinin ne olduğunu anlatacak diğer demokrat unsurlara yer verdi. Bu tek yanlı kara propaganda sağanağı altında geniş Türk emekçi yığınlar bir kez daha şovenizm radyasyonuna maruz kaldı. Bu zeminde oluşturulan algıya göre PKK “durduk yere kan dökmeye başlamıştı”! Hatta bunu tam da Kürt sorunu “çözülme raddesine gelmişken” yapmaktaydı, çünkü “sorunun çözülmesi işine gelmiyordu”, vs. vs.
Halbuki, daha öncesini şimdilik bir yana koyacak olsak bile, Kürt hareketini köşeye kıstırmaya ve diz çöktürmeye yönelik saldırı süreci daha bahar aylarında, seçimlerin öncesinde başlamıştı. Geçen ay yaptığımız değerlendirmede hatırlattığımız üzere:
“PKK genel hatlarıyla çatışmasızlık durumunu koruyor olmasına rağmen, yaklaşık olarak Nisandan itibaren yaygın askeri operasyonlar devreye sokuldu. Tam bir medya karartması altında yürütülen bu operasyonlarda Kürt kaynaklarına göre 50’ye yakın gerilla öldürülmesine rağmen bunlar pek haber konusu bile yapılmadı. (…)
“İkinci olarak, zaten mevcut KCK davası nedeniyle yürütülmekte olan provokasyona bir yenisi eklenerek, yine yargı eliyle hukuk cephesinde yeni bir saldırı gerçekleştirildi: Seçim öncesinde yapılan açık bir provokasyonla Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun çeşitli adayları YSK tarafından veto edildi. Ancak yaygın ve militan eylemliliklerle bu provokasyon boşa çıkarıldı ve düzen güçleri tükürdüklerini yalamak zorunda kaldılar.
“Sonuç olarak tüm bu saldırıları boşa çıkaran Kürt halkı ve hareketi seçimden ciddi bir başarı elde ederek çıkmayı başardı. (…) Böylece genel olarak yeni meclis, yeni anayasa ve Kürt sorununun çözümü konusunda Kürt hareketi lehine olumlu bir hava esmeye başladı. Ancak sürecin bu noktaya kadar seyrinden keyfi kaçan düzen güçleri fazla gecikmeden bu havayı kundaklamak için yeniden devreye girerek başta Hatip Dicle olmak üzere 6 tutuklu milletvekilinin meclise girmesini engelleyici hamleleri devreye soktular. Böylece yine yargı üzerinden yapılan saldırıyla yeni bir gerilim atmosferi yaratıldı. Seçimlerde yüksek bir oy oranı elde etmesine rağmen anayasayı tek başına yapacak sayıda sandalye kazanma hevesi kursağında kalan AKP’nin de yine burada etkin bir rol aldığını hatırlatalım.”
Bu arada askeri operasyonlar bir yandan devam ettirilirken, Temmuz ayında ise bu askeri saldırı atağına İran’ın Kandil’i hedef alan harekâtı eklendi. İran ordusundan bir generalin bile öldürüldüğü bu çatışmalarda, denildiğine göre, Türkiye de bilfiil ama gizli olarak yer aldı. Şovenist kudurganlığın ortaya çıkmasına vesile edilen Silvan saldırısı tam da İran-Türkiye ortak operasyonunun başlamak üzere olduğu günlerde gerçekleşti.
Sanki aylardır yürütülen ve 50’ye yakın gerillanın ölümüne yol açan askeri operasyonlar yürütülmüyormuş, sanki İran’la ortak olarak sınır ötesi harekâta yine girilmiyormuş gibi, sanki çok geniş bir uluslararası destekle Kürt hareketinin üzerine adeta onu imha etmek üzere gidilmiyormuş gibi, Silvan saldırısı birdenbire her şeyin miladı haline getirildi. Tüm bu sürecin bir sonucu olan Silvan’dan sonra da adeta topyekûn savaş düzenine geçildi. Sonrası biliniyor.
Çözümden kaçış çabası
Tüm sürecin savaşın yeniden alevlenmesi sonucunu doğurmasının altında yatan nedenlerin iyi kavranması gerekiyor. Özellikle uluslararası alanda belirginleşen tutum ve yaklaşımlarla birlikte tablo giderek daha net görülebilmektedir.
Kısaca söyleyecek olursak, AKP Kürt sorununda kendi öngördüğü biçimde bir “çözüm” süreci yürütmenin seçim sonrası oluşan şartlar altında zorlaştığını görünce bu yeni saldırı dalgasını başlatmıştır. Bunda hiç şüphesiz kendisi açısından elverişli bir uluslararası işbirliği ortamı yakalaması temel bir etmen olmuştur. Bu unsurların bir araya gelmesiyle, AKP Kürt halkının taleplerini daha da sınırlandırmak, Kürt hareketinin gücünü kırmak, seçim başarısının etkisini savuşturmak ve yeni anayasa sürecinde mümkün olan en azı dayatmak için harekete geçti.
Burada kritik dönemeç noktası 12 Haziran seçimleri olmuştur. AKP seçimlerde önemli bir oy miktarı ve oranı yakalamakla birlikte, kendisi açısından büyük önem taşıyan hedeflerine, yani yeni anayasa konusunda elini rahatlatacak ölçüde yüksek bir sandalye sayısına ulaşamamıştır. Şayet bu olsaydı AKP yeni anayasa yapımı sürecinde diğer politik güçler karşısında çok daha rahat hareket edebilecek ve başkanlık sistemi ve Kürt sorununda da kendi istediği “çözümü” dayatmada önemli bir avantaj elde edecekti. Ancak bu hevesleri kursağında kalmıştır. Tüm tezgâhlara rağmen ne MHP’yi baraj altına itebilmiş ne de Blok’un başarısının önünü kesebilmiştir. Blok’un hedeflerine büyük ölçüde ulaşabilmiş olması, hissedilir bir aydın desteği ve sempatisi kazanması AKP için ciddi bir sorun teşkil etmiştir. İşte bu nedenle AKP özellikle Kürt hareketi ile Blok dinamiğini zayıflatmak, kırmak için zorbalığı ele alarak masayı devirme yoluna yönelmiştir.
Seçimler kritik bir dönemeç noktası olmakla birlikte, süreci daha derinden etkileyen bir uluslararası dinamik bulunduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Suriye’deki gelişmeler olmasaydı ve AKP bu bağlamda ABD emperyalizmi ile net bir ittifak kotarmasaydı, Kürt hareketinin ve onunla birlikte davranan diğer toplumsal muhalefet odaklarının son seçim sürecinden politik ve moral mevziler kazanarak çıkmasını belki yine de sineye çekebilirdi. Burada vurgulamak istediğimiz nokta şudur: Suriye’deki sürecin Kürt hareketinin orada da yeni mevziler kazanması doğrultusunda gelişmekte olduğu ve bunun Türkiye’deki Kürt hareketine, başka hiçbir şey olmasa bile, yeni moral mevziler kazandıracağı, yeni bir itilim kaynağı olacağı açıktır. İçte Kürt hareketi lehine yaşanan gelişmelere bir de bu önemli dış etmen eklenince, AKP’nin ve diğer düzen güçlerinin korkularının arttığı muhakkaktır. Buna mukabil, Suriye politikasında bir süredir ABD ile varolan anlaşmazlık da aşılınca ve ABD AKP hükümetini destekleyen bir pozisyon alınca, AKP açısından Kürt hareketini mevzilerinden geri savurmak için bir taarruz başlatmaya elverişli uluslararası ortam da oluşmuş oldu. Nitekim haftalardır yoğun sınır ötesi kara ve hava bombardımanları yapılmasına, hatta İran’ın da saldırmasına rağmen ABD bu saldırılara ses çıkarmamakta, aksine Türkiye’ye zımnen destek beyan etmektedir.
Toparlayacak olursak, hükümet Kürt sorunu bağlamında içte ve dışta yaşanan gelişmeler sonucu kendi güdük “çözüm” planını kabul ettirme konusunda bir siyasal sıkışma yaşadığından ve öte yandan yine hem içte hem de dışta askeri saldırı için kendisine şimdilik elverişli bir ortam bulduğundan, kendi lehine yeni bir denge yaratabilmek için taarruza geçmiştir. Burada şu noktayı özellikle vurgulamak gerekiyor ki, Ortadoğu’daki halk kalkışmalarıyla yeni bir dönem açılmıştır ve bu yeni dönemde Türkiye egemenlerinin Kürt hareketinin politik ve moral mevzi kazanma mücadelesi karşısında sıkışacağı açıktır.
Başarısızlığa mahkûm tehlikeli bir girişim
Burada yaptığımız çözümleme sonuç olarak gelişmelerin politik seyrini anlamaya dönüktür. Bu çözümlemenin dayandığı temel gerçekliği gözden kaçırmamak gerekiyor. Asıl sorun son tahlilde düzenin Kürt sorununu çözmedeki çapsızlığı ve aczidir. Türkiye’deki burjuva düzen on milyonlarla sayılan bir halkın meşru ulusal özlemlerini karşılayamamakta, her adımda çapsızlığını, demokratik kapasitesinin acınası düşüklüğünü ortaya sermektedir. Üstelik Kürt ulusal hareketi kendi taleplerini önemli ölçüde geriye çektiği ve büyük esnemeler göstererek tavizler verdiği halde bu böyledir.
Şimdi yeni bir savaş evresine girilmiş durumda. Bunun ne kadar süreceğini ve nereye varacağını kestirmek güç. Ancak bazı temel gerçekleri hatırlamakta yarar var. Kürt halkı daha önce de nice büyük baskı ve saldırı dönemlerine maruz kaldı ve bunların hepsinden daha da güçlenerek ve politize olarak çıktı. Zaten bugün gelinen noktada hükümeti çileden çıkartan da bu nihai olgu değil midir? Sözümona yaptığı “hizmetlerle” ve “din kardeşliği” mesajının gerçek taşıyıcısı iddiasıyla, kendini geçmiş hükümetlerden çok farklı bir yere koyup, Kürt kitlelerin teveccühüne mazhar olmayı doğal bir hak olarak beklerken Kürt halkından tokat üstüne tokat yemek değil midir onu öfkelendiren?
Başka bazı temel gerçekleri de sıralamak mümkün. Sınır ötesine şimdiye kadar yapılan irili ufaklı nice operasyonlar ya da genel olarak Kürt hareketine askeri anlamda son verme heveslisi girişimler yaşandı. Ama hepsinin sonucu hüsran oldu. AKP yanlısı medya sinsi biçimde Sri Lanka vahşetini dillerine dolayarak sanki farklı bir sonuç alabilecekleri havasını yaymaya çalışsalar da, bu örneğin Kürt sorununda geçerli olması mümkün değildir. 2 yıl içinde 40 bin insanın katline 300 bin insanın da toplama kamplarına tıkılmasına yol açan bir “çözüm”ün ağza alınması bile tiksinti vericidir. Şunu belirtmek gerekiyor ki, Kürt hareketinin ulaştığı düzey, sorunun uluslararası boyutları, Kürt ulusunun coğrafi konumu, çevreleyen ve ilişki içinde olduğu ülke ve halklar, fiziki coğrafi koşullar, askeri şartlar vs. dikkate alındığında, Sri Lanka’dan önemli farklılıklar söz konusudur.
Sonuç olarak devletin başlattığı bu yeni saldırı kampanyası da son tahlilde başarısızlığa mahkûm olacaktır. Ancak yeniden tırmandırılan savaş, geride tehlikeli sonuçlar bırakma olasılığı taşıyor. Geçen ayki değerlendirmemizde ifade ettiğimiz üzere; egemenler Kürt halkının tümüyle haklı demokratik taleplerini karşılamamak uğruna, talepleri en aza indirtmek uğruna, yeni anayasa çalışmalarında Kürt halkının beklentilerini düşürmek uğruna, ille de boyun eğdirmek, gözdağı vermek ve “bir şey verirsem elimi öpeceksin” despotluğu uğruna, ülkeyi kan gölüne çevirebilecek son derece tehlikeli bir oyun oynuyorlar.
Yaşanan ölümler ve kışkırtılan şoven milliyetçilik halklar arasına ekilen şüphe, nefret, kin tohumlarının filiz vermesine yol açıyor, emekçi halklar arasında işçi sınıfının davası bakımından son derece zararlı bir psikolojik yarılmayı besliyor. Öte yandan aynı tarzda devam edilmesi durumunda bu gidişatın Zeytinburnu vakası türü vakaların yeniden hortlamasına yol açması işten bile değildir.
AKP 90’lı yıllara dönülmeyeceği konusunda her fırsatta yemin billâh etse de, bunun kendi başına bir anlamı ve inandırıcılığının olamayacağı açıktır. Geniş halk kitlelerinin desteğine sahip ve tarihsel olarak meşru ulusal bir dava uğruna mücadele eden, çok geniş ölçekli örgütlenmesi olan bir güce karşı yürütülecek savaşın kirli bir savaş olmaması düşünülemez. İşin doğası gereği kirli yöntemlerin yoğunluk kazanması kaçınılmaz olacaktır. Öte yandan kanlı bir ezme harekâtına kalkışılmasının sadece Kürt illerini değil tüm Türkiye’yi, hatta özellikle Suriye sorunuyla birlikte düşünüldüğünde, tüm bölgeyi ateşe verebilecek bir teşebbüs olacağını görmek gerekiyor.
Bu bakımdan sınıf bilinçli işçiler, demokratlar, aydınlar savaşa, militarizme ve şovenizme karşı mücadeleyi sektirmeksizin sürdürmek ve bu zor günlerde ezilen Kürt halkına destek olmak göreviyle yüz yüzedirler. Bu görev aynı zamanda dışarıda emperyalist maceralara karşı mücadele göreviyle de kopmaz biçimde bağlıdır. Çözülmemiş bir Kürt sorunu ve bu temelde yürüyen savaşın etkilerinden son tahlilde kimsenin kaçamayacağı unutulmamalıdır. Bu sorunun hakiki bir çözümü için mücadele etmedikçe Türkiye işçi sınıfının özgürleşmesi mümkün değildir.
link: Levent Toprak, Savaş Tamtamları Çalarken, Eylül 2011, https://marksist.net/node/2730
12 Eylül’ün Hesabını Soralım!
Munzur’un Gözyaşları