Tarih 21 Nisan 1963… Başkent Atina’ya doğru yaklaşık 50 kilometrelik bir “barış yürüyüşü” başlar. ABD’nin nükleer füzelerinin Yunanistan’a yerleştirilmesine karşı düzenlenen yürüyüşe katılanlar önce devletin resmi ve kontra güçlerinin saldırılarına uğrarlar, sonra da hemen herkes tutuklanır. Milletvekili olduğu için tutuklanamayan Gregoris Lambrakis kalır bir tek geriye… Gençliğinde ünlü bir profesyonel atlet, daha sonra yoksullar için ücretsiz klinik işleten sosyalist bir hekim ve Yunan barış hareketinin önderlerinden biridir Lambrakis. Tek başına kalsa da elinde pankartıyla meclise yürüyüşünü sürdürür. Kimi zaman yalnızca bir kişi bile duruşuyla heybetli bir kalabalık olur ya; semboliktir ama işte öyle güçlüdür Lambrakis’in yürüyüşü… Takvimler 22 Mayısı gösterdiğinde, Lambrakis aynı içerikte bir gösteriyi Selanik’te düzenleme kararı alır. Yürüyüşün başlayacağı alana vardığında faşist bir komplonun orta yerinde bulur kendisini. Polislerin gözü önünde bir kamyonetin kasasından çıkan faşistler tarafından öldürülür. Tek başına yaptığı “barış yürüyüşü” kadar semboliktir Lambrakis’in ölümü! Onun sesinin kısılması, Yunan halkının sadece birkaç yıl sonra yeniden susturulacak olmasının ilk habercisidir. 1967’de gerçekleştirilecek Albaylar Cuntasının işaret fişeği böylece atılmıştır.[1]
Yunanistan’da Albaylar Cuntası olarak adlandırılan faşist darbeye giden süreci anlamak, öncesindeki süreçte yaşananları bilmekle mümkündür. O dönemde Ekim Devriminin itici gücüyle Yunanistan’da işçi hareketi yükselişe geçmiş, Yunanistan Komünist Partisi (KKE) etkisini arttırmıştı. Ülke grevlerle, protestolarla çalkalanır hale gelmişti. Müesses nizam böyle bir konjonktürde “komünizm tehdidine karşı” harekete geçti. 1936 yılında Yunan Kralı tarafından Başbakan olarak atanan general kökenli Savaş Bakanı Metaksas anayasayı askıya aldı, basına sansür koydu ve meclisi feshetti. “Metaksas rejimi” olarak adlandırılan faşizm döneminde Yunan hapishaneleri sosyalistlerle, işçilerle, gençlerle dolduruldu, Ege adaları sürgünlüklere dönüştürüldü.
İşbaşındaki rejimin faşist olması, Yunanistan’ı, İkinci Dünya Savaşında Avrupa’yı “fethe çıkan” mihver devletlerinin gadrinden kurtaramadı. Yunanistan 1941 yılında Almanya, İtalya ve Bulgaristan tarafından işgal edildi. Zamanında “komünistlere karşı vatan savaşı” yürüten rejim, işgal karşısında kılını dahi kıpırdatmazken, kendiliğinden başlayan işgal karşıtı direnişi sırtlamak, hapishanelerden ve sürgünlerden kaçan sosyalistlere düştü. Kral ve hükümet Mısır’a kaçarken Yunan partizanlarının önderliğinde 1941 ile 1945 arasında işgal güçlerine karşı başarılı bir direniş yürütüldü.
Yunan sosyalistlerinin önderliğinde işçi sınıfı, sadece ülkeyi işgalden kurtarmaya değil, sonrasında yönetmeye de hazırdı ancak ne yazık ki Stalinizmin ihaneti bir kez daha ortaya çıktı. İşçi sınıfının avucunun içindeki iktidar, Stalin tarafından Britanya’ya hibe edildi. İşgal sonrası başlayan iç savaş ise yine Stalinizmin pek çok ihanetinin etkisiyle Yunan sağının zaferiyle sonuçlandı. Yunan sosyalistleri, yapılan anlaşma gereği bırakmaya zorlandıkları silahlardan çıkan kurşunlarla öldürüldü. Yunan Kralı sürgünden geri çağrılırken, yeniden burjuva hükümet kuruldu. Birkaç yıl önce işgal güçlerini ülkeden kovan sosyalistler, işçiler, gençler yine zindanlardaydı.[2]
Takip eden yıllar Yunanistan solunun düzen içi sınırlara daha fazla saplandığı yıllardır. KKE tüm yeraltı örgütlerini kitleselleşmek uğruna tasfiye etmiş, sonuç itibariyle belli bir kitleselleşme sağlansa da uzun yılların tecrübelerinin biriktiği bir örgüt fiilen ortadan kaldırılmıştı. Bu hayati durum, solun ve işçi hareketinin faşist cunta karşısında gafil avlanmasına neden olacaktı. Zira müesses nizam, derinden derine faaliyetini sürdürmeyi ihmal etmiyor, işçi sınıfına karşı sinsi bir planı istikrarlı biçimde hayata geçiriyordu.
Yunanistan’da 1960’larda yeniden yükselen işçi hareketinin önünü kesmek, onyılları bulan siyasi istikrarsızlığa son vermek için ABD’nin akıl hocalığında faşist bir cunta örgütlendi. Daha sonra ortaya çıkan belgeler, iç savaş artığı anti-komünist ordunun CIA desteğiyle devlet içinde nasıl örgütlendiğini ve zamanı geldiğinde de yönetime el koyduğunu ortaya koyacaktı. Lambrakis suikastının da, tıpkı 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’de işlenen siyasi suikastlar gibi, “derin devlet” tarafından faşist cuntaya giden sürecin önemli bir halkasını oluşturacak şekilde planlandığını belgeleyecekti.[3]
Yunanistan’da “sükûnet dönemi”: Albaylar Cuntası
Tarihin bir ironisidir ki takvimler yine 21 Nisanı gösteriyordu. 21 Nisan 1967 sabahında ülkenin tüm radyo istasyonlarından bir bildiri okundu: “Ülkeyi komünizm tehlikesinden korumak, huzur ve asayişi temin etmek, milli birlik ve bütünlüğü sağlamak için ordu yönetime el koymak zorunda kalmıştır.” Yunan burjuvazisi ve ülkede siyasi etkisini arttıran ABD, yeniden yükselişe geçen sol muhalefetin Mayıs 1967’de yapılacak seçimlerden güçlü çıkma olasılığına karşı tarihe Albaylar Cuntası olarak geçen askeri faşist bir darbe tertiplemişti.
“Komünizm tehlikesinin önlenmesi” amacıyla yapıldığı propaganda edilen darbe, tıpkı Türkiye’deki örneğinde (“12 Eylül İhtilâli”) olduğu gibi “21 Nisan Devrimi” olarak sunuldu. NATO destekli darbe planına ise Prometheus Planı ismi verilmişti. Darbeci albaylar, Yunan anlatısının önemli bir değeri olan “yeniden doğuş/diriliş” metaforuna sarıldılar, amaçlarını “Sükûnet/Diriliş/Yükseliş” sloganıyla özetlediler. Onlara göre Yunan toplumu gelişmesini sağlamak için yeniden doğmalı, bunun için de önce sükûnet sağlanmalıydı!
Darbeyi izleyen birkaç gün içinde 10 bini aşkın gazeteci, aydın, sendikacı ve sosyalist tutuklandı. Pek çok stadyumun yanı sıra Sakız ve Leros adaları birer esaret adasına çevrildi. Siyasi örgütlenmeler dağıtıldı, grevler yasaklandı, açık alanda beş kişiyi aşan her türlü toplantı ve kapalı alanlarda yapılan toplantılar yasaklandı. Fişlemeler arttı, “sakıncalı” düşüncelere sahip olanların ehliyet ve pasaport alma hakları, ailelerinden birinin devlet memuru olması, yurtdışına işçi olarak gitmeleri engellendi. Faşist cuntacılar, “sakıncalı” kaçakları yakalamak için uzun süre aynı yerde ikamet etmeyenlerin doktorlarca tedavilerini dahi yasakladı. Tam anlamıyla bir “sükûnet dönemi” kurulmak istenmiş, diğer örneklerinde olduğu gibi sanat da bundan nasibini almıştı. Ünlü sosyalist müzisyen Theodarakis’in müziği yasaklanırken, Ritsos’un şiir kitapları Zeus tapınağı önünde yakılmıştı. Baskı ve sansür arttırılmış, okunması ve kütüphanelerden alınması yasak kitap listeleri oluşturulmuştu.
“Gece. Hiç ses yok. Yalnız kükremesi boşluğun.” Böyle diyordu Yannis Ritsos Sessizliğin Sesi adlı şiirinde. Savaş öncesinde faşizmi yaşayan, İkinci Dünya Savaşında işgal karşıtı hareketi sırtlayan, takip eden süreçte ağır bir iç savaştan geçen Yunan işçi sınıfı, Albaylar Cuntası altında adeta inim inim inliyordu. SSCB’nin ve onun güdümündeki KKE bürokratlarının ihaneti sonucu faşist darbeye direnememişti. Yunanistan’a yeniden karanlık çökmüş, “sükûnet dönemi” açılmıştı. Lakin Ritsos’un da söylediği gibi sessizliğin de bir sesi vardır. Bu kahredici, insanı sağır eden sessizlik sürecinde, tarihin her döneminde ve her coğrafyada bir enerji birikir, ezilenler söyleyecek sözünü biriktirir. Ve an gelir, karanlık yırtılır. O söz gecikmiş bir aksi seda gibi patlayıverir zamanın kalbinde!
Atina Politeknik Üniversitesi öğrencileri 15 Kasım 1973’te tıpkı bu şekilde, ani bir kararla okullarını işgal edeceklerdi. Güvenlik, temizlik, yemek, basınla ilişkiler, propaganda ve ajitasyon faaliyetleri için farklı farklı komiteler oluşturan öğrenciler, ana giriş kapısının sağında ve solunda bulunan sütunlara sloganlar yazmışlardı: “ABD Dışarı” ve “NATO Dışarı!” Okulun laboratuvarını kullanarak bir radyo istasyonu kurup tüm Yunanistan’a yayın yapıyorlardı. Birkaç saat içinde ülkenin tek gündemi Politeknik Direnişi olmuştu. “Üniversite önünde bildiriler dağıtılıyor, yoldan geçen araçlara dövizler asılıyordu. Direnişin ilk gününün akşam saatlerinde okulun matbaasını da kullanmaya başlayan öğrenciler, «Özgür Politeknik» isimli bir gazete çıkarmaya başlamıştı. Direnişin heyecanı da Politeknik önünde toplanan kitle de giderek büyüyordu. İnşaat işçileri kazma saplarıyla okul önüne desteğe gelmiş, Atina Politeknik’ten yükselen çağrı pek çok kentte karşılık bulmuştu. 15 ve 16 Kasımda radyo yayınının da etkisiyle direniş üniversite sınırlarını aşarak toplumsal bir karaktere büründü. Öğrencileri, işçileri, diğer emekçi unsurları ve kent aydınlarını kapsayan eylemlere 300 bin civarında insan katılmıştı. Her sokaktan marşlar, alkışlar, cunta karşıtı sloganlar yükselmeye başladı. Yaklaşık bir yıldır küçük kabarcıklar düzeyinde açığa çıkan cunta karşıtı toplumsal öfke, fokur fokur kaynama noktasına gelmişti.”[4]
Faşist cunta 17 Kasım 1973’te Politeknik Direnişini kanlı bir şekilde bastırsa da 6 yıllık iktidarını daha fazla sürdüremedi. Sessizlik ve karanlık perdesi bir kere yırtılmıştı. Direnişin üzerinden bir yıl bile geçmeden, 23 Temmuz 1974’te kitlelerin büyük protestoları eşliğinde cunta iktidardan devrildi. Yunan işçi sınıfı bununla kalmadı, darbecilerin yargılanmasını ve ömür boyu hapis cezası almasını sağlayarak bu süreçle hesaplaştı. Mesela 7 kez ömür boyu hapis cezasına çarptırılan darbeci Albay Yuannides, hapishanedeki koğuşundan solunum yetmezliği nedeniyle kaldırıldığı hastanede öldü.
Yunanistan’da faşizme karşı mücadele deneyimi, olumlu ve olumsuz tüm yönleriyle dünya sosyalist hareketi açısından zengin dersler barındırır. Yenilgilerle, ihanetlerle örülü bu deneyim bize burjuvazinin gerçek tıynetini, komünist önderliğin hayati önemini ispatlar. Aynı zamanda zaferlerle, cüret ve mücadeleyle örülü bu deneyim bize güçlü bir gelenek yaratmanın, gelecek açısından kıymetini örnekler, her sessizliğin elbet aşıldığını gösterir. “Uzun söze gerek yok, işçi sınıfının mücadele tarihi gericilik dönemlerinde devrimci mücadeleyi sürdürmenin ne denli zor olduğunu elbet ortaya koyuyor. Fakat bu tarih aynı zamanda, mücadelenin er geç yükseleceğini ve bir gün mutlaka karanlıkların yırtılacağını da kanıtlıyor. Sınıf devrimcisi asıl gericilik dönemlerinde, Bonapartist, faşist burjuva rejimlerin olağanüstü baskı dönemlerinde yüreğini karartmayıp devrimci inanç ve bilinçle donanandır. Bunu başarmak için de insanın tarihteki devrimci örneklerden feyz alarak kendini içsel bir dönüşüme uğratması, inancını ve bilincini olgunlaştırıp pekiştirmesi gerekiyor. Çok iyi biliyoruz ki, bu soylu mücadele bayrağını bugünden yarına taşıyacak olanlar, devrimci inancı ve bilinci bıkmadan usanmadan daha çok sayıda işçiye ulaştırma yolunda emek verenler olacaktır.”[5]
[1] Lambrakis’in cenazesine katılan 500 bin insan “Zei/Yaşıyor” diye haykırmış, daha sonra bu sözcük ülkenin duvarlarına kazınarak bir sembol haline gelmişti. Vassilis Vassilikos, bu sembole gönderme yaparak “Z” adlı politik romanıyla Lambrakis’in yaşam öyküsünü ölümsüzleştirdi. Yunan asıllı Fransız yönetmen Costa Gavras ise bu romanı aynı isimle sinemaya uyarladı. “Z” filmi şu sözlerle başlıyordu: “Gerçek kişiler ve olaylarla herhangi bir benzerlik tesadüfi değildir. Her şey kasıtlıdır.”
[2] Ayrıntılı bilgi için: Yılmaz Seyhan, Bir Kırlangıç Uyanışı: Politeknik Direnişi, marksist.net
[3] Bu cinayet Yunan halkı arasında büyük tepki toplar. Cinayeti araştırmakla yükümlü yetkililerin görevini öncelikle gazeteciler yüklenir. Polis ve jandarma şeflerinin bu cinayete karıştıkları ortaya çıkar. Davanın yargıcı Hristo Sarcetakis ise bu basıncın etkisiyle soruşturmayı genişletme kararı alır. Neticede polis teşkilatından pek çok ismin de içinde bulunduğu, komünistleri toplumun hastaları, kendilerini de toplumun sağlıklı unsurları olarak gören faşist Kralcı Hristiyan Örgütü (CROC) tarafından Lambrakis’in öldürüldüğü ortaya çıkar. Çok geçmeden gerçekleşen Albaylar darbesi ise Lambrakis’in yoldaşlarının yanı sıra yargıç Sarcetakis’i de hapse atıp davanın üzerini örter.
[4] Yılmaz Seyhan, age
[5] Elif Çağlı, Gericilik Döneminde Devrimci Bilincin Önemi, marksist.net
link: Yılmaz Seyhan, Yunanistan’da Albaylar Cuntası ve Karanlığı Yırtan Sesler, 1 Şubat 2024, https://marksist.net/node/8183
Kriz, Baskı, Zorbalık
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /6