Ukrayna savaşıyla birlikte kimi siyasi yorumcular tarafından öne sürülen tezlerden biri, savaş dolayısıyla ya da savaş üzerinden yeni bir dünya düzeninin kurulmakta olduğudur. Bunu savunanlar çoğunlukla İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde olduğu gibi iki kutuplu bir dünyanın şekillendiğini ve bu temelde yeni bir dengeye doğru gidildiğini ileri sürüyorlar. Böylece Stalinist SSCB’nin çöküşüyle birlikte dünyada baş gösteren kargaşa ve düzensizliğin sona ermeye başladığı söyleniyor. Yine eskisi gibi ABD emperyalizmi liderliğinde bir Batı dünyası ile bunun karşısında esasen Çin-Rusya emperyalist ikilisinin yer aldığı bir dünyadan söz ediliyor. Yeni bir dünya düzenine dair tek tasavvur bu olmasa da en çok duyulan versiyonun bu olduğu söylenebilir. Başka versiyonlar da var ve örnek olarak bunlar arasında Türkiye açısından özel bir yönü olan Avrasyacı tezi de sayabiliriz. Avrasyacıların yeni dünya düzeni anlayışı, bilindiği üzere, “Atlantik’in çökmekte” olduğu ve yeni bir “Asya uygarlığının” yükseldiği yolundaki görüşleri temel alıyor.
“Dünya düzeni” kavramı siyaset bilimi literatüründe öteden beri kullanılan bir kavram ve sınıflı toplumlar tarihi içinde ortaya çıkan bir olguyu tarif etme ihtiyacından kaynaklanıyor. Bu kavramla bir büyük gücün rakiplerini bertaraf ederek “dünya” üzerinde egemenlik ya da hegemonya kurması ve bu temelde göreli bir istikrar sağlaması durumuna gönderme yapılmaktadır. Kadim tarihte bunun en bilinen örneği Roma’nın kurduğu egemenlik idi ve bu Pax Romana (Roma Barışı) olarak adlandırılırdı. Modern tarihte buna benzer biçimde 19. yüzyıldaki İngiliz emperyalizminin hegemonik konumunun anlatıldığı Pax Britannica kavramını hatırlayabiliriz. Daha yakın bir örnek ise bir yandan Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılan dönemde kapitalist dünya için kullanılan Pax Americana kavramı idi ve anlaşılacağı üzere kapitalist dünya üzerindeki ABD hegemonyasını anlatıyordu.
Savaş mı, “düzen” mi?
Her ne kadar Ukrayna savaşının hararetiyle güncellik kazandıysa da yeni dünya düzeni sözü aslında son 30 yıldır çeşitli vesilelerle bata çıka gündeme geliyor. Hikâyenin başlangıcını hiç kuşkusuz Sovyetler Birliği’nin çöküş dönemi oluşturuyor. “Soğuk Savaş”ın iki süper gücünden birinin çöküşü, başta diğer süper güç olarak ABD olmak üzere tüm emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşma iştahını kabartmıştı. O dönemki ABD başkanı George Bush, ABD emperyalizminin Saddam Irak’ına saldırmak üzere Körfez’de yığınak yaptığı sırada Kongrede yaptığı konuşmada Saddam’ın Kuveyt’i işgal ve ilhakıyla doğan krizin “vahim olmakla birlikte Yeni Dünya Düzenine (...) doğru ilerlemek için ender bir fırsat da sunduğunu” dile getiriyordu (bu konuşmanın tarihinin 11 Eylül 1990 olması ilginçtir). Aynı dönemde yeni dünya düzeni teziyle birlikte dünyada yeni bir “barış çağının” gelmekte olduğu tezinin de piyasaya sürüldüğünü hatırlatmak gerekiyor. “Yeni düzen” fikrinin temel eksenlerinden birinin “barış” fikri olduğunun teyidi oluyordu bir bakıma bu tezler. Gerçekten de ne zaman yeni düzenden söz edilse bununla yeni bir barış döneminin ima edilmediği örnek yok gibidir.
Sahte barış fantezisi böyle pazarlanırken yeni dönem bilfiil kanlı Irak savaşıyla başlatıldı. O günden bugüne dünya milyonlarca insanın canını yitirdiği, onulmaz acılar çektiği, yerinden yurdundan olduğu bir emperyalist savaşlar silsilesine maruz kaldı. Ukrayna savaşı bu sürecin sadece yeni ve büyük bir halkası olarak yaşanıyor şimdilerde. Bu 30 yılda dünya emekçiler açısından barış, istikrar ve refahın daha da erişilmez hale geldiği bir yer oldu. Son 20 yıldır dünyanın çeşitli bölgelerinde sadece başını ABD emperyalizminin çektiği savaş ve çatışmalarda ölenlerin sayısı için yapılan tahminler 3 milyon ile 12 milyon arasında değişiyor. Aynı savaş ve çatışmalar dolayısıyla yerinden yurdundan olanların sayısının da 60 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
Sadece son 30 yılın bu yalın gerçekleri bile, yeni dünya düzeni söyleminin geniş emekçi kitleler açısından ne büyük tehlikeler içerdiğini ortaya koymaktadır. Apaçık olan en önemli nokta, dünyanın halen bir savaş cehennemi içinde olduğu gerçeğinin en hafif ifadeyle görmezden gelinmesidir. Bombalar yağarken, mermiler uçuşurken, milyonlar can verip sakat kalırken, daha milyonlarcası yerinden yurdundan olurken, ülkeler harabeye dönerken, yeni bir barış, istikrar ve refah döneminin gelmekte olduğuna inanmak tüm bu musibetlere daha fazla maruz kalmanın garantili bir yolu olabilir ancak. Gerçek şu ki, günümüzde yaşanan süreç dünyaya bir dirliğin/düzenin gelişinden ziyade bir dünya savaşının gelişimiyle ilgilidir. “Savaş” ve “düzen” genel olarak birbirinin zıddını ima eden kavramlardır. Şu anda dünyada düzen değil savaş var. Dahası, bu savaş bitmek üzere olan bir savaş değil. Eğer öyle olsaydı yine de savaş haline rağmen yeni bir düzenin şekillenmekte olduğundan söz etmenin bir anlamı olabilirdi. Aksine bu savaş ilerleyen, boyutlanan, kapsamı genişleyen bir savaş. Kapitalizmin çok boyutlu derin krizinin parçası olan bir savaş.
Son Ukrayna savaşı bizzat bunun bir belirtisi değil midir? Rusya gibi dev bir askeri güç, komşusu olan bir Avrupa ülkesini kısmen işgale girişmiş durumdadır. Tam da bu nedenle, bize göre hayli gecikmiş olsalar da, Ukrayna savaşı başladıktan sonra birçok yorumcu Üçüncü Dünya Savaşının başladığını savunmaktadır. İşin garibi kimi örneklerde bunu savunanlarla yeni bir dünya düzeninin kurulduğunu savunanlar aynı kişiler olabilmektedir.
Dolayısıyla, yüklenen anlamlar farklılaşsa da, bugün yeni bir dünya düzeninden bahsedenler bilerek ya da bilmeyerek, bugünün dünyasının gerçekte bir düzen dünyası değil bir savaş dünyası olduğu gerçeğini perdeliyorlar. Yeni dünya düzeni tartışmalarıyla ilgili en başa yazılması gereken nokta budur. Kapitalizm bizim uzun süredir önemle vurguladığımız üzere kendi tarihsel sistem krizini yaşıyor. Dünya üzerindeki ekonomik, siyasal, sosyal süreçler en derininde bu olgu tarafından belirleniyor. Bu olgunun en sivri öğelerinden birisi ise bir Üçüncü Dünya Savaşının yaşanıyor olmasıdır. Bu savaş önceki büyük emperyalist savaşlardan bazı açılardan farklılık arz etse de özü bakımından aynıdır. Rakip emperyalist güçler arasında şiddeti giderek artan biçimde sıcak çatışmalar yaşanıyor. Bu büyük oranda aracılar üzerinden ve yeryüzünün geniş bir coğrafyasında zamana yayılmış biçimde yürüyor. Bu savaşın temel boyutu onun bir hegemonya savaşı olmasıdır. Elif Çağlı 2007’de kaleme aldığı Çürüyen Kapitalizm adlı makalesinde bu önemli tespitleri ortaya koymuştu:
“Kapitalizmin pek çok yönden artık bir sistem krizi boyutlarına varan dengesiz durumuna, ABD, AB, Rusya, Çin gibi büyük güçler arasında kızışan ve geleceği belirsiz hegemonya mücadelesi eşlik etmektedir. Vaktiyle büyük emperyalist savaş cehenneminin alevleri Avrupa ülkelerini yaladığında bu dönemler Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olarak adlandırılmıştı. Günümüzde ise emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. Yarın bu savaş alanının ne şekilde genişleyeceği konusunda fal açamayız. Ama bilinen bir gerçek var ki, dönemin yükselen emperyalist güçleri Rusya ve Çin de paylaşım bölgelerindeki çatışmalara giderek daha çok müdahil olacaklardır. Hegemonya için yarışan güçler arasındaki çekişmeler, yeni emperyalist blokların oluşumunu ve bu bloklar arasında dozu yükselen çatışmaları gündeme getirecektir. (…) Ne var ki günümüz dünyasının değişen koşulları altında, küresel ölçekteki hegemonya savaşlarının sona ermesi geçmiştekinin basit bir tekrarı biçiminde olmayacaktır. Yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb., çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabilir.”
Tarihsel krizde hegemonya sorunu
Bir siyasi kavram olarak dünya düzeni kavramına hayat veren unsurlardan birisi de geçmiş örneklerden anlaşılacağı üzere bir büyük gücün diğer güçler üzerinde çok büyük bir üstünlük ve hegemonya kurmuş olmasıdır. Kapitalizmin tarihine baktığımızda ilk olarak böylesi bir dünya düzenini 19. yüzyılda görüyoruz. Bu dönem kapitalizmin henüz genç (ya da genç irisi) olduğu bir dönemdir. Hummalı atılımların yapıldığı bu dönemde, sanayi kapitalizmine öncülük ederek diğer tüm güçleri açık ara geride bırakmış bir güçtü İngiltere. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu yeni büyük gücün hegemonyasında Pax Britannica diye de anılan bir dünya düzeni oluşturulmuştu. Kapitalizmin sınai anlamda başlangıç ve yükseliş evresi söz konusuydu. Bu evrenin öncüsü İngiltere, üzerinde güneş batmayan topraklara da hükmeden bir güç olarak hegemonya sahibiydi. Deyim yerindeyse uluslararası hukukun, deniz ticaretinin, standartların vs. kitabını İngiltere yazıyordu. Ancak süreç içinde başta ABD ve Almanya olmak üzere yeni ve daha dinamik kapitalist güçlerin yükselişi nedeniyle İngiltere’nin hegemonyası aşınmaya ve sorgulanmaya başlandı. Çeşitli gerilim ve çekişmelerden geçen bu süreç bir hegemonya krizi olarak somutlanıp sonunda “Büyük Savaşa” vardı.
Savaş diğer yöntemlerle çözülemeyen hegemonya krizinin tek çözüm yoluydu, ama temelde Ekim Devrimi ve Avrupa’da yükselen devrimci dalga nedeniyle sorun çözümsüz kaldı. Öyle olduğu için, yirmi yıl sonra ikinci büyük savaş patlak verdi. Altı yıl süren savaş sonunda Avrupalı emperyalist güçler mağlubuyla galibiyle emsalsiz bir yıkıma uğradılar. Bu yıkımın yanı sıra SSCB’deki despotik bürokratik diktatörlük savaşın sonunda elde ettiği nüfuz alanları karşılığında kapitalist dünyanın istikrarı için gerekli karşı-devrimci hizmetleri layıkıyla yaptığından, kapitalizm yeni bir inşa ve yükseliş sürecine girdi. Bu yükseliş döneminin dinamosu ve belkemiği olan ABD aynı zamanda kapitalist sistemin de yeni hegemon gücü oldu. ABD’nin SSCB’nin nüfuz alanı dışında kalan kapitalist dünya üzerindeki hegemonyası neredeyse mutlak bir hegemonyaydı. Tüm uluslararası sistem onun dikte ettiği biçimde şekillendirildi, yıkıma uğrayan ekonomiler onun zengin kaynaklarıyla, bol kredi ve yardımlarla, temel olarak onun planlamaları ve yönlendirmeleri dâhilinde ayağa kaldırıldı. Böylece ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel planda kapitalist dünya üzerinde çok güçlü ve tartışmasız bir ABD hegemonyası tesis edildi.
Büyük bir nükleer güç olan SSCB’nin varlığını da bir umacı olarak kullanan ABD’nin bu dönemde keyfini sürdüğü hegemonya emsalsiz nitelikteydi. Kapitalist kamp içinde onun liderliğine ve hegemonyasına karşı dikkate değer hiçbir sesin çıkmadığı adeta mutlak bir hegemonya söz konusuydu. Ancak ilerleyen yıllar içinde kapitalizmin işleyişinin temel dinamikleri dolayısıyla savaş sonrası dönemin enerjik kapitalist büyümesi hız kesmeye, ABD’nin ekonomik plandaki büyük üstünlüğü de göreli olarak gerilemeye, aşınmaya başladı. Başta Almanya ve Japonya gibi çok daha dinamik güçler dünya ekonomisi içindeki paylarını hızla ABD aleyhine arttırdılar. “Soğuk Savaş” da denilen bu dönem 1990 dönemecinde SSCB’nin çöküşüyle resmi olarak son buldu denebilir. ABD özellikle askeri plandaki avantajlı ve ayrıcalıklı konumunu kullanarak SSCB’nin çöküşünü kendi göreli gerilemesini frenlemek ve giderek geriye çevirmek için kullanmaya çalıştı. Yukarıda sözünü ettiğimiz bütün savaşlar en dolaysız anlamıyla bu güdünün eseridir. Bunlar ABD emperyalizminin kendi karşısında yer alabilecek yeni bir hegemonik gücün yükselmesine izin vermeye niyetinin olmadığının tüm dünyaya ilanıdır.
Bu anlamda Üçüncü Dünya Savaşı başlangıçta ABD’nin belirli bir düşmanı somut olarak hedef aldığı bir savaş değildi. Bu savaş, karşısına çıkabilecek yeni büyük düşmanlar olasılığını ortadan kaldırmak üzere ABD’nin küresel planda oluşan boşluklarda mevzi tutma girişimi olarak başladı. Olası düşmanlara karşı bir savaş! Süreç içinde Japonya’nın etkili bir siyasi güç olamayacağı ilk planda ortaya çıkan sonuçlardandı. Almanya 1990 dönemecinden itibaren Avrupa’yı kendi etki alanına dönüştürme konusunda önemli kazanımlar elde etti. Ama bu kazanımları yine de ABD’nin yerini almaya ya da onu eskiden SSCB’nin olduğu tarzda dengelemeye aday olmaktan uzaktı. Küreselleşme eğiliminin de doludizgin ilerlediği bu kaotik neo-liberal yıllarda daha önceleri pek öngörülmeyen yeni güçler sahneye çıktılar: İnanılmaz bir hızla büyüyerek dünyanın en büyük ikinci ekonomisi, küresel çapta ileri teknoloji üreticisi konumuna yükselen Çin ve çöküş sürecinin etkilerinden sıyrılmaya ve kayıplarını telafi etmeye başlayan Rusya.
Özellikle bu güçlerin ön plana çıkışıyla birlikte ABD emperyalizminin belirsiz hedeflerle başlayan mevzi tutma ve önleyici savaşı giderek daha belirli hedefleri olan bir savaşa doğru ilerledi. ABD bu süreçte her ne kadar kendi göreli gerileyişini frenlemede belli başarılar elde ettiyse de, asıl amacı olan yeni rakiplerin yükselişini önlemede başarılı olamadı. Ancak dünya artan ölçüde bir savaş yangınına da sokulmuş oldu bu süreçlerle. Rusya toparlandığı ölçüde askeri olarak doğrudan doğruya savaş süreçlerinin içinde yer almaya başladı ve Ukrayna örneğinde görüldüğü üzere Avrupa toprağında komşu ülkenin topraklarının bir kısmını ilhak, bir kısmınıysa işgal edecek kadar ileri gitti. Çin daha önce düşünülemeyecek ölçüde küresel yatırımlarla Asya, Afrika ve Latin Amerika’da kendine önemli mevziler edinirken, Kuşak ve Yol gibi dev projelerle ABD’nin ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası kapitalist dünyayı yeniden yapılandırırken uyguladığı Marshall Planını andıran dev hamleler yapıyor. Özellikle Çin’in olağanüstü yükselişinin hassas seviyelere gelmesi karşısında telâşa kapılan ABD, bir yandan ticaret savaşları yürütüyor bir yandan da yeni bloklaşma hamleleri ve kışkırtmalar peşinde. Tüm bunlar savaş dinamiğini daha da harlıyor.
Ancak güç dengelerine bir bütün olarak ve gelişimi içinde bakıldığında, “Soğuk Savaş” dönemi denilen dönemde kapitalist dünya üzerindeki ABD hegemonyası benzeri bir durumun bir daha herhangi bir kapitalist güç tarafından kurulması mümkün görünmemektedir. Tüm diğer emperyalist güçlerin bir süper gücün kanatları altına girdiği adeta mutlak bir hegemonya ancak bu güçlerin çok büyük bir tehdit ve ağır bir yıkımla yüzleşmeleri halinde olabilecek bir şeydi. Tıpkı ikinci emperyalist savaş bitiminde olduğu gibi. Mağluplar bir yana savaşın galipleri bile -ABD dışında- yere serilmişlerdi ve SSCB ve Doğu Blokunun yanı sıra güçlenen devrim tehdidi karşısında ABD hegemonyasını kabul etmeye hazırlardı. Günümüzde ise kapitalist dünyanın karşısında böyle bir kapitalizm dışı dünya bulunmamaktadır. Tersine, kıyasıya rekabet içinde olan çok sayıda emperyalist büyük gücün olduğu, bunların aynı zamanda nükleer güçler de olduğu bir dünyayla karşı karşıyayız. Karşılıklı yıkım tehlikesinin yüksekliği savaşta bir tarafın diğerine eskiden olduğu tarzda boyun eğdirmesini de güçleştirmektir. Üçüncü dünya savaşının özgün bir biçimde yürümesinin de başlıca sebeplerinden birisidir bu. Günümüzdeki emperyalist savaş, büyük güçlerin doğrudan doğruya birbirleriyle savaşa tutuşmalarındansa, dünya üzerinde yürüyen hemen her yerel ya da bölgesel çatışma ve savaşın içinde bir biçimde yer almaları şeklinde gerçekleşiyor. Özel şirket ordularından tutun şaibeli “terör” örgütlerine kadar karmaşık yöntemler kullanıldığını ve kozların bu araç ve yöntemlerle de paylaşılmaya çalışıldığını görüyoruz.
Öte yandan bölüm içinde anlatmaya çalıştığımız gibi, bir dünya düzeni kurmanın ya da başka deyişle tartışmasız bir hegemonya kurmanın hem İngiltere örneğinde hem de “Soğuk Savaş” dönemindeki ABD örneğinde bir iktisadi zemini vardı. Bu iktisadi zemin genel ve güçlü bir kapitalist yükseliş süreciydi. 19. yüzyılda da bu böyleydi, ikinci emperyalist savaş sonrasında da. Bugünse kapitalizm bırakalım canlı ve genel bir yükselişi, tarihsel krizi içinde debeleniyor. Olağan ekonomik işleyişe görülmemiş çapta sıra dışı müdahalelerle nefes aldırılmaya çalışılan tıknefes bir kapitalizm var karşımızda. Böylesi bir tıkanıklık ve genel kriz koşullarında belirli bir gücün diğer güçler tarafından eski dönemlerde olduğu gibi mutlak biçimde hegemon güç olarak tanınması söz konusu olabilir mi? Ve zaten bir yandan genel ekonomik yükseliş bir yandan da böylesi bir mutlak hegemonik güç olsaydı günümüzde giderek derinleşen ve yayılan bir savaş sürecinden söz edebilir miydik?
Bloklaşma süreçleri ne anlama geliyor?
Yeni bir dünya düzeninin kurulmakta olduğunu söyleyen tezler özellikle “Soğuk Savaş”ın bitiminden itibaren Batılı kapitalist güçler arasında görülen genel dağılma dinamiklerinin şimdi tersine dönmekte olduğunu varsayarak dayanak bulmaya çalışıyorlar. ABD’nin yürüttüğü yeni düşmanlaştırma ve bloklaşma çabalarını ön plana getiriyorlar. Karşıdaki düşman cephe de ana bileşenler olarak Çin ve Rusya’dan oluşan bir cephe olunca “Yeni Soğuk Savaş” fikri ister istemez alıcı bulabiliyor. Yaratılmak istenen izlenime göre Batı geçmişte “Soğuk Savaş” döneminde olduğu gibi yeniden ABD şemsiyesi altında birleşiyor.
Evet bir yandan Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının baskısı altında Almanya’nın (ve Fransa’nın) ABD’ye doğru ve Rusya’ya karşı hafif bir kaykılmasını, diğer yandan Asya’nın doğusunda Japonya’nın ABD’nin kendi şemsiyesi altında o bölgede kurduğu dörtlü pakta dâhil edilmesini görüyoruz. Bunun yanı sıra “Soğuk Savaş” boyunca örneğin son günlerde çokça tartışılan İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya sokulması süreci yaşanıyor. Bunlar ilk bakışta Çin-Rusya ekseni karşısında ABD’nin dağınık bir manzara arz eden Batılı güçleri eski günlerdeki gibi toparladığı izlenimini doğuruyor. Biden’ın da bunu bir söylem olarak kullanması ve yeni kutuplaşma eksenini “demokrasilerle otokrasiler” arasında diye tarif etmesiyle birlikte, aceleci yorumcular hemen yeni Soğuk Savaştan, yeni bir dünya düzeninin kurulmakta olduğundan söz etmeye koyuldular.
Dünya zaten sıcak bir savaşlar serisi içinden geçerken bir “Soğuk Savaş”tan söz etmenin tuhaflığını bir kenara bıraksak bile, “Soğuk Savaş” denilen dönemin kendi içinde bir göreli istikrar ve ekonomik yükseliş dönemi olduğunu görmezden gelmek mümkün olabilir mi? Hakeza o dönem ABD şemsiyesi altında toplanan güçlerin savaştan bitap vaziyette, adeta yerle bir olmuş halde çıkmış olduklarını ve yanı başlarında da Avrupa’nın doğu yarısını yutmuş, kapitalist olmayan dev bir nükleer güç olarak SSCB’nin var olduğunu unutmak? Dahası bu haldeki güçlerin şemsiyesi altına sığındıkları ABD’nin savaştan emsalsiz bir güçle çıkmış olduğu ve diğerleriyle arasında uçurumlar olduğu akıldan çıkarılabilir mi? Bu temel şartlar dizisi o günkü ittifakın ya da bloklaşmanın zeminini oluşturuyordu. ABD’nin adeta mutlak otoritesini tanıyarak, onun dikte ettiği koşulları neredeyse itirazsız kabullenerek bir blok olarak toplaşmanın altındaki şartlar özet olarak bunlardı.
Günümüz dünyası bu şartlardan tümüyle farklıdır. Almanya ya da Fransa gibi Avrupa güçleri ABD karşısında ikinci emperyalist savaş bitimindeki kadar zayıf konumda değiller. Hatta ekonomik açıdan bakıldığında Almanya’nın hayli güçlü bir noktada olduğu ve Avrupa üzerinde hatırı sayılır bir nüfuz kurduğu söylenebilir. Dahası Rusya’nın Almanya’yı düşman olarak hedefe koyan bir politikası yoktur. Aksine hayati nitelikteki enerji konusu başta olmak üzere önemli işbirliği konuları vardır. Tam da bu nedenlerle Almanya (ve Fransa) ABD ve İngiltere’nin ağır baskısına direnmeye çalışmakta, onların istediği tarz ve ölçüde Rusya karşıtlığı kulvarına geçmemektedir. Bunların aksine her fırsatta ara yollar, uzlaşmalar bulmaya çalışmakta ve hatta ABD-İngiltere ekseninin politikalarını boşa düşürmeye çalışmaktadır. Bu hareket tarzının geçmişin “Soğuk Savaş” döneminde mümkün olabilecek bir hareket tarzı olmadığını anlamak önemlidir.
Bu olgular günümüz ABD’sinin İngiltere ile işbirliği halinde oluşturmaya çalıştığı bloklaşmanın “Soğuk Savaş” dönemi bloklaşması kadar iç sağlamlığı ve uyumu olan bir bloklaşma olmasının pek mümkün olmadığını göstermektedir. Almanya’nın (ve Fransa’nın) hareket tarzına dair başka birçok örnek verilebileceği gibi, başka olgular da hatırlatılabilir. Genelde ABD ve İngiltere çizgisinin küresel borazanlığını yapan Financial Times’ta bile bu ABD-İngiltere girişiminin zaaflı yanlarına işaret edilmesi anlamlıdır: “Financial Times’dan Edward Luce de uyarıyor: «Batı, Ukrayna konusunda, dünyanın kendi yanında olduğunu düşünmekte acele ediyor». Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamada Batı istediği kararı çıkardı, ama Luce, «çekimser kalan 35 ülkenin nüfusunun neredeyse dünya nüfusunun yarısını» oluşturduğuna işaret ediyordu. Suudi rejimi Çin’in Yuan ile ödeme yapmasına olumlu bakarken Birleşik Arap Emirliği Beşşar Esad’ı misafir ediyor; İsrail, Rusya karşısında kesin bir tutum almaktan kaçınıyor. Batı’nın göçmenler konusundaki çifte standardı da dikkatlerden kaçmıyor.” (Ergin Yıldızoğlu, cumhuriyet.com.tr)
FT yazarı, dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan ülkelerin (çekimserler artı karşı çıkanlar) ulaşılan küreselleşme seviyesinde Batı kapitalizminin serbest erişimi dışına düşmesinin akıl kârı olamayacağını anlatmaya çalışıyor. Yazardan aktarmalar yapan Yıldızoğlu da, Çin ve Rusya’nın “kapitalist dünya ekonomisinin işleyişi açısından (mineraller, enerji finans, pazar) yalıtılması olanaksız toplumlar” olduğuna dikkat çekerek aynı düşünceyi dile getirmektedir. Kapitalizmin evrimi açısından bakıldığında ekonomik gelişmenin tekerleği geri döndürülemez niteliktedir. Kâr maksimizasyonu dürtüsüne dayalı sermaye birikimiyle karakterize olan kapitalist ekonomide, küresel düzeydeki işbölümünün getirdiği kazanımlardan geriye dönülmesi genel olarak sermayenin mantığına terstir. Söz gelimi, günümüz için en yaygın olarak yapılan “yeni dünya düzeni” tasavvurundaki gibi ikiye bölünmüş bir dünyada o devasa tekellerin pazar ve yatırım alanı olarak dünyanın diğer yarısını kaybetmek razı olunabilir bir şey midir? “Soğuk Savaş” döneminden farklı olarak bu kez her iki dünyanın da kapitalist olduğu bir ikiye bölünmüşlük tümüyle bir zorlama, bir garabet olarak görünmektedir. Böylesi bir “düzeni” oluşturmaya çalışmanın gerçekte anlamı ancak iki taraf arasında birbirinin pazar, yatırım ve nüfuz alanlarını ele geçirmek üzere savaş yürütülmesidir. “Soğuk Savaş”ta farklı ekonomik temellere dayanan ve kapitalist küreselleşmenin daha erken bir aşamada olduğu şartlarda iki ayrı yarı-dünya belli bir süre varlık sürdürebilmişti. Ama günümüz şartlarında birbirinden ayrı kapitalist yarı-dünyalar tasavvuru bir “düzene” değil sermayenin mantığına uygun olarak en geniş anlamıyla “savaşa” işaret eder.
Dahası geçmiş bloklaşmanın harcında yer alan çok önemli bir faktör olarak ideolojik kamplaşma öğesinin mevcut durumda söz konusu olmadığını da görmek gerekiyor. Geçmişte kapitalizm dışı bir kampın umacılaştırılması vardı, şimdi tüm dünya bir biçimde kapitalistleşmiş iken ve ayrıca Batı’da kapitalizm geniş emekçi yığınlara artan ölçüde azap verirken, ikna edici bir ideolojik kamplaşma yaratmanın zemini çok zayıftır.
Tüm bu hususlar günümüz kapitalizmi açısından bir çıkışsızlığa işaret ediyor. Kapitalizmin, yarattığı ve içinde debelendiği çelişkileri kendi içinde aşmaya mecali yoktur. Kapitalizm var oldukça ne küresel emperyalist rekabet ve çekişmeler son bulabilir ne de bunlar sonucunda bir gücün hegemonyası altında geçmişte bir dönem olduğu gibi bir “istikrar” kurulabilir. Zaten gerek dolaysız ekonomik anlamda gelinen çıkışsızlık durumu olsun (kredi mekanizmasının tarihsel aşınması, her düzeyde eşi görülmemiş borçluluk düzeyleri, şişen balonlar, kâr oranlarındaki düşüşün işçi sınıfına yönelik tüm saldırılara rağmen bir türlü telafi edilememesi vb.) gerek ekolojik kriz boyutu olsun sistem daha önce görülmemiş çok boyutlu bir kriz içindedir. Biz buna nicedir kapitalizmin tarihsel sistem krizi diyoruz. Günümüzdeki emperyalist hegemonya krizi de sadece bu genel ve büyük krizin bir boyutunu oluşturmaktadır, ondan ayrı düşünülemez. Dolayısıyla savaşlar yoluyla mevcut hegemonya krizinin aşılabileceğini düşünmek kapitalizmin geçmişten farklı olarak bir tarihsel kriz içinde olduğunu ihmal etmek anlamına gelecektir.
Gelinen aşamada kapitalizmin kendi parametreleri çerçevesinde bakıldığı sürece ufukta bir çıkış yolu görünmüyor. Kapitalizmin kördüğüm olmuş çelişkilerini hangi ucundan tutarsanız tutun, yumak çözülüp açılmıyor, rahatlamıyor. Yıllardır vurguladığımız gibi tarihsel bir tıkanma söz konusudur. Bu tarihsel tıkanma uğrağında sistem içi çözümler kendilerini tüketmiştir. Elbette kapitalizm kendiliğinden çöküp gidecek ve yerini daha ileri bir toplum düzenine bırakacak değil. Önümüzde ya sosyalizm ya fiziksel yok oluş denebilecek bir kavşak noktası duruyor. İşçi sınıfı tüm emekçilerin öncüsü olarak kapitalizmi bilinçli örgütlü eylemiyle yıkmazsa bizi bekleyen alternatif total yıkımdır. Bir sosyalist işçi devrimi dışında insanlığın kurtuluşu ya da çıkışı yoktur. Bu gerçeklik günümüzün artık yakıcı bir gerçekliği mertebesine yükselmiştir ve ne kadar anlatılsa, ne kadar vurgulansa azdır. Özellikle yeni kuşaklara bunun döne döne anlatılması gerekiyor. Yeni kuşaklar zaten gözlerini bu krizli, tıkanık kapitalizme açtılar esasen. Tam da bu nedenle yaklaşık 15 yıldır dünyanın en müreffeh, en gelişmiş kapitalist ülkelerinde bile gençlerde anti-kapitalist düşünceler açık biçimde yükseliş halinde. Dolayısıyla, anti-kapitalist mücadelelerin yaygın bir şekilde yükselmesi için dünya düne göre çok daha elverişli bir durumdadır.
link: Levent Toprak, Yeni Bir Dünya Düzeni mi Kuruluyor?, 10 Haziran 2022, https://marksist.net/node/7661
Savaş Yalanları
Sağlık Alanındaki İşçi Hareketine Bir Bakış