İnsanlık 20. yüzyılda iki büyük emperyalist paylaşım savaşının acılarıyla kavruldu. Tam yüzyıl önce patlak veren birinci emperyalist paylaşım savaşı 18 milyon insanın canına mal olmuştu. 75 yıl önce patlak veren ikinci emperyalist paylaşım savaşı kapitalizmin gaddarlıkta kat ettiği mesafeyi gösterircesine 70 milyondan fazla insanın katledilmesiyle sonuçlandı. Aradan geçen yıllar Avrupa için genelde barış yılları olarak bilinse de, dünya, gerek emperyalist güçlerin sömürgelerini elde tutmak için yürüttükleri savaşlara, gerek büyük güçler arasındaki örtülü savaşlara, gerekse de çeşitli kapitalist güçler arasındaki haksız savaşlara tanıklık etmekten kurtulamadı. On milyonlarca insan bu savaşlarda can verdi.
Bugün emperyalist büyük güçler arasında (ve onların şemsiyesi altındaki bölgesel güçler arasında) devam eden paylaşım kavgasının, önceki iki büyük savaş biçimine bürünüp bürünmeyeceği sorusu, günümüzün temel gerçekliğini görmezden gelme riskini içinde barındırmaktadır. O gerçek şudur ki; kapitalizmin hüküm sürdüğü günümüz dünyası zaten yeni bir emperyalist paylaşım savaşı sürecindedir. Büyük güçlerin cephelerde doğrudan karşı karşıya gelmemiş oluşu, yaşadığımız paylaşım savaşı sürecinin temel niteliğini değiştirmemektedir. Savaş, bu emperyalist niteliğiyle, giderek yayılmakta ve şiddetlenmektedir. Şu ya da bu siyasal-toplumsal ya da ekonomik sorun ele alınırken, bu temel gerçekliğin üzerinden atlanarak yapılacak değerlendirmeler her halükârda eksik kalmaya mahkûmdur.
“Ders çıkartmak” ve emperyalist ikiyüzlülük
Geçtiğimiz haftalarda, Avrupalı 28 ülkenin hükümet ve devlet başkanları, büyük savaşın 100. yılını anma etkinlikleri çerçevesinde, bu savaşın en kanlı çatışmalarının yaşandığı Belçika’nın Ypres kentindeki programda bir araya geldiler. Anıtlara çiçekler koydular. Birbirlerine barış nutukları attılar. Ders çıkartılması gereğinden dem vurdular. Gerek Birinci gerekse de İkinci Dünya Savaşının düşman konumundaki baş aktörlerinden Almanya ve Fransa’nın devlet başkanları, sarmaş dolaş verdikleri pozların ardından, “alınacak en büyük dersin birlik içindeki bir Avrupa” olduğu konusunda hemfikir göründüler.
Yaratılmaya çalışılan bu birlik ve uzlaşma görüntüsünün ardında ise, farklı ulus-devletlere bölünmüş dünya kapitalizminin büyük güçleri arasında kızışan rekabet ve paylaşım kavgası yatıyor. Burjuva medyaya gerekli barışçıl pozların verilmesinin ardından, AB’li büyük güçlerin liderlerinin, başta Ukrayna’daki kriz bağlamında Rusya ile ilişkilerin geleceği olmak üzere, Afrika ve Ortadoğu’daki paylaşım kavgasının gidişatını tartışmak üzere masaya oturmaları da bunun göstergesi.
AB liderleri, ortak güçlerini nasıl arttıracaklarını ve bu arada kendi aralarındaki meseleleri nasıl çözeceklerini tartışadursunlar, dünyanın hâlâ en büyük efendisi konumundaki ABD, Rusya’yı zayıflatmak, onun nüfuz alanındaki bölgeleri kendi etkinlik alanına çevirmek üzere her türlü girişimde bulunuyor. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’dan sonra, bu Batılı güçlerin Ukrayna’da tezgâhladıkları son senaryoyu hatırlayalım. Benzer şekilde ABD Japonya’yla birlikte Asya’da Çin’in önünü kesmek için dünyanın doğusunda gerilimi giderek tırmandırıyor.
AB üzerindeki Almanya hegemonyasından hoşnutsuz olan, Afrika’da diğer emperyalist güçlere karşı ön almak isteyen Fransa’nın devlet başkanı Hollande, bu bölgelere daha geniş askeri müdahaleleri savunuyor. Almanya artan bir hızla silahlanıyor ve ABD’nin başını çektiği askeri operasyonlarda doğrudan askeri varlık göstermeye başlıyor. Japonya, bir yandan ABD’yle Çin’e karşı ortak adım atarken bir yandan da ordusunu ve özellikle de donanmasını hummalı bir şekilde güçlendirmeye girişmiş durumda. Tüm bunlara Kanada’nın, Avustralya’nın, Brezilya, Hindistan, Rusya, Çin ve Türkiye’nin emperyalist niyetlerle giriştiği silahlanma sürecini de ekleyelim.
Dünyayı kasıp kavuran ve kısa vadede içinden çıkılması imkânsız görünen bir kapitalist kriz; İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya dengelerinin bozulup bu dengeleri yansıtan uluslararası kurumların işlemez hale gelişi; yerel sorunların hızla uluslararası sorunlar haline gelmesi ve bunların çözümünde diplomasinin giderek etkisiz bir araç olarak gözden düşmesi; emperyalist güçler arasında sertleşen ticaret ve kur savaşları; henüz tam kesinleşip betonlaşmamış da olsa belirginleşen emperyalist bloklar… Tüm bunları birlikte ele aldığımızda karşımıza Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından önceki manzaranın temel çizgileri çıkmaktadır. Böylesi bir dünyada, üstelik emperyalist saldırganlığı açıkça sergileyen burjuva liderlerin barış çağrıları emperyalist ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Burjuva liderler bir yandan bu ikiyüzlü barış çağrılarını yükseltirken diğer yandan Afganistan’ı, Irak’ı, Suriye’yi, Libya’yı, Ukrayna’yı ve birçok Afrika ülkesini kan gölüne çevirmekten geri durmuyorlar. Buralarda yürüyen savaşlar, arkasında emperyalist güçlerin bulunduğu vekâlet savaşlarıdır.
Yeni bir dünya savaşı imkânsız mı?
MH17 kodlu Malezya uçağının Ukrayna semalarında düşürülmesinin ardından, Amerikan, İngiliz ve Alman basınında Putin ve Rusya karşıtı bir kampanya başlatıldı. Bu ülkelerin dünya çapında meşhur üç dergisi (Time, the Economist ve Der Spiegel) bu kampanyanın şampiyonu durumundalar. Der Spiegel dergisi, “MH17’nin enkazı, diplomasinin de enkazıdır” başlığı atıyor. Diplomasi sona erdiyse savaşın kaçınılmaz olduğunu gösteriyor tarih! Time dergisi de Batılı liderleri ve en başta da Obama’yı Putin’e karşı çok yumuşak olmakla, “zaman sınırı” ve “kırmızı çizgi” ilan etmemekle, tehdide yanaşmamakla ve askeri seçenekleri devre dışı bırakmakla suçluyor.
Üç büyük emperyalist gücün en önde gelen medya organlarındaki savaş kışkırtıcılığının boyutları ortadayken, kimi burjuva ideologlar ve sol liberaller, AB’nin, kurulan yeni ittifakların ve oluşturulan uluslararası kurumların yeni bir savaşı imkansız kıldığını savunup durdular bugüne değin. Onlara göre artık sınırlar asla kuvvet kullanılarak değiştirilmeyecekti. Balkanlar’da olup bitenlere gözlerini kapayan, Ortadoğu’daki cehennemi dünyanın diğer ucunda olup biten bir şey olarak algılatan bu burjuva ideologlar, Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesiyle oluşan durum karşısında epey bir bocaladılar. Ama bu “kara günlerin” geçici ve istisnai olduğu yalanıyla kendilerini ve kuşkusuz emekçileri kandırmayı tercih ettiler.
Avrupa iki büyük dünya savaşından ve faşizmden ders çıkardı şeklindeki bu düşünceler liberal boş hayallerden başka bir şey değildir. İşin aslı, önde gelen burjuva kurum ve ideologlar bile, bugünlerde sıklıkla yeni bir büyük savaş riskinden dem vurmaktadır. Bunlardan biri olan Kemal Derviş, Birinci Dünya Savaşının 100. yıldönümü vesilesiyle geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı bir yazıda, ekonomik gidişat konusunda fazladan bir iyimserliğin hüküm sürdüğünü, birçok siyasal sorunda ise liderlerin uyurgezer bir tutum takındığını belirtiyor. “Küresel yönetim gücü”nün (ABD’nin hegemon ve belirleyici konumu diye okuyalım) zayıfladığını, “uluslararası düzenin güvenlik açıklarının arttığını”, Birleşmiş Milletler’in felç durumunda bulunduğunu, mevcut şartların bir asır öncesini hatırlattığını belirterek uyarıyor: “Ortadoğu’daki kargaşa ve Ukrayna’daki krizin finans piyasalarını etkilememesi bizi gevşetmemeli. Ağustos 1914’ün hatırası dünyanın nasıl felâkete sürüklendiğini hatırlatmalı.” Benzer siyasal gelişmelere işaret eden BBC Avrupa Editörü Gavin Hewitt ise, “kriz giderek sahadaki olaylar tarafından tahrik ediliyor. Risk, Avrupa'da yeni bir savaş” uyarısında bulunuyor.
Sol liberaller ve pasifistler, Almanya, Fransa ve İngiltere temsilcilerinin “dün düşmandık bugünse dostuz” söyleminde birleşmiş görünmelerine bel bağlıyorlar. Geçmişteki savaşların onlar arasındaki düşmanlıktan kaynaklandığını, bugünse bu düşmanlık ortadan kalktığı için böylesi bir büyük savaşın mümkün olmadığını iddia ediyorlar. Doğrudur, Birinci Dünya Savaşının asıl kaynağı ve gerçek sorumluları Avrupa kapitalizmi idi. Adı dünya savaşı olsa bile bu savaş esas olarak Avrupa’da ve çeperinde yaşanmıştı. Ne var ki, kapitalist dünya 1939’da artık yalnızca Avrupa’dan ibaret değildi. İkinci Dünya Savaşında Avrupalı emperyalistlerin yanı sıra Japon ve ABD emperyalizmi de baş sorumluluğu üstlenmişti. Bugünse artık manzara çok daha farklı. Yüzyıl öncesinin tersine bugün kapitalizm küresel bir sistem haline gelmiş bulunuyor. Yani Avrupa’nın büyük emperyalist güçleri kendi aralarında tam bir mutabakata varsalar bile (ki mümkün değildir), bu, yeni bir dünya savaşının imkânsızlaşması anlamına gelmiyor. Avrupa’nın dışında nice eski ve yeni büyük güç emperyalist hiyerarşide yerini korumak ya da daha yukarı tırmanmak için rakiplerine diş bilemeye devam ediyor. Kaldı ki, Avrupa’nın kendi içinde ne denli istikrarsız olduğunu, AB’nin parçalanma dinamikleri güçlenen bir ekonomik birliğin ötesine geçmediği ve geçemeyeceğini, tam da Fransa, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere AB ülkelerinin birbirinin altını oyma çabalarının kesintisiz devam ettiğini de unutmamak gerekiyor.
Avrupa’da halkların geçmişe göre çok daha iç içe geçtiği, belli bir kaynaşmanın yaşandığı vb. de bir başka argüman olarak öne sürülüyor. Bunda da belli bir gerçeklik payının olduğu aşikâr. Ama bundan bu halkların bir kez daha emperyalistler eliyle birbirine kırdırtılmasının mümkün olmadığı sonucuna çıkmak liberal hayallerin peşine düşmektir. Avrupa’nın göbeğinde, eski Yugoslavya’da, on yıllardır iç içe yaşayan hakların nasıl birkaç ay içerisinde birbirine düşman edildiğini unutmayalım. Bugün Avrupa’da yükselen yabancı düşmanlığı ve İslamofobi emperyalist kapışmanın gereksindiği düşmanlaştırmanın zeminini yeterince pekiştirmiyor mu? Bu yabancı düşmanlığının sadece Müslüman halklara yönelik olduğu iddiası da doğru değildir. Almanya’da yaşanan ırkçı saldırılardan Müslümanların yanı sıra, Yunan, Sırp, İtalyan, İspanyol, Slav, Asyalı ve Afrikalı emekçiler de paylarına düşeni alıyorlar.
Kapitalizm yıkılmadan savaşlar son bulmaz!
Yeni bir dünya savaşının nükleer silahların varlığı nedeniyle göze alınmayacağı, aklın ve sağduyunun eninde sonunda galip geleceği tezine gelince. Bundan daha naif bir tez olamaz. Kapitalizmi akıl ve sağduyuya dayanan bir sistem olarak resmetmekten daha bönce bir yaklaşım bulmak zordur.
Kapitalist savaşlar akıl ve sağduyusunu yitirmiş sapkın ve kan düşkünü politikacıların aldığı kararlardan değil, sistemin doğal işleyişinden kaynaklanır. Burjuva politikacılar, asker ve sivil üst bürokratlar, işler belli bir noktaya geldiğinde, kendi gönüllerinden geçen savaş olmasa bile o yola girmek zorunda kalırlar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan birçok örnek bunu doğrular. Kapitalizmin insan iradesinden bağımsız hareket yasalarının güdülediği olayların akışı, giderek savaşı bir zorunluluk haline getirir. Tesadüfler zorunluluğun dışavurumudur der Engels. Zorunlulukların birikip patlama noktasına geldiği anda tesadüfi gözüken bir olay barut fıçısını tutuşturacak bir kıvılcım görevini görür. Düne kadar savaşa karşı görünenler, bir anda en sapkın savaş kışkırtıcıları haline gelirler. Lenin, kapitalizm ile savaş arasındaki bağı şu sözlerle vurguluyordu: “Savaş tesadüfi bir olay da değildir, (yurtseverlik, insanlık ve barış vaazı veren oportünistlerden geri kalmayan) Hıristiyan papazların düşündüğü anlamda «günah» da değildir. Savaş kapitalizmin kaçınılmaz bir aşamasıdır, kapitalist yaşam tarzının barış kadar meşru bir biçimidir.” (1 Kasım 1914, Sosyalist Enternasyonal’in Konumu ve Görevleri)
Emperyalist savaş, bu kararı ilan edenlerin kişisel suçu değil, emperyalist kapitalist işleyişin kaçınılmaz bir sonucudur. Burjuvazinin kafa adamlarından Yaman Törüner de bu gerçeği kendi kelimeleriyle itiraf ediyor: “Savaşlar, toprakların ve ekonomik kaynakların yeniden dağılımı için yapılır.” (Milliyet, 11/8/2014) Risklere işaret eden burjuva ideologlar, savaştan kişilerin değil sistemlerin sorumlu olduğunu da yer yer itiraf etmek zorunda kalıyorlar. Durum bu olduğu içindir ki, Papa’nın “sevgili kardeşlerim, bir daha asla savaş olmasın! … Yalvarırım artık durun, tüm kalbimle rica ediyorum. Artık durma zamanı. Lütfen artık durun” şeklindeki ikiyüzlü yakarışları da emperyalistleri durdurmaya yetmeyecektir.
Emperyalist savaşa karşı sınıf savaşı!
Avrupa’da savaşlardan bıkmış emekçilere “bütün savaşları sona erdirecek savaş” sloganıyla yutturulmaya çalışılan Birinci Dünya Savaşını sona erdiren, 1917 Ekim Devrimiydi. Bu savaşın devrimle sonuçlanması, Avrupalı burjuvaları kendi aralarındaki hesaplaşmayı ertelemek zorunda bırakacak ve ancak Stalinizmin işçi devrimine ihanetiyle oluşan yeni dünya konjonktüründe, dünya burjuvazisi kendi içindeki hesaplaşmayı tamamlama fırsatını yakalamış olacaktı. Birinci Dünya Savaşı boyunca yaşadığı tıkanıklıklara ve geri çekilmelere rağmen neredeyse hiçbir cephede savaş kaybetmeyen Almanya, Ekim Devriminin yarattığı dalgaların da güçlendirici etkisiyle 1918’de devrimin eşiğine gelmişti. Askeri bir yenilgiden değil, devrim tehdidinden çekinen Almanya savaştan yenik çıkmayı kabul etti. Aynı korku Almanya’nın düşmanlarında da vardı, onun üzerine gidip tam bir yenilgiye uğratmaktan çekindiler, çünkü Almanya’da zafere ulaşacak bir devrim tüm Avrupa’da, bir başka deyişle o günün koşullarında tüm dünyada devrim anlamına gelecekti.
Fransa-Prusya savaşına tepki olarak Paris Komünarlarının 1871’de iktidarı ele almaları, Rus-Japon savaşına tepki olarak Rus proletaryasının 1905 devrimci ayaklanması gibi örnekler, savaşlar karşısında işçi sınıfının takınması gereken tutumu ortaya sermektedir. Ekim Devrimi ise, işçi sınıfının ve ezilen halkların çıkarları doğrultusunda emperyalist savaşa son vermenin yegâne yoluna ışık tutmaktadır. Lenin, Birinci Dünya Savaşının ilk günlerinde, kapitalist devletler arasındaki savaşlarda yurtseverliği, “anavatan savunusu”nu ve benzeri burjuva politikaları kesinkes reddederek tutulması gereken enternasyonalist ve devrimci yolu gösteriyordu:
“Burjuvazi emperyalist yağmayı saklayarak kitleleri eski «ulusal savaş» ideolojisiyle aldatıyor. Bu yalan, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme sloganını öne süren proletarya tarafından açığa çıkarıldı. Stuttgart ve Basel kararlarının sloganı buydu. Bu kararlarda genel olarak savaş değil tam da bugünkü savaş göz önünde bulunduruluyor, «anavatan savunusu»ndan değil «kapitalizmin yıkılışını hızlandırmak»tan bahsediliyor, savaşın yarattığı krizden bu amaçla yararlanmaktan ve Paris Komünü örneğinden söz ediliyordu. Paris Komünü ulusların savaşının iç savaşa dönüşmesinin bir örneğiydi. … Kuşkusuz böylesi bir dönüşüm kolay bir iş değildir ve yalnızca şu ya da bu partinin heveslenmesiyle gerçekleştirilemez. …[Sosyalistlerin] işi … öncelikle bizzat «kendi» burjuvazisinin şovenizmine karşı mücadele etmektir.”
Savaş karşısında orduya katılmayı, emekçilerin silahlanmasını reddetme ve tümüyle barışçıl gösterilerle sınırlı bir muhalefet çizgisi izleme gibi pasifist eylemleri savunmanın “bütünüyle anlamsız, sefil ve ödlekçe hayaller” olduğu gerçeğini dile getiren Lenin, sosyalistlerin görevini şöyle ortaya koyuyordu:
“Her sosyalistin görevi, ordu içinde de sınıf mücadelesinin propagandasını yürütmektir; tüm ulusların burjuvazilerinin emperyalist bir silahlı çatışma içerisine girdikleri bir çağda ulusların savaşını iç savaşa çevirmeye dönük bir çalışma yegâne sosyalist faaliyettir. «Ne pahasına olursa olsun barış» şeklindeki tiksindirici, sofuca ve budalaca çağrılar kahrolsun!” (age)
İçi boş barış çığlıkları atarak, uluslararası kurumları göreve çağırarak, karnaval havasında eylemler yaparak savaşları durdurmanın mümkün olmadığını tarihten öğrenme güçlüğü çekenlere, emperyalistler yeni öğrenme fırsatları sunmaktan geri durmadılar. 2000’li yılların başlarında reformistler ve pasifistlerin göklere çıkardıkları barış hareketlerinin son savaş sürecini durdurmakta nasıl bir fiyaskoyla sonuçlandığını hatırlamak yeterli. Savaş karşıtı gösteriler yapmak genel olarak yanlış bir şey olmasa da, bu tür gösterileri savaşları önlemeye yeterli eylemler sanmak ve hayaller pompalamak yanlıştır. Doğru olan, bu tür gösterilerle başlayabilen savaş karşıtı eylemliliklerin sınırlarını açıkça ortaya koyarak onları daha ileriye taşıyabilmektir.
Emperyalist savaş cehenneminin giderek yayıldığı ve daha da büyük felâketlerin kapıda beklediği günümüz koşullarında enternasyonalist komünistlerin üzerine büyük sorumluluklar düşüyor. Sol liberallerin ve reformistlerin pasifist değerlendirmelerini ve sosyal-şovenlerin yurtseverlik söylemlerini teşhir ederek işçi sınıfını bekleyen büyük tehlikelere karşı uyanık tutmak, haksız savaşlara karşı işçi sınıfının mücadelesini güçlendirerek bunu anti-kapitalist mücadeleye bağlamak belirleyici bir öneme sahiptir. Birinci Dünya Savaşının 100. yıldönümünde, dünya işçi sınıfının bir kez daha on milyonlarca insanın katledildiği büyük bir emperyalist savaş girdabına çekilmesinin önüne geçmek, ancak bu görevin yerine getirilmesiyle ve iktidarın işçi sınıfının eline geçmesini sağlayacak bir devrimle mümkündür.
link: Oktay Baran, Emperyalist Savaşa Karşı Sınıf Savaşı!, 5 Eylül 2014, https://marksist.net/node/7256
Demiryollarını Özelleştirme Adımları
İsrail-Filistin Arasında “Kalıcı Ateşkes” mi?