Eylül ayında, Obama ve Ruhani’nin telefon görüşmesiyle başlayan nükleer müzakere sürecindeki yumuşamayla devam eden ABD-İran “yakınlaşması” Ortadoğu’da yeni bir sürecin başladığının işaretiydi. Obama yönetiminin bu hamlesi, Suriye konusunda Rusya’yla uzlaşan tutumuyla birlikte ele alındığında, ABD’nin Ortadoğu’da taktik düzeyde politika değişikliğine gittiğini göstermektedir. Bu taktik değişikliği, ABD’nin bölgedeki müttefikleri olan İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri açısından oldukça sıkıntılı bir durum yaratmıştır. ABD, bu müttefiklerini, oluşturmakta olduğu yeni politik hat doğrultusunda pozisyon almaya zorlamaktadır. Ancak bu o kadar da kolay olmayacaktır. Bu ülkeler ABD’ye açıktan kafa tutamasalar da rahatsızlıklarını belli etmektedirler. Çünkü ABD gibi küresel güçler açısından mümkün ve zaman zaman da gerekli olan bu tür taktik değişiklikler, rakip bölgesel güçler açısından da dengelerin tamamen değişmesi anlamına gelebilir. Dolayısıyla Obama yönetimiyle ilişkilerinin “tatsızlaşmasının” yanı sıra, bahsi geçen ülkelerin ABD’nin yeni politikasının başarısızlığa uğraması için el altından çalışacaklarını, kendi aralarında kimi açık veya gizli ittifaklara gireceklerini de öngörmek gerekiyor.
ABD’nin başını çektiği kampta yer alan Batılı emperyalist güçler arasında da bu politika değişikliğine muhalefet edenler mevcuttur. Fransa örnek olarak verilebilir. Yeniden atılım yapmaya aç olan Fransız emperyalizmi, gerek Afrika’da gerekse de Ortadoğu’da saldırgan politikaların savunuculuğunu yapmaktadır. Hem İran’la yürütülen nükleer müzakereler esnasında hem de BM Güvenlik Kurulunda, İran’la ilişkilerde diplomasinin ön plana çıkacağı daha yumuşak bir siyaset izlenmesine karşı çıkmıştır. Ve bu tutumuyla ABD’ye yanlış yaptığını söyleyen İsrail’den de övgü dolu sözler almıştır. Bu da ABD’nin işini zorlaştıracak faktörlerden biridir.
ABD, bölgedeki müttefikleriyle arasını bozabilecek veya en azından ciddi güven kaybına yol açacak denli önemli sonuçları olabilecek böylesi bir politika değişikliğine neden ihtiyaç duymuştur?
ABD’nin İngiltere’yle birlikte geliştirdiği yeni politikası, en azından kısa vadede, Ortadoğu’daki İran etkisini arttıracaktır. ABD bunun, kontrol edemediği Sünni İslamcı güçleri dengeleyici etkisinden de faydalanacaktır. ABD her yere yayılıp gittikçe güçlenen radikal Sünni İslamcı güçlerin önünü kesmeyi hedeflemektedir. El Kaide denilen cephe örgütlenmesiyle sembolize olan radikal Sünni İslamcı güçler, emperyalist kapışmanın yarattığı siyasal istikrarsızlık ortamından beslenerek Afrika’dan Uzakdoğu’ya kadar pek çok bölgede etkili aktörler haline gelmişlerdir. Amerikan karşıtlığını öne çıkaran bir propagandayla güçlü bir tabana ulaşan bu hareketler, güçlendikleri her yerde ABD’nin başını ağrıtmaya devam etmektedirler.
Suriye’de Esad rejiminin yerini radikal Sünni İslamcı bir iktidarın almasını istemeyen ve bu yüzden de kırmızıçizgilerinden dahi vazgeçerek, Esad rejimini savunan Rusya-İran ikilisiyle uzlaşma yoluna giden ABD, İran’la başlattığı “yakınlaşma”ya dayanarak; Afganistan’da (askerlerini çekmeye başladıktan sonra) Taliban’ın hâkimiyeti tekrar ele geçirmesinin önünü almak, Irak’ta da siyasi istikrarın sağlanması doğrultusunda İran’ın etkisinden faydalanmak istemektedir. Ayrıca İran’ın ılımlı bir çizgiye çekilmesi, ABD’nin Ortadoğu’daki eli ayağı sayılabilecek İsrail açısından da önemlidir.
Rusya-İran cephesiyle gerilimin dozunu düşürmek, hem farklı bölgelere güç kaydırmak açısından ABD’nin elini rahatlatacak, hem de bölgedeki müttefiklerinin işine gelmese de sorunlu konularda kendi çıkarlarını zedelemeyecek çözümler üretebilmesinin önünü açacaktır.
Emperyalist siyaset somut çıkarlara göre belirlenir
Obama yönetiminin giriştiği bu politika değişikliğinin arka planını açıklamaya girişmeden önce emperyalizmin kurtlar sofrasında siyasetin nasıl yürüdüğüne dair birkaç hatırlatma yapmak yerinde olur. Birincisi, ABD gibi hegemonik bir güç için vazgeçilmez müttefik veya değiştirilemez taktikler yoktur. İsmet İnönü’nün meşhur bir lafı vardır: “Büyük devletlerle ilişki ayıyla yatağa girmek gibidir. Ayının ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Severken bile pençesiyle yaralar.” ABD gibi büyük emperyalist güçlerin “dostluğu”nun ne getireceği belli olmaz, avdan küçük parçalar kopartmak isterken zarar görebilir, hatta bir anda av oluverirsiniz. İkincisi, Ortadoğu gibi yüzlerce yıldır paylaşım kavgalarına konu olmuş bir bölgede tahliller konjonktürel olmak zorundadır. Çünkü çıkarlar sürekli değişmektedir ve çok fazla aktör mevcuttur. Emperyalist-kapitalist güçlerin yerel unsurlarla birlikte, birbirlerine karşı düzenledikleri komplolar, tezgâhlar birbirini kovalar. Üçüncüsü, devletlerarası ilişkilerde tümden veya kalıcı biçimde dost veya düşman olmak oldukça istisnaidir. Genelde, belirli konularda veya dönemlerde anlaşma-anlaşamama hali sözkonusudur. Bunu belirleyen şey çıkarların ne denli örtüşüp örtüşmediğidir. Bugün dost olanlar yarın düşman olabilir ya da tersi.
Bunları akılda tutarak devam edelim. Burjuva basından şimdilerde öğreniyoruz ki, Obama ile Ruhani’nin “tarihi” olarak lanse edilen telefon görüşmesinin öncesinde, ABD ile İran en az 5 kez gizlice görüşmüşler. Bu görüşmeler İsrail gibi yakın müttefiklerden ve muhtemelen Obama’ya muhalif pozisyondaki Cumhuriyetçi şahin kanattan da saklanmış. Yani daha Ruhani seçilmeden önce ABD ile İran arasında bugünkü yakınlaşmanın temelleri atılmış. Bunun sağlanabilmesi için öncelikle ABD ile Rusya arasında bu konuda bir “yakınlaşma” olması gerekliliğini de biz ekleyelim. Demek ki ciddi bir taktiksel hamle yapılmıştır.
ABD açısından bunu koşullayan önemli ve nesnel bir faktör sözkonusudur. ABD halen dünyanın egemen emperyalist gücü olsa da, eskiye nazaran zayıflamıştır. Her işini tek başına ve kafasına göre görmek yerine, farklı küresel ve bölgesel güçleri de hesaba katmak, onlarla ittifaklar yaparak işlerini yürütmek zorundadır. Obama döneminin sözde barışçıl dış politikası bu zorunluluğun ifadesidir. Aynı nedenden ötürü ABD aynı anda dünyanın birden fazla bölgesine müdahale etmekte zorlanmaktadır. Obama yönetimi işbaşına geldiğinden itibaren emperyalist kapışmanın ağırlık merkezini Ortadoğu’dan Uzak Asya’ya kaydırmaya başlamıştır. Çünkü ABD açısından şu an bir numaralı rakip Çin’dir. Geçmişte Rusya’ya yaptığı gibi Çin’e yönelik olarak da geniş çaplı bir ekonomik-siyasi-askeri kuşatma harekâtına girişmiştir. Asya ve Pasifik’te artan siyasi gerilim bunun sonucudur. Ve Obama yönetimi, Çin’e bu kadar yoğunlaşmışken Ortadoğu’da fazladan enerji-para-zaman kaybetmek istememektedir. Niyeti, Ortadoğu’da işleri belli bir düzene sokup tüm gücünü ve dikkatini Çin’e verebilmektir.
Bush yönetiminin zor kullanarak ve ortalığı dağıtarak zayıflamış ABD hegemonyasını Ortadoğu’da yeniden tesis etmesinin ardından Obama yönetimi diplomasiyi ön plana çıkartıp etrafı düzeltmeye başlamış ve bölge müttefikleri üzerinden yeni düzeni devam ettirmeye, pekiştirmeye çalışmıştır. Ama işler pek de istediği gibi yürümemiştir. AKP hükümeti sayesinde bir dönem ABD tarafından tüm bölgeye model ülke olarak lanse edilen Türkiye, yine aynı AKP iktidarının ve asıl olarak da Erdoğan’ın izlediği politikalarla kontrol edilemez hale gelmiş ve kimi noktalarda sorun yaratmaya başlamıştır. Hatta AKP’nin temsil ettiği ılımlı-modern İslami çizginin Ortadoğu’daki diğer temsilcisi olan Müslüman Kardeşler de ABD açısından hayati derecede önemli olan kimi konularda ABD’den bağımsız ve AKP’yle birlikte hareket etmeye başlamıştır. Bu sorunlu noktalar arasında İsrail karşıtlığını, Filistin sorununda ABD’nin çizgisini aşan tutumların ortaya konmasını, İran’a ve ABD karşıtlığına gereken sert tutumların alınmamasını sayabiliriz. Böylece ABD, “yeşil kuşak” projesinden beri destekleyip kullandığı Sünni İslamcılarla daha fazla yol alamayacağına karar vermiştir. Eş zamanlı olarak Arap Baharı denilen süreçte pek çok ülkede Müslüman Kardeşler ya iktidar olmuş ya da iktidarın en güçlü adayı/ortağı haline gelmiştir. Ortadoğu’ya yönelik planları açısından istediği gibi yönlendiremediği bu Sünni İslami çizginin bölgede genel anlamda yükselişe geçme ihtimalinin ortaya çıkması (üstelik kendisine kafa tutan AKP-Erdoğan öncülüğünde), radikal İslamcı hareketlerin de yayılmasıyla birleşince –ki bu iki şey birbiriyle bağlantılıdır– ABD açısından bugünkü gibi bir taktik-politik değişiklik zorunlu hale gelmiştir.
Mısır’da İhvan’ın askeri darbeyle devrilmesi, Tunus’da En Nahda’nın önünün kesilmesi, Türkiye’de Gezi protestolarından beri AKP-Erdoğan aleyhinde açıktan bir yıpratma faaliyetine girişilmiş olması, İran’la açık diplomasinin tekrar başlatılarak Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin hizaya getirilmeye çalışılması (çünkü bu ülkelerdeki kimi burjuva kesimler radikal İslamcı grupların ana finansörleridirler) bundandır.
Cephenin diğer tarafına göz atacak olursak, İran ve Rusya açısından da ABD’nin bu taktik hamlesine olumlu yanıt vermenin getirileri olduğunu görürüz. Rusya açısından fazla karmaşık bir tablo sözkonusu değildir. Radikal Sünni İslamcı güçlere karşı mücadele zaten Afganistan işgalinden beri Rusya’nın gündemindedir. Gerek Çeçenistan’da gerekse de diğer Orta Asya ülkelerinde bu radikal güçler Rusya’nın çıkarlarına karşı savaşmaktadırlar. Suriye konusunda ABD’nin uzlaşma noktasına gelmesi ise Rusya açısından bir başarıdır ve Ortadoğu’daki nüfuzunun devamı açısından önemli bir etki yaratmıştır. Benzer şekilde İran-ABD ilişkilerinin yumuşaması da İran üzerinden Rusya’nın bölgedeki etkisini arttıracak bir faktöre dönüşme potansiyeli taşımaktadır. Tabii bu “yakınlaşma” İran’ın Rusya’ya eskisi kadar ihtiyacının kalmadığı bir noktaya ilerlemediği sürece.
İran açısından ise birden fazla sebep saymak mümkündür. En önemlisi, Batılı güçlerin uzun zamandır uyguladığı ekonomik ve siyasi ambargonun İran ekonomisine verdiği büyük zarardır. İranlı egemenler, halkın yaşam koşullarının berbat hale gelmesi ve yoğun siyasi baskılar altında insanların inletilmesi pahasına bu ambargoya direnmişlerdir. Öyle ki halk ekonomik sıkıntılardan ve rejimin baskılarından artık patlama noktasına gelmiştir. İran’ın egemenleri, halkta oluşan bıkkınlığın ve tepkinin bir patlamaya yol açmaması için zaten ne zamandır rejimi yumuşatma sinyalleri vermekteydiler. Reformcuların desteğini arkasına alarak seçilen –daha doğrusu seçtirilen– Ruhani’nin Batı’yla yakınlaşmaya başlaması ve daha ılımlı bir iç ve dış politika yönünde adımlar atması toplumsal patlamaların önüne geçme imkânı sunmaktadır.
Molla rejiminin toplumu ve ekonomik-siyasi yapıyı içine soktuğu dar kalıplar, belirli bir gelişmişlik düzeyine ulaşmış olan sermayenin büyümesinin ve dışa açılmasının önünde de ne zamandır engel oluşturmaktadır. Bu yüzden sadece halkın değil İran burjuvazisinin de hâkim eğilimi ambargonun getirdiği yükten kurtulmak ve daha fazla dışa açılabilmektir. İran bölge gücü olmak için rekabet halindeki ülkelerden biridir. Ve Türkiye’yle birlikte başa güreşmektedir. ABD’yle yakınlaşma ve hatta radikal Sünni İslamcılara karşı Batı’yla ittifak, bölgedeki İran-Şii etkisinin artmasının önünü açacaktır.
Yakın zamana kadar bölgenin yükselen gücü olan Türkiye ise, bir yandan AKP-Erdoğan’ın kifayetini aşan hırsının, diğer yandan da konjonktürel gelişmelerin sonucu olarak inişe geçmiştir. İran’a yönelik ambargoların bir miktar azalması Türkiye için avantajlıdır, çünkü İran’dan önemli miktarda doğalgaz ve petrol ithal etmektedir. Yakın zamana kadar ambargoyu çeşitli yollardan delerek yürüttüğü bu ticareti şimdi daha rahat bir şekilde yürütme imkânı doğmuştur. Ancak bölgedeki en önemli rakibi İran’ın güç kazanması Türkiye burjuvazisinin hiç de işine gelen bir durum değildir. Daha da önemlisi, ABD’nin Suriye ve İran konusunda aldığı tutumlar Türkiye’nin ne zamandır izlediği dış politikasını tam anlamıyla iflas ettirmiştir. Erdoğan ve AKP hükümeti hem içerde hem de dışarıda büyük baskı altındadır. Bu baskı altında Erdoğan, görünürde kuyruğu dik tutsa da, bir yandan ABD’yle gerilimin dozunu düşürmeye çalışmakta diğer yandan da özellikle Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle işbirliğine daha fazla ağırlık vermektedir. Suudi Arabistan ise şimdiden İsrail’le ikili anlaşmalar çerçevesinde İran-Suriye-Lübnan hattında güçlenen Şii güçlere karşı hazırlıklara başlamış durumdadır. Suriye’deki radikal Sünni İslamcı güçlere yönelik silah ve para yardımını arttırmıştır.
Suriye Konferansı: dağ fare mi doğuracak?
Suriye meselesine de aynı pencereden, yani ABD’nin yeni politik hamlesine eşlik eden/etmesi muhtemel olan çıkar çatışmaları ve saflaşmalar açısından bakmak gerekiyor. Aylardır ertelenen Suriye Konferansının (nam-ı diğer Cenevre-II Konferansı), son olarak, 22 Ocakta Montrö şehrinde yapılacağı açıklanmıştı. Buraya emperyalist güçlerin yanı sıra, İran hariç bölge ülkelerinin neredeyse tamamı katılacak. İran’ın katılımına ise ABD taş koyuyor.
Konferans hazırlıklarını yürüten ABD-BM-Rusya üçlüsü, amacın Suriye’ye barış getirmek olduğunu söylüyor. Emperyalistlerin barışından Suriye halkına ne fayda geleceği bir yana, herkes farkındadır ki Suriye Konferansından ciddi ve işe yarar bir sonuç çıkması son derece düşük ihtimaldir. Açıklamalara göre konferansa BM’nin yanı sıra BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi, AB, İslam İşbirliği Teşkilatı ve 25 ülke daha katılacak. İlk gün bu katılımcılarla başlayacak konferans, ikinci gün BM özel temsilcisinin yönetiminde Esad rejiminin ve muhalif güçlerin temsilcilerinin bir araya gelip müzakerelere başlamasıyla devam edecek.
Ancak henüz muhalefet adına katılacak heyette kimlerin yer alacağı netleşmiş değildir, çünkü ortada tek parça veya en azından temel konularda uzlaşmış bir muhalefet yoktur. Esad karşıtı muhalefet kabaca üç parçadan oluşmaktadır; ABD ve AB’nin desteklediği Suriye Ulusal Konseyi (SUK) yönetimi, bu konsey içinde yer alan ve başta Türkiye olmak üzere Körfez ülkelerinin desteklediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), yine Suudilerin finanse edip Türkiye’nin lojistik destek verdiği (her ne kadar AKP hükümeti son aylarda artan baskılardan kaynaklı araya mesafe koymaya başlamış olsa da) radikal Sünni İslamcı güçler. Radikal İslamcılar zaten konferansı boykot ediyor ve hiçbir şey çıkmayacağını söylüyorlar. SUK’un bir parçası durumundaki ÖSO da konferansa karşı mesafeli bir tutum içindedir. İstanbul’da ikamet eden SUK yönetiminin ise Suriye içinde savaşan güçler üzerinde çok fazla belirleyiciliği yoktur. Suriye Kürtlerinin ise özgün bir durumu bulunmaktadır. Savaşan iki gücün dışında durarak, Esad yönetimiyle doğrudan savaşan bir pozisyon almamışlardır. Ancak Baas rejiminin mevcut haliyle devam etmesine karşıdırlar. PYD’nin temsilcisi olduğu Suriye Kürtleri özerk bir yapı kurmuştur ve bunlar bu konferansa göndermek üzere diğer Kürt gruplarla ortak bir heyet belirlemişlerdir. Bu heyetin SUK içinde yer alıp almayacağı ise henüz netleşmiş değildir.
Öte yandan ABD, son durumda radikal İslamcıların iktidara gelmesindense Esad’ı tercih edeceğini açık bir dille beyan etmiş olduğundan ve Rusya-İran ikilisiyle bir uzlaşmaya varmış bulunduğundan, müzakereler için Esad’ın gitmesini eskisi gibi şart koşmamaktadır. ABD’nin hedefi en iyi ihtimalle Esad’ın da razı olacağı ve dolayısıyla bir biçimde içinde yer alacağı bir geçiş hükümetini taraflara kabul ettirmek, en kötü ihtimalle de tarafları bir ateşkese razı ederek zaman kazanmaktır. Bu maksatla Ekim ayı sonunda “Suriye’nin Dostları” grubunun Londra’daki toplantısında, başını çektiği cephede yer alan Türkiye-Suudi Arabistan-Körfez ülkeleri-ÖSO’nun gazını almaya yönelik kararlar çıkartmıştır. Ayrıca adını saydığımız bu ülkelere ve ÖSO’ya yoğun bir baskı uygulayarak “Esad’ın gitmesi” koşulunu kararlardan çıkartmış ve radikal Sünni İslamcı grupların Suriye dışına çıkarılması gerekliliğini kâğıt üstünde kabul ettirmiştir.
Rusya-İran-Esad rejimi cephesi ise şimdilik avantajlı bir konumdadır. Esad güçleri askeri açıdan üstün pozisyondadır, ülkenin önemli bölgelerinde Esad’ın hâkimiyeti devam etmektedir, ABD kırmızıçizgilerini çiğnemek pahasına Esad’a karşı bir askeri müdahaleye girişmeyi göze alamamıştır, muhalefet güçleri birlik olmaktan uzak bir görüntü sergilemektedirler ve hatta kendi aralarında çatışmalar bile yaşanmaktadır. Ayrıca ABD’nin hiç istemediği radikal Sünni İslamcılar silahlı muhalefetin ana gücünü oluşturmaktadırlar ve muhalefetin silahlı kanadı içinde neredeyse hegemon bir güç haline gelmek üzeredirler. Ek olarak, ABD’nin tüm baskılarına rağmen Suudiler radikal İslamcılara para ve silah yardımı yapmaya devam etmektedirler. Türkiye de araya mesafe koysa bile el altından desteğini sürdürmektedir.
Rusya-İran-Esad cephesinin Esad’sız bir formüle razı olması mevcut koşullarda olanaklı değildir. Her ne kadar Rusya çeşitli kereler Esad’ın kendi çıkarları açısından vazgeçilmez olmadığını ifade etmişse de, mevcut güç dengeleri açısından bu tavizi vermesi beklenmemelidir. Muhalefetin ise aslında ortaklaşabildiği tek husus Esad’lı hiçbir formülü istemedikleridir. Ama daha kendi aralarında bir geçiş hükümetinde yer alacak bakanların belirlenmesi noktasında dahi uzlaşma sağlayamamaktadırlar. Kısacası bu koşullarda Suriye Konferansından tüm tarafları tatmin edecek bir sonuç çıkması mümkün değildir. En yüksek olasılık, ABD ve Rusya’nın bastırmasıyla, geçici bir ateşkes sağlanmasıdır. Tam da bu nedenle, ABD ve Rusya’nın tarafları belirli bir çizgiye çekememeleri durumunda konferansın bir kez daha ertelenmesi sözkonusudur.
Ufukta “barış ve huzur” görünmüyor
Görünen odur ki, Ortadoğu bizzat ABD tarafından “kartların yeniden karıldığı”, yani kozların yeniden paylaşılacağı ve pozisyonların yeniden belirleneceği bir sürece sokulmaktadır. Bu süreçten neler beklenebileceğini ve olası sonuçları yukarıda özetledik. Beklenmemesi gerekenleri ise şöyle sıralayabiliriz. İlk husus ABD’nin yeni taktik hamlesinden boyundan büyük anlamlar çıkarılmamasıdır. Bu politika değişikliği (en azından orta vadede) stratejik düzeyde bir politika değişikliğine yol açmayacaktır. ABD’nin başını çektiği kutbun karşı ucunda Rusya yer aldığı sürece ancak taktik düzeyde politika değişiklikleri beklemek gerekir. ABD-İran yakınlaşmasını da abartmamak lazımdır. Sonuçta ABD ve Batılı müttefikler, uranyum zenginleştirme çalışmalarını durdurması ve nükleer tesislerini tam denetime açması karşılığında ambargoyu 7-8 milyar dolarlık gevşetmek konusunda İran’la bir “ön anlaşma” yapmışlardır. 6 ay sonra süreç tekrar değerlendirilecek ve olumlu gelişmeler olursa yeni adımlar atılacaktır. Ve 6 ay Ortadoğu için çok uzun bir süredir. Köprünün altından çok sular akabilir ve “beş dakikada bütün işler değişebilir”.
İlkiyle bağlantılı ikinci husus, ABD’nin bu taktik değişikliğini, aslında bölgedeki müttefikleriyle tezgâhladığı bir “trik” olarak görmemek gerektiğidir. Çünkü ABD’yi bu taktik değişikliğine iten nedenler nesneldir. ABD’nin müttefiklerinin itirazlarına fazladan prim vereceğini de düşünmemek lazımdır. Sonuçta “oyunu kuran” ABD’dir ve ayak uydurmak zorunda olan ise İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkelerdir. Uymamak seçenekleri ise bedelini ödemek kaydıyla mevcuttur. Ne kadar homurdansalar da sonuçta ABD’nin çizdiği çizgide dizileceklerini öngörmek gerekir. ABD açısından radikal Sünni İslamcıların önünü kesmek ve Ortadoğu’da işleri belli bir hal yoluna koyup Asya’ya yani Çin’e yoğunlaşmak değişmeyecek öncelikler haline gelmiştir.
Üçüncü olarak da şunu söylemek gerekir; ABD oyunu yeniden kurmaya dönük bir ilk hamle yapmıştır. Arkasından hangi hamlelerin geleceği ve sürecin nasıl şekilleneceği elbette diğer oyuncuların oyununa da bağlıdır. ABD başlangıçta yaptığı planlarda defalarca değişiklikler yapmak zorunda kalmıştır, bu kez de kalabilir.
Sürece işçi-emekçi sınıflar ve ezilen halklar açısından baktığımızda ise çok fazla bir değişiklik olacağını söylemek mümkün değildir. Emperyalist-kapitalist güçler ne değişiklik yaparsa yapsın politikalarının temelini kendi sınıfsal çıkarları oluşturur ve bu bakımdan işçi-emekçi sınıfların lehine bir değişimin olması imkânsızdır. ABD-İran ilişkilerindeki “yakınlaşma” Ortadoğu’da kalıcı barışa ve huzura giden yolu döşemiyor. Sadece yeni çatışmaların zeminini hazırlıyor. Bölgedeki güçlerin yarışında kimin öne geçip-gerilediğinin de işçi sınıfı açısından önemi yoktur. Çünkü rakip emperyalist-kapitalist güçlerden birinin öne geçmesinin işçi sınıfına faydası yoktur. Ne Türkiye ne de İran kapitalizminin gücünün artmasının Türkiye veya İran işçilerine faydası vardır. Zararı ise çoktur. Bu yüzden de İran ve Türkiye işçi sınıfları kendi egemen sınıflarının çıkarlarını desteklememelidirler. İşçi sınıfı egemenlerin rekabetinin parçası olmamalıdır.
Emperyalistlerin Ortadoğu’ya dönük temel politikasının özü halen “böl ve yönet” olarak devam etmektedir. Emperyalistler ulusal-etnik-mezhepsel ayrılıkları bu çerçevede kullanmaya devam etmektedirler. Bu da çatışmaların ve savaşların devam etmesi anlamına gelir. Suriye’de süregiden iç savaş bunun en kanlı örneği durumundadır. Ne ABD-İran yakınlaşması ne de Suriye Konferansı Suriye halkının çektiği acılara son verecektir. Suriye dışında da savaş farklı biçimlerde devam etmektedir. Irak’ta ve Lübnan’da hiç kesilmeyen şiddet eylemleri sıradan terör olayları değil, emperyalist savaşın görünümleridirler. Kürt halkının veya Filistin halkının özgürlüğe duydukları özlemlerinin giderilmesi de emperyalistler eliyle olmayacaktır. Emperyalistler olsa olsa Barzani veya Mahmut Abbas gibi burjuvaları tatmin edecek çözümler üretebilirler. Halkların özgürlük taleplerini gerçek anlamda karşılamaları olanaklı değildir. Daha büyük olasılık ise bu ezilen halkların özlemlerini kendi planlarına kurban etmeye çalışmalarıdır.
O halde İran, Türkiye ve Ortadoğu işçilerinin görmesi ve yapması gereken nedir? Hangi ülkede olursa olsun işçi sınıfı burjuvaların, kapitalist devletlerin veya emperyalist güçlerin kendi aralarındaki kapışmaya taraf olmamalı, onların yarattığı kutuplaştırmanın kendi sınıfını bölmesine izin vermemelidir. Ortadoğu’nun ve dünyanın tüm işçilerinin kaderi ortaktır. Farklı ülkelerin işçileri ya kendi bağımsız sınıf siyasetlerini yaratacak ve enternasyonalizm temelinde birleşecek ve böylelikle kaderlerini kendi ellerine alacak ya da kapitalizmin ve emperyalist savaşların kurbanı olmak üzere kaderlerine boyun eğeceklerdir.
link: Kerem Dağlı, Ortadoğu’da Kartlar Yeniden Karılıyor, Ocak 2014, https://marksist.net/node/3389
“Yeni” Toplumsal Sorunları Kim, Nasıl Çözecek?
Burjuvazinin 2014 Bütçesi