Giriş
Kemalizm, Osmanlı imparatorluğundan artakalan coğrafyada tek bir etnisiteyi esas alan ve diğerlerini inkâr eden bir ulus-devletin (TC) kuruluş ideolojisidir. Bu resmi devlet ideolojisi, Türklük temelinde kurulan ulus-devletin kuruluş gerekçesini oluşturmak ve savunmak üzere sonradan üretilmiştir. Sınıfsal niteliği bakımından kuşkusuz bir burjuva ideolojisidir Kemalizm. Fakat bizzat burjuvazi tarafından değil, Osmanlı’nın despotik devlet geleneği içinde yetişmiş bürokratik elitler tarafından üretilmiştir. Milli Mücadele’ye askeri ve siyasi yönden önderlik eden ve bu süreçte iktidar mekanizmaları üzerinde ideolojik-siyasal hâkimiyetlerini kurmuş olan bürokratik elitler, cumhuriyetin kuruluşundan sonra da bu hâkimiyetlerini yıllarca sürdürmeyi başardılar. Cumhuriyetin ilanından iki ay önce kurulan CHP de bu ideolojik-siyasal hegemonyanın bir aracı olarak işlev gördü cumhuriyet rejiminde. 27 yıl boyunca iktidar tekelini elinde bulunduran CHP, bu süre zarfında resmi devlet partisi olmanın tüm gereklerini “lâyıkıyla” yerine getirerek, Kemalist ideolojinin siyasal erk mekanizmaları üzerindeki hegemonyasını iyice perçinledi.
Dümeni Kemalist bürokrasinin elinde olan bu cumhuriyet gemisinin rotasını, kaptan köşkündeki M. Kemal’in kendi yöntemleriyle çizdiği bilinmektedir. Bu rota, “Batılılaşma, muasır medeniyetler seviyesine yükselme”, yani modern kapitalist bir ülke olma yönünde çizilmişti. Ama rotayı modernleşme yönünde çizenler sonunda yalnızca kendilerini modernleştirebildiler. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi halk kesimleri ise yaşamlarını yıllarca o eski dönemin ilkel koşulları içinde, yoksulluk ve yoksunluk çekerek sürdürmek zorunda kaldılar.
Rotası “Batılılaşma-kapitalistleşme” yönünde olan cumhuriyet gemisinin dümenini 27 yıl boyunca tek başına elinde tutan CHP, bu süre zarfında bir yandan Kemalist ideolojiyi devletin her kademesinde hâkim kılmaya çalışırken, diğer yandan da cumhuriyetin kurucu kadroları (bürokratik elit) ile “milli” denen Müslüman-Türk burjuvaziyi korporatif bir tarzda kendi bünyesinde kaynaştırmaya çalıştı. O dönemde “milli” burjuvazi de gelişmesini ancak bürokratik devletin koruyucu kanatları altında sürdürebileceğini gördüğü için, hem yönetici bürokratik elitle sıkı bir ittifaktan yana oldu hem de onun ideolojik-siyasal vesayetini itirazsız kabullenmiş göründü. Dolayısıyla, oluşturulan bu “milli iktidar” bloku içinde liderlik ve hegemonya da uzun yıllar boyunca hep kurucu bürokrasinin elinde kaldı. Bürokrasinin liderlik fonksiyonu, bir resmi devlet partisi olarak örgütlenmiş CHP’de tecessüm ediyordu kuşkusuz.
Devletle özdeşleşen CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemindeki (1925-1945) yapısına ve ideolojik-siyasal işlevlerine baktığımızda, bu partinin tıpkı o yıllarda Almanya ve İtalya’da kurulan korporatif faşist partilerinkine benzer işlevlere sahip olduğunu görüyoruz. Yani her bakımdan kendi zamanının ruhunu yansıtan bir partiydi CHP. Zamanın ruhunu belirleyen tarihsel etkenler ise, başta dünya kapitalizminin 1930’lu yıllarda derinleşen ekonomik krizi, yaklaşmakta olan emperyalist savaş ve bununla bağlantılı olarak milliyetçiliğin, ırkçılığın ve faşizmin burjuva iktidarlar tarafından her yerde tırmandırılmış olmasıydı.
Türkiye’de kurucu bürokrasi ile burjuvazi arasında oluşturulan “milli” korporatif birliktelik, o yıllarda “tüm ulusun birliği” gibi lanse ediliyordu halka. Gene aynı şekilde, gerçekte bir sınıf devleti olan bürokrat-burjuva devlet (TC) de “tüm ulusun çıkarlarını temsil eden sınıflar üstü bir devlet” olarak takdim ediliyordu “vatandaşlara”. Oysa bu resmi söylemlerin gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktu tabii ki. Nitekim bu otoriter bürokrat-burjuva iktidar yapılanmasına karşı toplumda hoşnutsuzluk ve homurtular yükselmeye başlayınca, salt ideolojik manipülasyonlarla işi idare edemeyeceğini anlayan Kemalist iktidar, hem baskıcı önlemleri arttıracak, hem de otoriter yönetimini kalıcılaştırmak için “hukuki” kılıflar hazırlamaya koyulacaktı. 1925 yılı bu anlamda önemli bir dönemeç noktasıdır TC’nin tarihinde. Çünkü 1925 yılı, bürokrat-burjuva iktidarın tüm muhaliflerini ve muhalefet potansiyeli taşıyan tüm sosyal ve siyasal eğilimleri baskıyla, zorbalıkla etkisiz hale getirerek, arzuladığı otoriter yönetime ulaştığı yıl olacaktı. Bu dönemde otoriter bir iktidar yapılanmasına yönelen Kemalist iktidarın öne sürdüğü temel gerekçe “Kürt ayaklanması” idi.
1925 yılı Kürdistan’da cumhuriyet döneminin ilk ayaklanmasının (Şeyh Said ayaklanması) başladığı yıldır. Bu olay üzerine başbakan İsmet Paşa (İnönü) Meclis’e bir kanun teklifi (Takrir-i Sükûn Kanunu) sundu. Hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bir kanun teklifiydi bu. M. Kemal’in direktifiyle hazırlanmış olan bu kanun teklifi, 4 Mart 1925 tarihinde Meclis’te onaylanarak kabul edildi. Bu kanun “gerici, isyancı ve ülkenin sosyal düzeni ile huzur ve sükûnunu, güvenlik ve asayişini bozan ya da bozmaya yeltenen” diye tanımladığı tüm eylemleri ve bununla bağlantılı gördüğü tüm kuruluşları, yayın faaliyetlerini vb. mutlak yasaklama yetkisi veriyordu hükümete. Kanun ayrıca bu tür girişimlerde bulunanların İstiklâl Mahkemelerinde yargılanmasını öngörüyordu. Bunun yanı sıra, Hıyanet-i Vataniye Kanununa da bir madde eklenerek, dinin siyasete alet edilmesinin “vatana ihanet” suçu sayılmasını ve bu suçu işleyenlerin idamla cezalandırılmasını hükme bağlıyordu. İnönü hükümeti, Şeyh Said’in liderliğindeki Kürt ayaklanmasını iki ay içinde bastırdı. Fakat her iki taraf da bu çatışmada büyük kayıplar verdi. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Kürt isyancılar ağır cezalara çarptırıldılar ve içlerinden 49’u idam edildi.
Kürdistan’da yaşanan olayları fırsat bilen CHP hükümeti, o dönemde yeni kurulmuş olan muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF), Takrir-i Sükûn kanununa dayanarak 3 Haziran 1925’te kapattı. Kapatma gerekçesi, bu partinin Şeyh Said isyanına destek verdiği ve gericiliği kışkırttığı iddiasıydı. Oysa TCF’nin kurucuları M. Kemal’in silah arkadaşlarıydılar ve M. Kemal gibi onlar da Milli Mücadele’nin önder kadrosu içinde yer almış şahsiyetlerdi (Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy vb. gibi). Yani “isyana destek” iddiası, uydurma ve haddinden fazla gülünç bir iddia idi. Asıl sebep ise başkaydı. TCF çoğulculuğu savunuyor ve M. Kemal’in otoriter tek adam yönetimine karşı Meclis’te açık bir muhalefet yürütüyordu. Bu da tabii M. Kemal’in katlanamayacağı bir şeydi ve kendisine muhalefet eden eski silah arkadaşlarının bir an önce siyasetten tasfiye edilmesini istiyordu. Nitekim M. Kemal’in bu arzusu kısa bir süre sonra gerçekleşmiş ve Cumhuriyet tarihinde liberal görüşlerle ortaya çıkan ilk siyasal parti olan TCF de ancak yedi ay yaşayabilmişti Kemalist cumhuriyet rejiminde. Kapatılan TCF’nin önde gelen üyeleri, M. Kemal’e düzenlenen suikast girişimine karıştıkları iddiası ile İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandılar ve partinin bir kısım yöneticileri suçlu bulunarak ölüm ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Beraat edenler ise siyasetten tamamen uzaklaştırıldılar.
Ama Kemalist iktidarın bu tasfiyeci uygulamaları TCF ile de sınırlı kalmadı. Bir süre sonra, sol eğilimli yayınlara ve o dönemde işçi sınıfının tek siyasal örgütü olan illegal TKP’ye karşı da genel bir saldırı başlattı CHP iktidarı. TKP’nin yöneticileri ve üyeleri oldukları gerekçesiyle 38 kişi tutuklandı ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Aralarında Şefik Hüsnü Değmer, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı gibi parti yöneticilerinin de bulunduğu pek çok parti üyesi ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.
Kürt ayaklanmasını bahane ederek olağanüstü baskıcı, otoriter bir rejimin yolunu döşeyen M. Kemal liderliğindeki CHP iktidarı, kendisine muhalefet eden ve muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm odakları dağıttıktan sonra, hem Meclis’te hem de toplum üzerinde kendi iktidar tekelini kurmayı başardı. Cumhuriyeti “koruma ve kollama” görevinin ve devleti yönetme yetkisinin yalnızca kendi tekelinde kalmasını amaç edinmiş olan Kemalist bürokrasi, bu amacına ulaşabilmek için sistemli bir siyasal tasfiye hareketi yürüttü. Nitekim sırf bu gayeyle, yani CHP iktidarına karşı halk içinde gelişen muhalefetin boyutlarını ölçmek için, bizzat M. Kemal’in emriyle Serbest Fırka adında ve liberal görünümlü yeni bir parti kurdurulmuştu 1930 yılında. Fakat bu partiye karşı halk kitlelerinde büyük bir ilginin ve sempatinin geliştiğini gören M. Kemal, bu partinin de derhal kapatılması emrini verecekti. Durum anlaşılmıştı! Hiçbir partinin kurulmasına ve CHP iktidarına karşı muhalefet yürütebilecek hiçbir odağın yaşamasına asla izin verilmeyecekti! Kemalist bürokrasinin genetik kodlarına işlemiş olan bu siyasal anlayış, sonuçta Türkiye’de sol ve sosyalist düşüncelerin yayılmasını engellediği gibi, Batı tipinde bir burjuva demokrasisinin ve çok partili siyasal rejimin işlerlik kazanmasını da uzun yıllar boyunca engelleyecekti.
CHP’nin tek parti diktatörlüğü altında geçen 1930’lu ve 40’lı yıllar, serbest tartışma ve eleştiri ortamının kalmadığı ve başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere, Kürt halkının, dindarların, azınlıkların sürekli baskı altında tutulduğu yıllar oldu. Kemalist rejim bu yıllarda kendisine muhalefet eden örgütlü iki siyasal hareketi (komünist hareket ve Kürt ulusal hareketi) özellikle düşman belledi ve bu hareketlerin gelişmesini engellemek için her türlü baskı ve yıldırma politikasına başvurmaktan ve bu amaçla çeşitli provokasyon ve komplolar düzenlemekten geri durmadı. TC’nin (burjuva devletin) yıllardan beri süregelen anti-komünist ve anti-Kürt politikalarının ideolojik zemini de esasen bu tek parti (CHP) diktatörlüğü döneminde döşendi.
Tek parti diktatörlüğü döneminde Kemalist bürokrasinin üstlendiği misyonların başında “devleti yüceltme” misyonu geliyordu tabii ki! Kemalizmin “makbul vatandaş” tanımı da bu “devleti yüceltme” anlayışına göre biçimlenmişti: “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalan, devletini sevip sayıp, yücelten ve onun buyruklarına koşulsuz itaat eden” makbul vatandaştı! Bunun dışında bir zihniyete sahip olanlar ise makbul vatandaş değildi devlet nezdinde. Cumhuriyetin hukuk sistemi de buna göre işliyordu haliyle! Kemalist devletin biçimlendirdiği hukuk, devlet karşısında vatandaşı koruyan ve onun haklarını güvence altına alan bir hukuk değil, her halükârda devletin çıkarlarını önceleyen, hatta devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve bu bakımdan da vatandaşın devlet tarafından ezilmesine cevaz veren bir “hukuk” idi.
Yarattığı devlet anlayışı ve “hukuk” sistemi sayesinde etkisini bir asır sürdürmeyi başaran bir ideoloji
Cumhuriyetin kurucu ideolojisi Kemalizm, varlığını ve etkisini bu topraklarda 21. yüzyıla kadar sürdürmeyi başarmış bir ideolojidir. Neredeyse bir yüzyıl demektir bu! Kemalist ideoloji bu başarısını, oluşturduğu “ulus-devlet” anlayışına, “milli hukuka” ve “milli eğitim” sistemine borçluydu kuşkusuz. Bu ülkede hemen herkes (sosyalisti de, liberali de, dincisi de, milliyetçisi de vb.) daha ilkokul sıralarından başlayarak Kemalizmin rahle-i tedrisinden geçmiştir. O nedenle, Kemalizmin yarattığı ulus-devlet anlayışı, hukuk sistemi ve resmi tarih öğretisi, farklı derecelerde de olsa herkesin zihniyet dünyasına sinmiştir bir biçimde.
Bu ülkede hükümet etmiş burjuva partilere gelince, Kemalizmin devlet anlayışını ve hukuk sistemini de facto kabul etmeyen bir burjuva partisinin gerçek anlamda hükümet edebilmesi zaten mümkün olamazdı bu ülkede. Resmi ideolojiye ve resmi devlet anlayışına aykırı bir davranış içinde olan veya gerçek anlamda bir karşı duruş sergilemeye yeltenen burjuva partiler, eninde sonunda hizaya getirilirdi Kemalist devlet mekanizması tarafından. İçlerinden bazıları zaman zaman resmi ideolojiyi sorgulamaya yeltenmişse de bu, Kemalizmin tarihsel anlamda bir sorgulanması değil, kimi uygulamalarının “yarım ağız eleştirilmesi” anlamında kısmi bir sorgulama olmaktan öteye geçememiştir. Burjuva partiler resmi devlet ideolojisini ne kadar sorgularlarsa sorgulasınlar, son tahlilde gene de Kemalist ulus-devlet anlayışını ve onun yarattığı kurumları savunmak zorunda hissetmişlerdir kendilerini! Çünkü bu devlet, kızsalar da küsseler de esasen onların devletiydi ve ona muhtaçtılar.
Bilindiği üzere, Türkiye’de tek parti diktatörlüğü ikinci dünya savaşının sonuna kadar (1945) kesintisiz devam etti. Savaş sonrasında ise, Avrupa’da esen demokrasi rüzgârları Türkiye’yi de etkiledi ve çok partili burjuva parlamenter rejime geçişin yolu açıldı. 1950 yılında yapılan genel seçimleri ise, CHP’nin içinden çıkıp, CHP’nin tek parti diktatörlüğünü eleştiren ve “yeter söz milletindir” sloganıyla seçimlere katılan Demokrat Parti (DP) kazandı. DP liberal bir program uygulayacağı ve “demokrasi getireceği” sözünü vermişti seçmenlerine. Fakat DP aynı zamanda, bir devri sabık yaratmayacağı (yani CHP döneminde yapılanları soruşturmayacağı), ayrıca Kemalist devleti ve ilkelerini aynen savunacağı güvencesi de vermişti iktidarı devraldığı CHP’ye ve askeri bürokrasiye. Başka türlü de iktidarı ona devretmezlerdi zaten.
DP iktidarının ilk döneminde Kemalist askeri bürokrasi bu iktidarın aldığı siyasi karara uymuş ve kendi “milli” ordusunun emperyalist bir ittifakın (NATO) içinde yer almasına, hatta onun emrine girmesine ses çıkarmamıştı. Kemalist askeri bürokrasiyi böyle bir tutum almaya sevk eden temel faktör, Soğuk Savaş koşullarının onda yarattığı ruh hali ve kuşkusuz iliklerine işlemiş olan komünizm düşmanlığıydı. Kemalist askeri bürokrasi bu konuda kendisi gibi düşünen ve azılı bir “komünizm düşmanı” olan ABD emperyalizmiyle uzun erimli “dostluk kurmayı” bir tercih sebebi saymıştı belli ki. Nitekim başında her daim Kemalist subayların bulunduğu Türkiye’nin “milli” ordusu, 1950’den 1990 yılına kadar süren Soğuk Savaş yıllarında, üstlendiği tüm anti-komünist görevleri bihakkın yerine getirerek, NATO ittifakının sadık bir üyesi olduğunu kanıtlayacaktı. Bu Soğuk Savaş yıllarında “milli ordumuz”, hem ülkeyi bölünme tehlikesinden kurtarmış hem de sosyalizm, komünizm, demokrasi vb. gibi “tehlikeli” fikirlerin ülkeye sızmasını üstün gayretleriyle önleyerek, ülkeyi “huzura” kavuşturmuştu!
Kemalist askeri bürokrasi Soğuk Savaş yıllarında edinmiş olduğu bu NATO kafayla Türkiye’de art arda üç askeri darbe gerçekleştirdi. Birincisi, alt rütbeli subayların başını çektiği 27 Mayıs 1960 darbesidir. Bu darbe, 1950 yılında büyük bir halk desteğini arkasına alarak CHP’nin tek parti diktatörlüğüne son veren ve böylece çok partili burjuva parlamenter rejime geçişi sağlayan DP hükümetine karşı yapılmıştır. DP hükümetinin orduya karşı uyguladığı politikalar özellikle alt rütbeli subayları huzursuz etmişti. Bu dönemde alt rütbeli subaylar hem ekonomik olarak zayıflamış, hem de ikinci plana itilmekten dolayı onurları kırılmış hissediyorlardı kendilerini. O nedenle de 1960 darbesi esasen alt rütbeli subayların başını çektiği bir darbe oldu. Darbeci subaylar, DP hükümetinin bir başbakanını ve iki bakanını “Anayasayı ihlâl” suçundan yargılayıp asarak, adeta öçlerini aldılar sivil siyasetçilerden! Oysa ihlâl edildiğini söyledikleri bu Anayasayı kendileri tamamen ilga edip (ortadan kaldırıp), yerine yeni bir Anayasa (61 Anayasası) yapacaklardı darbeden bir yıl sonra. Ne denir, tarihin bir ironisi olsa gerek!
İkinci darbe, ABD’nin doğrudan işin içinde olduğu 12 Mart 1971 darbesidir. Esas hedefi, gelişmekte olan işçi hareketini, yükseliş içinde olan anti-Amerikancı, anti-NATO’cu gençlik eylemlerini bastırmak ve ordu içindeki sol eğilimli subayları tasfiye etmek olan bu darbe, “sol gösterip sağ vuran” bir darbe olarak geçti Türkiye’nin siyasal tarihine. ABD’nin kontrol ve yönlendirmesi altında gerçekleşen 12 Mart darbesi, bir anlamda gelecekteki açık askeri-faşist darbenin de (12 Eylül 1980 darbesinin) bir ön hazırlığı mahiyetindeydi adeta. Nitekim on yıl sonra gerçekleşen 12 Eylül 1980 darbesi, yüksek komuta kademesindeki NATO güdümlü generallerin yukardan aşağıya emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleştirdikleri, gerçekten açık faşist bir darbe oldu. Günümüzdeki gelişmeleri ve özellikle burjuva iktidar bloku içindeki çatışmaları doğru tahlil edebilmek bakımından, bu üçüncü darbenin gerçekleşme biçimine ve darbe öncesi süreçte gelişen koşullara biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
70’lerin sonlarına doğru derin bir ekonomik krizin içinde debelenmekte olan Türkiye kapitalizminde yapısal değişim ihtiyacı da kendini iyice dayatmış durumdaydı. Kendi içine kapanmış ve bir dış borç sarmalına dolanmış bulunan Türkiye kapitalizmi adeta önünü göremez bir durumdaydı. Üstelik böyle bir ortamda, bir yandan gelişen uzun süreli grevler, diğer yandan artan toplumsal hareketlilik ve tüm bunların sonucunda oluşan siyasal çalkantılar (ön devrimci durumlar), egemen sınıflara korkulu rüyalar gördürmeye başlamıştı. Bu kriz ortamında gerek uluslararası finans-kapitalin örgütleri (IMF, Dünya Bankası vb.), gerekse yerli büyük sermayenin örgütleri (TÜSİAD, TİSK vb.), harekete geçmeleri ve bir an önce önlem almaları konusunda hükümetlere baskı yapıyorlardı. Neticede, Demirel’in dışardan destekli azınlık hükümetinin iktidarda olduğu bir dönemde (1980), IMF patentli ekonomik önlemler programının (24 Ocak Kararları) uygulanması gündeme geldi. Bu program, basit bir ekonomik önlemler programından öte bir şeydi kuşkusuz. 24 Ocak kararlarını gündeme getirenler, Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizmle bütünleşmesini sağlayacak yapısal dönüşümlerin de bir an önce gerçekleştirilmesini istiyorlardı. O nedenle de işin başına, ekonomiden anlayan, uluslararası finans kapitalin has adamı Turgut Özal’ı getirmişlerdi. Dünya Bankası uzmanlığı ve MESS başkanlığı yapmış bir işadamıydı Turgut Özal.
24 Ocak kararları hiçbir dirençle karşılaşmaksızın kolayca uygulanabilecek kararlar değildi kuşkusuz. En başta da işçi sınıfı ve onun sendikal örgütlerinin bu kararların uygulanmasına şiddetli bir direnç gösterecekleri belli bir şeydi. Daha ilk günden itibaren işçi eylemleri ve grevler yaygınlaşmaya başladı. Durumun vahametini kavrayan egemen sınıf mensupları, vakit geçirmeksizin düğmeye basıp olağanüstü bir yönetimi işbaşına getirmek için kolları sıvadılar. TÜSİAD gibi işveren örgütleri gazetelere çarşaf çarşaf ilanlar vererek, “ ülkenin selameti ve devletin bekası” için orduyu göreve çağırıyorlardı. Bu davete icabet eden generaller, 12 Eylül 1980’de askeri-faşist bir darbeyle olağan burjuva rejimin işleyişine son verdiler ve parlamentoyu, partileri, sendikaları, kitle örgütlerini kapattılar. İktidara el koyan beş generalin aldığı ilk kararlardan birisi, darbeden önce ekonominin başında bulunan finans-kapitalin has adamı ve 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal’ı yeniden ekonominin dümenine geçirmek oldu.
12 Eylül cuntası iktidarda kaldığı üç yıl boyunca uyguladığı faşist devlet terörü sayesinde, devrimci ve sosyalist örgütleri dağıtmış, emekçi sınıfların, gençliğin, aydınların, ezilen Kürt halkının örgütlü muhalefetini kan ve şiddetle bastırmış ve burjuva düzende gerici bir stabilizasyonu bu sayede sağlayabilmişti. 12 Eylül rejimi, burjuva düzeni belirli bir dönem için krizlerin toplumsal ve politik sonuçlarından, kargaşadan ve “devrim tehlikesinden” uzak tutmayı başarmıştı ama bu arada burjuva siyasal yapının çivisini de adamakıllı yerinden oynatmıştı. 12 Eylül askeri-faşist rejiminin burjuva parlamenter rejimde yol açtığı tahribatın boyutlarının ne denli büyük olduğu ise 1990’larda görülmeye başlanacaktı. 12 Eylül darbesinden sonra kapitalist düzenin istikrarlı denilebilecek tek dönemi, 1983-90 yılları arasındaki Özal dönemi olmuştu.
12 Eylül rejiminin burjuva siyasal düzende yarattığı tahribatın boyutları öylesine geniş oldu ki, ANAP dışındaki tüm burjuva partiler (AP, CHP, MHP vb.) bu süreçten darmadağınık bir vaziyette çıktılar ve bir daha da o eski konumlarına asla dönemediler. Geçmişte yetişkin siyasal kadrolara ve toplumsal desteğe sahip bulunan bu burjuva partiler şimdi kendi içlerinde bölünmüş, eski güçlerini yitirmiş, kitle desteği bakımından erozyona uğramış durumdaydılar. 1990’lara girildiğinde ise, burjuva siyasal rejimin o bilinen eski istikrarsızlık dönemleri yeniden geri gelecekti. Üstelik aynı yıllarda, dünyada da önemli gelişmeler yaşanıyordu.
1990’lı yıllarda dünyada yaşanan gelişmeler
20. yüzyılın son on yılına tekabül eden 1990’lı yıllar, dünya ölçeğinde sonuçlar yaratacak önemli gelişmelerin ve değişimlerin yaşandığı yıllardı. On yıllar boyunca “reel sosyalizm”, “yaşayan sosyalizm” vb. gibi sıfatlarla nitelendirilmiş olan totaliter-bürokratik rejimler 1990’ların başında art arda çökmüş ve emperyalist-kapitalist sistem dünyada adeta rakipsiz bir güç haline gelmişti. Bu ani ve beklenmedik değişiklik, dünya kamuoyunda bir şaşkınlık yaratmakla kalmamış, geleceğe yönelik algı ve beklentilerde de derin yanılsamalara yol açmıştı. Bu dönemde burjuvazi uluslararası düzeyde etkili bir propaganda mekanizmasını işletmeye başlamıştı. Bu propagandada işlenen temel fikir şuydu: İki dünya sistemi (kapitalizm ile komünizm) arasında 1945’lerden beri süregelen Soğuk Savaş sona erdiğine ve “sosyalist” denen ülkeler de sonunda kapitalist sisteme dâhil olduklarına göre, artık sonsuz bir barış dönemi açılıyordu insanlığın önünde! ABD ve AB gibi büyük emperyalist güçlerin öncülüğünde “yeni bir dünya düzeni” kurulmaktaydı ve bu küresel düzende artık savaşlara da ideolojilerin çatışmasına da yer olmayacaktı! Dünyanın bütünleşmesini engelleyen tarihi engel (komünizm) ortadan kalktığına göre, kapitalizm ve onun sihirli eli “serbest piyasa”, sonsuza dek uyum içinde yaşayacak “çelişkisiz bir dünya düzeni” yaratabilecekti nihayet!
Uluslararası burjuvazinin yoğun bir şekilde işlettiği bu propaganda mekanizması, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de etkisini göstermişti. Burjuva ideolojisinin hizmetindeki iktisatçıların, sol ve sağ liberal aydınların, akademisyenlerin parlatıp piyasaya sürdükleri “yeni dünya düzeni”, “serbest piyasa”, “liberalizm”, “bireycilik”, “rekabetçilik”, “yarışmacılık” vb. gibi cezbedici kavramlar, genç kuşaklar arasında da yükselen değerler haline gelmişti.
Ne var ki, 90’ların başında şişirilen bu emperyalist balonun etkisi çok uzun sürmeyecekti. Zira burjuva ideologların iddialarının aksine, SSCB’nin ve ona bağlı “sosyalist” blokun çökmesi ve emperyalist-kapitalist sistemin dünyada rakipsiz bir güç haline gelmesi, ne dünyayı ekonomik krizlerin olmadığı “refah dolu bir dünya” yapabilmişti ne de ideolojilerin ve çatışmaların son bulduğu savaşsız, barış dolu bir dünya! Aksine, emperyalizmin mutlak egemenliği altında gelişen bu yeni dönem, çatışmaların, savaşların ve sınıf mücadelelerinin dünya ölçeğinde yaygınlaştığı yeni bir tarihsel sürecin başlangıcı olacaktı. Nitekim bunun ilk çarpıcı göstergesi, rakipsiz kalan emperyalist-kapitalist sistemin çelişkilerinin içte yoğunlaşması ve bunun sonucunda emperyalist güçler arasındaki hegemonya yarışının alabildiğine kızışması oldu. Ve zaman ilerledikçe, bu emperyalist hegemonya yarışının her an bir emperyalist paylaşım savaşına dönüşme riski taşıdığı da daha net bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Nitekim “sosyalist” blokun çöküşünün üzerinden daha beş yıl bile geçmemişken, emperyalist-kapitalist güçler yeni nüfuz alanları elde etmek ve hegemonya yarışında geriye düşmemek için kendi aralarında kıyasıya bir yarışın ve çekişmenin içine girdiler. Bu kıyıcı yarış ortamı, emperyalist güçler arasında yeni bloklaşmaları da gündeme getirdi ve bölgesel düzeyde yeni hegemonya alanları oluşturma girişimlerini hızlandırdı. Bunun bir sonucu olarak, 90’lı yıllar boyunca Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Asya ve Afrika’nın çeşitli bölgelerinde, arkasında emperyalist güçlerin doğrudan kışkırtmalarının bulunduğu “ulusal çatışmalar” görünümünde kanlı boğazlaşmalar yaşanmaya başlandı. Soğuk Savaş döneminde kurulan blokların, iktisadi-siyasi-askeri ittifakların aynen devam etmesinin mümkün olmadığı açıkça görülüyordu. Nitekim eski “dostlar”, şimdi çatışan taraflar haline gelmişlerdi. Kapitalist tekeller ve kapitalist devletler, şimdiden yeni saflaşmaların içine girmiş durumdaydılar.
Türkiye kapitalizminin yapısal krizi ve büyük sermayenin emperyalistleşme ihtiyacı
Bu “yeni dünya düzeni” koşullarında, Türkiye’nin egemenleri de bir seçim yapma zorunluluğuyla yüz yüze gelmiş bulunuyorlardı. Türkiye kendi içine kapanık kapitalist bir ülke olarak mı yoluna devam edecek, yoksa dışa açılmanın, uluslararası sermayeyle (örneğin Avrupa sermayesiyle) daha ileri düzeyde entegrasyona gitmenin ve AB sürecine katılmanın yollarını mı arayacaktı? Burjuva hükümetlerin ve büyük sermaye çevrelerinin cevaplamaları gereken esaslı bir soruydu bu. Aslında büyük sermaye çevreleri ve TÜSİAD gibi işveren örgütleri, bu konudaki eğilimlerini daha Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde ortaya koymuşlardı. 21. yüzyılın eşiğinde, uluslararası kapitalizmden yalıtılmış ve kendi içine kapanmış bir “ulusal” kapitalizm düşünün imkânsızlığının bilincinde olan TÜSİAD, 90’lardan itibaren uluslararası koşullarda meydana gelen tarihsel önemdeki değişikliklerden ve ülke içinde yaşanan ekonomik, politik istikrarsızlıkların ortaya koyduğu tablodan kendi hesabına gerekli sonuçları çıkarmış ve tercihini açık bir şekilde AB’den yana (yani Avrupa sermayesiyle entegrasyondan yana) yapmıştı.
Fakat 1990’lı yıllara girildiğinde Özal artık iktidarda değildi. O şimdi cumhurbaşkanıydı ve partisi (ANAP) üzerindeki etkisini de büyük ölçüde yitirmiş durumdaydı. Öte yandan, burjuva siyasal rejimde kararsızlık ve istikrarsızlık dönemleri de yeniden başlamıştı. Özal’ın cumhurbaşkanı olduğu dönemde kurulan burjuva koalisyon hükümetleri, ne AB ve demokratikleşme konusunda ne de Kürt ve Kıbrıs sorunlarının çözümü konusunda elle tutulur bir adım atabiliyorlardı. Mevcut burjuva partileri böyle tutuk davranmaya iten en önemli etken ise, Kürt sorununun çözümü konusunda adım atmaya cesaret edememeleriydi kuşkusuz! Resmi devlet politikalarının ve bu politikalar doğrultusunda yayın yapan burjuva medya organlarının yıllardan beri topluma pompaladığı şoven-milliyetçi duygular, sonunda Kürt sorununun çözümü konusunda partilerin önüne dikilen en büyük engel haline gelmişti!
Fakat, büyük sermayenin sözcüsü TÜSİAD o tarihte de Türkiye’de demokratik dönüşümlerin yapılmasını ısrarla savunuyor ve bu bağlamda 12 Eylül rejiminin uzantısı konumunda olan mevcut burjuva siyasal yapının değişmesini, 12 Eylül Anayasası yerine yeni ve daha demokratik bir Anayasa’nın yapılmasını, Kürt sorununun ve Kıbrıs sorununun çözümü için barışçı girişimlerde bulunulmasını ısrarla istiyor ve bu konuda uzmanlarına hazırlattığı raporları kamuoyu ile paylaşıyordu. Aynı dönemde cumhurbaşkanı Turgut Özal da Kürt sorununun çözümü konusunda çalışmalar yapıyor ve danışmanlarına raporlar hazırlatıyordu. Tüm bu gelişmeler, burjuvazinin uzak görüşlü temsilcilerinin tercihinin AB’yle bütünleşmekten yana olduğunu açıkça ortaya koymaktaydı. İşte burjuva iktidar bloku içinde nicedir sürmekte olan çatışma da tam bu dönemeçte sertleşecekti.
İlk esaslı çatışma, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı devlet politikasının belirlenmesi (savaşın durdurularak bir barış sürecinin başlatılması, ya da inkârcılığa dayalı bir savaş siyasetinin aynen devam ettirilmesi) noktasında patlak verecekti. Daha sonra ise, AB ile ilişkiler kapsamında “demokratikleşme” programının uygulanması tartışmalarında, laiklik tartışmalarında, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin tartışmalarda yaşanacaktı aynı çatışma. Özellikle Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi üzerine yürüyen tartışmalarda, bu ülkede şoven Türk milliyetçiliğinin yalnızca faşist MHP ile sınırlı olmadığı, aksine bütün burjuva partilerde (dincisinden muhafazakârına, liberalinden “sosyal demokratına”) ve hatta ulusalcı küçük-burjuva “sosyalist” hareketlerin içinde de “yeterli miktarda” var olduğu çok açık bir biçimde görüldü. Bu şovenizm dalgası daha sonra Kıbrıs patırtısında da sergilenecekti sağlı-sollu “ulusalcı” güçler tarafından! Öte yandan, devlet yönetiminde 12 Eylül rejiminin perçinlediği statükocu yapılara ve bu yapılara dört elle sarılmış bulunan burjuvazinin tutucu fraksiyonlarına (en başta da Kemalist askeri bürokrasiye) yeni dönemin gereklerini benimsetmenin hiç de kolay olmayacağı kısa zamanda ortaya çıkacak ve burjuva iktidar bloku içinde bu konularda derin bir çatlak oluşacaktı.
İşte tam da bu noktada, barışçı çözüm arayışlarının önünü kesecek gelişmeler yaşanmaya başlanmıştı Türkiye’de. Burjuva devletin içinde Gladio ya da Ergenekon diye adlandırılan derin yapıların kanlı eylemleri devreye girmiş ve barışçı çözüm arayışları içinde olanlara “hadleri” bildirilmişti! 1993 yılındaki gelişmeler ve aynı yıl içinde art arda gelen suikast haberleri, bazı gerçeklerin ortaya çıkması bakımından son derece anlamlıydı. Türk egemen sınıfının kendi içinde bile yaşanmış olsa, bu topraklarda iktidar kavgasının ne denli kanlı geçtiği, bu suikastlarla bir kez daha gözler önüne serilmiş oluyordu. 1993 yılının Ocak ayında Uğur Mumcu’nun suikasta uğraması, Şubat ayında Adnan Kahveci’nin “şüpheli” ölümü, ardından aynı ay içinde Eşref Bitlis’in uçağının düşmesi, Nisan ayında ise Özal’ın “şüpheli” ölümü! Yaşamlarını yitiren tüm bu şahsiyetlerin ortak noktası ise, hepsinin de Kürt sorunu üzerinde barışçı bir çözüm yolu bulmak ve savaşı durdurmak için çalışma yapıyor olmalarıydı. Evet, Kürt sorunu, egemen burjuva sınıfını bile kendi içinde “kanlı” bir şekilde ayrıştıran bir sorun haline gelmişti. Çözümsüzlük sürdüğü sürece de bu böyle devam edecekti.
Burjuva siyasal rejimin kriz içinde olduğu bu 90’lı yıllarda, burjuva devlet aygıtı içindeki yozlaşma ve çürüme de görülmedik boyutlara ulaştı. Düzeltilmediği takdirde, burjuva düzenin tüm kurumlarında derin bir kaosun ve çöküntünün yaşanması kaçınılmaz gibi görünüyordu. Nitekim 90’lardan itibaren yaşanmaya başlanan ve 2001 yılındaki mali krizle birlikte iyice açığa çıkan banka skandalları, uluslararası plana taşan yolsuzluklar, devlet yönetiminin her kademesinde olağan hale gelmiş rüşvet mekanizması, kirli mafya-devlet ilişkilerinin had safhalara ulaşması ve bunun sonucunda devlet içindeki çeteleşmelerin ortalığa saçılması vb. Tüm bu gelişmeler, burjuva düzen açısından tehlikeli bir kaosa işaret ediyordu kuşkusuz. Yaşanan ekonomik ve siyasal krizi dışa açılarak, hatta emperyalistleşerek aşmak isteyen burjuva kesim ile geleneksel içe kapanmacı-statükocu kesim arasındaki çatışma giderek büyüyor ve derinleşiyordu.
Büyük sermaye kesiminin örgütü TÜSİAD, statükoya teslim olan ve süreç içinde kitle desteğini de iyice yitirmiş bulunan laik ve modern görünümlü burjuva partilerden iyice umudunu kesmişti. O nedenle de bu partilere (ANAP, Doğru Yol, MHP, DSP, CHP) alternatif olabilecek yeni bir burjuva siyasal parti oluşumunun arayışı içindeydi. TÜSİAD bunun için bizzat kendisi bir parti girişiminde de bulunmuş, fakat bu proje yürümemişti. TÜSİAD’ın genç başkanı Cem Boyner’in, sol liberal aydınlarla birlikte oluşturduğu Avrupa sosyal demokrasisi benzeri Yeni Demokrasi Hareketi girişimi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Oysa Türkiye’yi çok daha iyi tanıyan ve çok daha iyi etüt etmiş olan ABD uzmanları, Avrupai görünümlü sosyal demokrat bir partinin değil, halkın desteğini alabilecek ılımlı İslami görüşlere sahip bir burjuva partinin daha başarılı olacağını düşünüyorlardı ve bunda da yanılmamışlardı. Nitekim böyle bir partinin siyaset sahnesine çıkması için çok beklemek zorunda kalmayacaktı değişim yanlısı AB’ci sermaye kesimleri. TÜSİAD’ın ve büyük sermaye kesimlerinin de onay vereceği böyle bir parti, sonunda beklenmedik bir kaynaktan, Milli Görüş’ün içinden zuhur etmişti 2001 yılında.
Kendisi de otoriter-statükocu laik devlet anlayışından mustarip olan ve siyasal varlığını bu devlete kabul ettirebilmek için gene de bir “meşruiyet” savaşı vermek zorunda kalacak olan bu parti AKP idi. AKP Milli Görüş’ten kopan ve kendilerini hem liberal hem de muhafazakâr-demokrat olarak tanımlayan “mütedeyyin” siyasi kadroların kurduğu yeni bir partiydi. Öyle anlaşılıyordu ki, bu parti hem burjuvazinin önemli bir kesiminden hem de ABD’den icazet alabilecek şekilde dizayn edilmişti! Sonunda, denize düşen yılana sarılır misali, laik kesimden umduğunu bulamayan TÜSİAD da AKP’nin meşruiyet kazanması için el altından destek verecekti bu partiye.
AKP’nin iktidara gelişine Kemalist bürokrasinin ve ulusalcı solun canhıraş tepkisi
İslâmî ideolojiyi benimsediği ve muhafazakârlık temelinde bir siyasal kimliğe sahip olduğu bilinen bir partinin, 2002 yılında beklenmedik bir seçim zaferi kazanarak tek başına iktidar olması, “laik burjuva cumhuriyet” rejiminin tüm siyasal dengelerini altüst etmişti. Kendilerini laik cumhuriyet rejiminin gerçek sahipleri olarak gören ve gelen giden tüm burjuva hükümetler üzerinde vesayetçi konumlarını sürdürmeye alışmış olan geleneksel bürokratik elitler (askeriyenin, idarenin, yargının, üniversitenin vb. yüksek makamlarını işgal eden “seçkin” zevat), AKP’nin iktidar oluşuna anında tepki göstermiş ve çatışmacı bir tutum içine girmişlerdi. Kemalist cumhuriyet rejiminde merkezi otoriteyi sadece kendilerinin temsil ettiğine ve bu nedenle de herkesten üstün bir konumda olduklarına kendilerini inandırmış olan bu seçkin zevata göre, AKP’nin iktidara gelmesi, Türkiye’de tarihsel bir kavganın yeniden başlamış olduğu anlamına geliyordu! Onlara göre bu tarihsel kavga, AKP’nin temsil ettiği “gerici, dinci-şeriatçı, çağdışı” güçler ile Kemalizmin temsil ettiği “modern, çağdaş, laik, cumhuriyetçi” güçler arasındaydı! Nereden bakarsak bakalım bu tutum, yaşanan gelişmelerin gerçek sınıfsal içeriğini ve nedenlerini gözlerden gizleyen ve olayları salt kendi ideolojik bakış açısıyla gerekçelendirip açıklayarak kamuoyunu aldatmaya çalışan tam bir siyasal manipülasyondu.
Bu süreçte başta geleneksel devlet partisi CHP olmak üzere, Kemalizmin ideolojik etkisinden yakasını bir türlü kurtaramamış olan geleneksel küçük-burjuva “sol” ve “sosyalist” çevreler de sivil-asker yüksek bürokrasinin yanında saf tutarak bu manipülasyona iştirak ettiler. Böylece salt AKP’ye duyulan alerji temelinde yeni bir siyasal blok oluşuyordu burjuva siyasal arenada. Bu yeni siyasal blok, yaşanan durumu tıpkı asker-sivil yüksek bürokrasinin algıladığı gibi algılıyor ve herkesin de öyle algılamasını istiyordu. Bunun için büyük gayret gösteriyor, büyük organizasyonlara (cumhuriyet mitingleri, bayrak mitingleri vb. gibi) girişiyordu. Bunların gözünde AKP ve onu destekleyen seçmen kitlesi, sanki bu toplumda daha önce hiç var olmamış da AKP’nin iktidara gelişiyle birlikte birden zuhur etmişti! Kendilerini “sıradan” halkın dışında ve üstünde görmeye pek alışmış olan bu burjuva ve küçük-burjuva “modernlerin” değer yargısına bakılacak olursa, AKP’nin seçmen kitlesini oluşturan yığınlar, zaman bakımından günümüze ait olmayan, “çağdışı” bir güruhtu sanki. Sözü edilen bu insanların da Türkiye halkının bir parçası oldukları ve çeşitli sınıflara mensup bulundukları görmezden geliniyordu adeta. Laikçi modernlerin gözünde bu insanlar, başka bir gezegenden gelen ve bizim “modern toplumumuza” yabancı olan “garip” yaratıklardı. Bu laikçi modernlerimize göre AKP, diğer burjuva partiler gibi bir parti olmayıp, ortaçağ kafasındaki “ilkel” insanların oluşturduğu “mürteci” bir partiydi. Dolayısıyla, bunlara göre AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren Türkiye’de bir “karşı-devrim süreci” yaşanmaktaydı ve toplum bu temelde tam ortasından ikiye bölünmüş durumdaydı.
Kendi halkını değerlendirme ya da tanıma konusunda mantığı bu denli çarpılmış olanlar, AKP’nin iktidara gelişinden sonra birden tutum değiştirmiş ve yıllarca karşı çıkar göründükleri şeyleri, örneğin ordunun siyasete müdahalesini ve 12 Eylül Anayasasının getirdiği kimi kurumları bile savunur hale gelmişlerdi şimdi! Bu çarpılmış mantıklarının doğal bir sonucu olarak da, 12 Eylül Anayasası’nın dizayn ettiği askersel ve yargısal bürokratik vesayet sistemini ve bu sistemi ilelebet yaşatmak için darbeler tezgâhlayan generallerin eylemlerini de meşru ve mubah sayıyorlardı artık.
Cumhuriyeti yalnızca kendilerinin savunduğuna ve çağdaş-modern yaşamı yalnızca kendilerinin temsil ettiğine ciddi ciddi kendilerini inandırmış olan Kemalist cumhuriyetçiler, tüm gayretlerine rağmen gene de halkın çoğunluğunu AKP karşıtlığı temelinde kendi saflarına çekmeyi başaramadılar. Oysa onların başaramadığını, “çağdışı, ilkel, dinci” vb. diye küçümsedikleri AKP rahatlıkla başarabildi. Kendilerini laik, modern ve de pek ilerici addeden bu kesimler, bunun neden böyle olduğunu ve kendilerinin nerede yanıldığını bir kez olsun durup düşünmediler. Oysa durum o kadar karmaşık değildi. Biraz nesnel bakabilseler, AKP’nin başarısının hiç de şaşırtıcı olmadığını görebilirlerdi. Bir kere AKP iktidara gelir gelmez, büyük kitleleri ilgilendiren ama statükocu-bürokratik devletin yıllardan beri çözümsüzlüğe terk etmiş olduğu pek çok soruna el atarak başlamıştı işe. AKP bu süreçte halkın hoşuna gidecek icraatları hızlı bir şekilde yaptığı için, geniş bir halk kesiminin desteğini arkasına almıştı. AKP bu desteği dinci, İslamcı bir çizgi izlediği için değil, halkın demokrasi ve değişim istemlerine göz kırptığı ve yerine getirme sözü verdiği için kazandı. Kendisi muhafazakâr bir parti olmasına karşın, geniş kitle desteği edinebilmek için liberal-demokrat bir görünüm sergiledi ve hem kendi çıkarı o yönde olduğu için, hem de geniş kitlelerin eğiliminin o yönde olduğunu bildiği için AB yanlısı bir tutum takınmaya özen gösterdi. Nitekim AKP’nin izlediği bu siyasal çizgi, onun iktidardaki konumunu her geçen gün biraz daha sağlamlaştırdı.
Öte yandan AKP, sosyo-ekonomik alanda attığı iyileştirici adımlarla kendi seçmen kitlesinin sosyo-kültürel dönüşümünü de sağladı. AKP hükümeti bu süreçte Türkiye’nin kapitalist modernleşmesi yönünde yoğun bir çaba harcadı. Otoyollar, hızlı tren projeleri, ileri teknolojili yatırımlar, herkesi ev sahibi yapma propagandasıyla başlatılan TOKİ projeleri bu dönemde uygulamaya konuldu. Aslında tüm bu yatırımlar ve özellikle inşaat sektörüne yapılan yatırımlardaki muazzam artış, kapitalist ekonominin diğer sektörlerinde de büyük bir canlanma yaratarak sermaye birikimi sürecini hızlandırdı. Bu da bir bütün olarak kapitalist ekonomideki büyüme trendini yükseltti. Bu gelişmeler, kapitalist ekonominin eskiyle kıyaslanamayacak ölçüde modernleşmesi anlamına da geliyordu kuşkusuz.
Kırsal kesimden kente göçmüş, varoşlara yerleşmiş ve genellikle dinsel ağırlıklı eğitim almış orta ve alt gelir grubundan halk kesimleri bu süreçte kent yaşamına, dolayısıyla kapitalist tüketim çemberine daha fazla katılmaya ve kamusal alanda daha fazla görünür hale gelmeye başladılar. Kırsal kesimden kente gelen göç dalgaları, eski geleneklerin çözülmesini de beraberinde getirdi kuşkusuz. Bu kitleler temelde dindar ve muhafazakârdılar ama şimdi daha eğitimli, daha modern hale gelebilmenin imkânlarına kavuşmuş hissetmeye başladılar kendilerini. AKP bu halk kitleleri arasındaki çalışmalarında kuşkusuz İslami referanslarla konuştu ve Müslümanlığa dayalı bir siyasal kültür inşa etmeye çalıştı. Ama aynı zamanda, eski kırsal kesim dindarı olan bu kitleleri daha modernleştirici, daha kentlileştirici bir işlev de yerine getirdi. Ayrıca söylemleriyle ve yürüttüğü propaganda çalışmalarıyla, bu büyük kitlenin gelecek umudunu da her daim canlı tutmayı ve bir bakıma onlara yoksulluklarını unutturmayı başardı. AKP’nin her geçen gün kitle desteğini arttırmasının ve iktidarını bu kadar uzun süre koruyabilmesinin temel nedeni, büyük göç kitleleriyle kentsel ortamda kurduğu bu sağlam ittifaktır kuşkusuz! Kentin tahsilli, laik ve modern küçük-burjuvalarını (beyaz Türk denen kesimi) asıl irrite eden de budur işte. AKP’yi destekleyen dindar “aşağı tabakaların” modernleşerek kamu hayatına katılmalarını ve ortalıkta daha fazla görünür hale gelmelerini hazmedemediler bu “modern” beyaz Türkler. Onlar bu durumu “kendi mahallelerine bir tecavüz” olarak algıladılar ve kendilerini bu hissiyattan bir türlü kurtaramadılar.
2007 seçimlerinden de büyük bir zaferle çıkan ve iktidar koltuğuna daha emin bir şekilde yerleşen AKP, o güne kadar kendilerini hep seçilmişlerin üstünde gören ve darbe tehditleriyle siyasileri her zaman hizaya getirmiş olan o “anlı şanlı” generallerden ve ellerindeki yargı kılıcını AKP’nin tepesinde sallandırarak onu sindirmeye çalışan burnundan kıl aldırmaz yargı bürokrasisinden hesap sormaya girişti. AKP bu aşamadan itibaren darbe girişimlerini soruşturmaya, darbeci generaller hakkında peş peşe davalar açtırmaya başladı. Önce 2008 yılında Ergenekon ve ardından 2010 yılında Balyoz darbe planı davaları açıldı. Davalarla ilgili olarak pek çok emekli general ve muvazzaf subay tutuklandı. AKP’nin bu davaları açtırmaktaki maksadı, sonuna kadar gidip devletin işlediği insanlık suçlarını açığa çıkarmak ya da onun kanlı, kirli geçmişiyle bir hesaplaşmaya girişmek değildi elbette. AKP’nin bu davaları açtırmaktaki asıl amacı, sadece kendine yönelik darbe girişimlerini açığa çıkartmak, darbecilerin burnunu sürtmek ve ibret olsun diye onları cezalandırarak diğer darbe niyetlilerine de gözdağı vermekti. Nitekim davaların daha sonraki seyri de bunu açıklıkla gösterecekti. Açılan Ergenekon dava dosyasında ne faili meçhul cinayetlerle, ne köy yakmalarla, ne JİTEM’le, ne suikastlarla ilgili bir soruşturma bilgisine rastlandı! Açık ki, AKP’nin böyle derinlemesine bir hesaplaşmaya niyeti yoktur ve hiçbir zaman da olmayacaktır. Çünkü bu devlet, ilerde daha geniş değineceğimiz gibi, bir burjuva partisi olan AKP’nin de devletidir ve yayılmacı emelleri için AKP’nin bu devlete de onun generallerine de şiddetle ihtiyacı vardır.
Ek | Boyut |
---|---|
UDEUDA.pdf | 2.24 MB |
link: Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP /1, 27 Kasım 2012, https://marksist.net/node/3143