12 Eylül darbesine giden sürecin aşamaları
Daha önce de belirttiğimiz üzere 1 Mayıs 1977 büyük işçi mitingi ve ardından gelen işçi eylemleri (grevler ve direnişler), işçi hareketindeki yükselişin devam ettiğini apaçık gösteriyordu. Öte yandan, işçi hareketinin böylesine yükseliş içinde olduğu bir dönemde sol politik örgütlerin de tek tek işçilerle ve sendikalarla kurdukları bağlar işçi hareketinin politikleşmesine önemli bir ivme kazandırıyordu. Bunun en somut göstergesi, DİSK’e bağlı sendikaların tabanında yaşanan hızlı politikleşmeydi. Bu dönemde işçi sınıfının en ileri, en politikleşmiş unsurlarını bünyesinde barındıran DİSK, tabanındaki bu bilinç sıçramasından aldığı güçle ülkenin politik yaşamında giderek daha etkin bir rol oynamaya başlayacaktı.
Nitekim Haziran 1977’de yapılan erken genel seçimlerin ardından, MC hükümetinin ikinci kez kurulması gündeme geldiğinde, DİSK derhal harekete geçmiş ve tüm ilerici, devrimci, demokrat güçleri tırmanan faşizme karşı birlikte mücadeleye çağırmıştı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler 28 Temmuz 1977 tarihinde yaptığı konuşmada, tüm ilerici-demokrat güçlere şöyle sesleniyordu: “Milliyetçi Cephe işbirlikçi tekelci sermayenin en gerici, şoven kesimlerinin oluşturduğu gericilik ve faşizm cephesidir. Bu cepheye karşı ve güvenoyu aldığı takdirde 2. MC’yi bir an önce iktidardan uzaklaştırmak için, ulusal bağımsızlıktan, demokrasi, barış ve toplumsal ilerlemeden yana olan parlamento içindeki ve dışındaki tüm örgüt ve güçlerin Ulusal Demokratik Cephe (UDC) içinde bir araya gelmeleri ve UDC’yi güçlendirmeleri acil bir görev ve zorunluluktur.” (DİSK 6. Genel Kurul Çalışma Raporu, 1977)
“Ulusal Demokratik Cephe” açılımı aslında bir siyasal partinin (illegal TKP’nin) programatik belgeleri arasında yer alıyordu. Bu politik açılımın DİSK’in Genel Başkanı tarafından aynen dile getirilmiş olması ise, bu partinin DİSK içinde ne denli etkin bir konuma gelmiş olduğunu gösteriyordu.
DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in yaptığı bu cephe çağrısı sol kamuoyunda geniş yankı bulmuştu. Bu çağrıya hem DİSK’e bağlı sendikalardan hem de pek çok demokratik kitle örgütünden, gençlik ve kadın hareketinden olumlu yanıtlar gelmişti. Fakat öte yandan, pek çok sendika, kitle örgütü, legal sosyalist parti ve çevre ise, Kemal Türkler’in yaptığı bu UDC çağrısına karşı çıkmıştı. Karşı çıkanların bir bölümünün ileri sürdüğü gerekçe, cephe çağrısının esasen politik bir çağrı olduğu ve politik bir sorumluluk gerektirdiği, dolayısıyla sendikal hareketin yani DİSK’in böyle bir “politik sorumluluğu” üstlenmemesi gerektiği noktasındaydı. Bu aynı itirazı, DİSK Yürütme Kurulu içindeki kimi sendikacılar da yükseltmişlerdi.
Ama bu itirazcı kesimlerin “cephe çağrısına” karşı çıkışlarının gerçek nedeni bu değildi tabii ki! Asıl neden, o dönemde sosyalist solda esaslı bir bölünmenin yaşanıyor olması ve bu temelde sosyalist örgütlerin birbirleriyle hem rekabet içinde bulunmaları, hem de birbirlerine karşı düşmanca tutumlar geliştirmiş olmalarıydı. İşte bu bölünmüşlük ve düşmanca tutumlar nedeniyledir ki, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in yaptığı UDC çağrısına, DİSK içindeki CHP’li sendikacılar karşı çıktığı gibi, TKP ile şu ya da bu ölçüde çekişme içinde olan diğer sosyalist partiler ve onların etkilediği sendikacılar ve demokratik kitle örgütü yöneticileri de karşı çıkma gereğini duydular. Yani UDC anlayışının doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana, asıl neden, bu çağrıyı TKP’nin yapmış olması ve diğerlerinin de TKP’nin bu çağrısına angaje olmak istememeleriydi! Sosyalist solun bu bölünmüşlüğünün, birbiriyle didişmesinin ve sermayeye karşı ortak bir mücadele cephesi oluşturamamasının onu nasıl güçsüz düşürdüğü, faşizm karşısında uğradığı büyük yenilgiyle ilerde ortaya çıkacaktı.
Sosyalist solun kendi içindeki bu derin bölünmüşlüğüne ve taşıdığı zaaflara karşın, o dönemde gerek işçi hareketinin gerekse toplumun diğer muhalif kesimlerinin politik eylemliliğindeki yükseliş devam ediyordu. Bu da devrimci durum koşullarının henüz ortadan kalkmadığını, tersine bu koşulların nesnel olarak varlığını sürdürdüğünü gösteriyordu. Üstelik bu koşullar, Türkiye kapitalizminin yapısal krizinin daha da derinleştiği, burjuva düzenin sorunlarının daha da ağırlaştığı ve burjuvazi açısından kısa dönemde bir çıkış yolunun da görülmediği bir ortamda devam ediyordu.
Bu durumun burjuva düzende yarattığı siyasal istikrarsızlık ve çalkantılar, birebir burjuva parlamenter rejimin işleyişine de yansımaktaydı. Burjuva partiler arasında bitmeyen kavgalar, koalisyon hükümeti içinde baş gösteren anlaşmazlık ve çekişmeler, burjuvazinin siyasal temsilcileriyle burjuva devletin asker-sivil bürokratik kurumları arasındaki sürtüşmeler vb, tüm bunlar burjuva düzende bir yönetim krizinin tekrardan derinleşmekte olduğunu açıkça gösteriyordu.
DİSK içinde doğan karışıklık ve ardından gelen bölünme
İşte burjuvazi açısından koşulların son derece olumsuz olduğu böyle bir konjonktürde, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in tüm ilerici, demokrat, sol güçlere yaptığı “birlikte mücadele” çağrısı, burjuvaziyi son derece rahatsız eden bir çağrı olmuştu. DİSK Genel Başkanı’nın yaptığı “cephe çağrısı” solda hâlâ tartışıladursun, burjuvazi bu çağrıyı kendi düzenine yönelen ciddi bir tehdit olarak algılamakta gecikmeyecekti. Çünkü burjuvazi, Türkiye’de irili ufaklı pek çok “sol”, “sosyalist” parti ve örgütün varlığına rağmen, işçi hareketi üzerinde asıl etkili olan ve işçileri harekete geçirme gücüne sahip bulunan örgütlülüğün DİSK olduğunu pekâlâ biliyordu. Üstelik DİSK’in son zamanlarda “Sovyetler Birliği yanlısı” bir politik hattın (TKP’nin) etkisi altına girmiş olduğu görüntüsü vermesi de burjuvaziyi hepten ürküten bir gelişmeydi!
İşçi hareketindeki bu gelişme ve özellikle Sovyetler Birliği’ne sempatinin artması, soğuk savaş koşullarının hâlâ geçerli olduğu bir ortamda ne ABD’nin ne de TC’nin tahammül edebileceği bir gelişmeydi! Egemen güçlerin tahammül sınırlarını fazlasıyla zorlayan bu gelişmeler, sonunda DİSK’e yönelik bir “operasyonun” acilen başlatılmasını burjuvazinin gündemine sokacaktı. Nitekim o dönemin koşulları dikkatle değerlendirildiğinde, biraz da burjuvazinin el altından kışkırtmasıyla harekete geçtiği anlaşılan DİSK içindeki muhalif sendikacılar (özellikle CHP’li sendikacılar), DİSK’te etkili bir konumda olduğu anlaşılan Sovyetçi TKP çizgisini ve onun paralelinde görülen Maden-İş’i ve Genel Başkan’ı Kemal Türkler’i tasfiye etmek için düğmeye bastılar. DİSK içinde birdenbire patlak veren bu “derin” anlaşmazlığın (DİSK’e politik görev yüklenip yüklenemeyeceği tartışmasının), özellikle Kemal Türkler’in yaptığı UDC çağrısından hemen sonraya rastlaması gerçekten de manidardır!
DİSK içindeki bu tasfiye operasyonunda başı çekenler, en başta CHP’li sendikacılar olmuştu. Daha sonra bu tasfiye operasyonuna, TKP ile şu ya da bu düzeyde çekişme, husumet ya da rekabet içinde olan legal sosyalist partilere mensup sendikacılar da katılacaktı. DİSK’te yaşanan bu karışıklık ve kargaşa süreci, sonunda DİSK’i fiilen iki başlı bir örgüt haline getirmişti. Yoğun tartışmalar ve karşılıklı suçlamalarla geçen günlerden sonra, Abdullah Baştürk’ün liderliğindeki CHP’li sendikacılar ile DİSK içinde TKP çizgisine muhalefet eden diğer “sosyalist” sendikacılar anlaşarak, DİSK’i olağanüstü genel kurula götürdüler.
DİSK’in “iki başlı” hale getirildiği bu süreçte, gerek CHP’li sendikacılar gerekse onlarla işbirliği içinde olan “sosyalist” ve “devrimci-demokrat” sendikacılar, saldırı oklarını asıl olarak Kemal Türkler’in başkanı olduğu Maden-İş sendikasına yöneltmişlerdi. Çünkü DİSK içinde illegal TKP’nin çizgisini asıl savunan bu sendikaydı. Ama aynı zamanda bu sendika, DİSK içinde en militan duruşu sergileyen de bir sendikaydı. Maden-İş sendikası fabrika işgallerine, 15-16 Haziranlara, DGM direnişine, 1 Mayıslara, toplu grevlere öncülük etmiş, yani bir anlamda DİSK’i DİSK yapmış ve bu nedenle de DİSK içinde haklı bir otorite kazanmış olan bir sendikaydı. Dolayısıyla bu sendikayı ve adı DİSK’le özdeşleşmiş olan onun Genel Başkanı Kemal Türkler’i saf dışı etmeden, kimse DİSK üzerinde gerçek bir otorite kuramazdı. Bu gerçekliği burjuvazi de çok iyi biliyordu kuşkusuz!
Nitekim bu gerçeklik çok iyi bilindiği için, o dönemde burjuva basın da dahil olmak üzere, ilgili ilgisiz tüm anti-TKP’ci muhalifler harekete geçecek ve DİSK’in olağanüstü genel kurulu öncesinde Maden-İş’i ve Kemal Türkler’i yıpratmaya girişeceklerdi. Üstelik bunu, metal işçilerinin MESS’e karşı aylardan beri sürdürdükleri çetin grev mücadelesine gölge düşürerek, karalayarak yapmaya kalkışanlar da olacaktı. Böylelerinin TKP’ye duydukları düşmanlıktan gözleri öylesine kararmıştı ki, ortaya attıkları mesnetsiz iddiaların ve yaptıkları demagojik yorumların TKP’ye değil, doğrudan işçi sınıfına zarar vereceği ve onun grev mücadelesini zaafa uğratacağı umurlarında bile değildi!
Örneğin, Türkiye’nin ünlü “solcu” öykü yazarı Aziz Nesin, tam da böylesi kritik bir dönemde, metal işçilerinin grevini eleştiren “Büyük Grev” adlı bir öykü kaleme almıştı. Kendisine kim tarafından “ısmarlandığı” belli olmayan(!) bu öyküsünde Aziz Nesin, esas olarak Kemal Türkler’i hedef alıyor ve metal işçilerinin MESS’e karşı yürüttüğü kitlesel grevin aslında “danışıklı bir grev” olduğunu, sendika başkanının büyük patronlarla anlaşarak bu grevi yaptırdığını ima ediyordu. Bu ünlü “solcu” öykü yazarının iddiasına göre, büyük patronların (özellikle burada Koç grubu ima ediliyordu) elinde çok ürün stoku birikmişti ve bunlar stoklarını satıp eritene kadar işçilere boşu boşuna para ödemek istemiyorlardı! İşte bunun için sendika başkanıyla (Kemal Türkler ima ediliyordu) anlaşıp grev yaptırmıştı bu patronlar! Yani Aziz Nesin’e göre bu grev, sermayenin işine yarayan ve işçilerin zararına olan “sahte bir grev” idi! Onun için de işçiler sendikayı dinlememeli ve grevden vazgeçmeliydiler!
Gene o dönemin nevi şahsına münhasır “sosyalist (!)” aydınlarından olan ve bugün “Ergenekon savunuculuğu” ile yıldızı parlamış bulunan Yalçın Küçük de metal işçilerinin grevi konusunda Aziz Nesin’le aynı düşünceyi paylaşmaktaydı. Yalçın Küçük de o dönemde TİP’in yayın organı olan Yürüyüş dergisinde “Büyük Oyun” başlığıyla bir yazı kaleme almıştı. Yalçın Küçük bu yazısında Aziz Nesin’i savunuyor ve “Büyük Grev” adlı öyküsüyle Nesin’in herkese ekonomi-politik dersi verdiğini iddia ediyordu. Yalçın Küçük de ekonomik kriz koşullarında Maden-İş’in yaptığı bu grevin “danışıklı bir grev” olduğunu ima ediyor ve hem Maden-İş’i hem de onun Genel Başkanı Kemal Türkler’i töhmet altında bırakıcı açıklamalar yapıyordu.
İnsanların beğenmedikleri partiye karşı muhalefet yürütmelerinde ve o partinin yanlış buldukları politik çizgisini ve görüşlerini en sert biçimde eleştirmelerinde yadırganacak hiçbir yan yoktur kuşkusuz! Ama bunu yaparken, işçilerin yürüttüğü bir mücadeleyi bu işe alet edemezler. Hele hele, sırf kendi bireysel ya da dar grupsal politik çıkarları uğruna, işçilerin sermayeye karşı verdiği çetin sınıf mücadelesini zayıflatacak ya da zaafa uğratacak tutumlar içine giremezler. Girerlerse şayet, bunun adı düpedüz “grev kırıcılığı” olur.
İşte metal işçilerinin zorlu grev mücadelesi karşısında bu iki “kafadar” aydının sergilediği sorumsuz tavır da böyle bir “grev kırıcı” tavırdı. Bunların tavrı, kendi dar bireysel bakış açılarını her türlü değerin üstünde görme eğiliminde olan bencil küçük-burjuva “aydın” tavrından başka bir şey değildi. Zamanında Lenin’in de “entelektüel anarşizm” diye suçladığı tavırdı bu! Aziz Nesin ve Yalçın Küçük “rakip” olarak gördükleri ve düşmanlık besledikleri bir partiyi (TKP’yi) DİSK kongresi öncesinde yıpratmaya çalışırlarken, aslında işçi sınıfının grev mücadelesine zarar veriyor ve bu tutumlarıyla burjuvazinin, tekellerin, MESS’in değirmenine su taşıyıp “grev kırıcılığı” yapmış oluyorlardı. Ama onların bu sorumsuz tutumu, o dönemde grevci işçiler tarafından da ibretle izlenecekti!
Kendilerini dev aynasında gören ve kendilerinden başkasını pek umursamayan bu bencil küçük-burjuva “aydın” takımının Maden-İş grevlerini karalamak için ileri sürdüğü argümanların gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktu. Çünkü bu grevler, ne basit bir işyeri toplu sözleşme uyuşmazlığından, ne de bu aydınların iddia ettiği gibi, işyerlerinin ekonomik koşullarından (stok fazlalığı vb.) kaynaklanmıştı. Böylesine geniş ölçekli, kitlesel grevlere yol açan nedenler, aslında işyerlerinin tekil ekonomik sorunlarının çok ötesinde nedenlerdi. Gerçek neden, derin bir yapısal bunalım içinde olan Türkiye kapitalizminde “yapısal değişim” ihtiyacının kendini şiddetle dayatması ve büyük tekelci burjuvazinin de böyle bir değişimin ön hazırlığı içine girmiş olmasıydı.
Ama burjuvazinin kapitalist ekonomide böylesine köklü bir yapısal değişimi gerçekleştirebilmesi için, öncelikle böyle bir değişimin zemini hazırlanmalıydı. Örneğin, son dönemlerde burjuvazinin iyice canını sıkan şu “işçi-işveren” ilişkileri yeniden yapılandırılmalı, yani sendikal hareket ile toplu sözleşme düzeni zapturapt altına alınmalıydı. Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist örgütlerin yönlendirmesiyle harekete geçen TÜSİAD, Odalar Birliği, TİSK ve MESS gibi işveren örgütleri, bu konuda nicedir bir hazırlık içindeydiler zaten. Bunlara göre, sendikaların fonksiyonlarını asgariye indirecek ve sınıf mücadelesini baskılayabilecek bir toplu sözleşme düzenine geçmek Türkiye kapitalizmi için artık şart olmuştu! Dolayısıyla, grevlere ve direnişlere yol açan mücadeleci sınıf sendikacılığı tasfiye edilmeli, yerini sınıf uzlaşmacı-güdümlü sendikalar almalıydı. Ayrıca serbest toplu pazarlık düzeninin yerine de tepedeki hakem heyetinin (devlet-işveren sendikası ve güdümlü işçi sendikası) kararlarına tâbi olacak güdümlü bir toplu pazarlık sistemi geçirilmeliydi. Ama bu sistemin hayata geçirilebilmesi için de her şeyden önce, bu sisteme geçişin önünde fiili bir engel oluşturan “militan sınıf sendikacılığı” anlayışının sendikal hareketten tamamen tasfiye edilmesi gerekiyordu! Militan sınıf sendikacılığı anlayışının 1970’li yıllarda en geliştiği işkolu ise hiç şüphesiz metal işkoluydu. O halde burjuvazinin, militan sendikacılık anlayışına darbe vurmak ve bu anlayışı sendikal hareketten tasfiye etmek için saldırıyı başlatacağı “işkolu” da belliydi: Metal işkolu!
İşte kitlesel grev mücadelesinin başka bir işkolunda değil de öncelikle metal işkolunda patlamış olmasının anlamı burada yatmaktadır. 1977-80 arasında metal işkolunda yaşanan büyük grev mücadelesi, kapitalist ekonomide yapısal bir değişime hazırlanan büyük sermayenin işçi sınıfına yönelttiği saldırıya, işçi sınıfının verdiği bir yanıttır. Metal işkolu, hem tekellerin yoğun yatırımlarının bulunduğu bir işkolu, ama hem de güçlü ve mücadeleci bir sınıf sendikasının (Maden-İş) örgütlü olduğu bir işkoludur. Bu nedenle de büyük sermaye, yapısal değişim için gerekli gördüğü “sendikal hareketi zapturapt altına alma” girişimini bu işkolunda başlatmak istemiştir. Bu işkolundaki tekelci sermaye örgütü MESS’in, 40 bine yakın metal işçisinin toplu sözleşme taleplerinden hiçbirisine olumlu yanıt vermemesi ve sendikayı kendi şartlarına boyun eğmeye zorlamasının altında yatan gerçek neden budur işte! Bu gerçekliği görmeyen ve kavramayanlar, 12 Eylül darbesinin neden yapıldığını da tam olarak kavrayamazlar.
Kitlesel katılımlı olacağı ve uzun süreceği apaçık belli olan bir grevi işveren örgütü MESS’in göze alabilmiş olması, elbette ki büyük tekelci sermayenin tepede almış olduğu bir kararın sonucuydu. Bu karar, özel olarak metal işkolunda ve genel olarak da sendikal harekette “militan sınıf sendikacılığı” anlayışını inatla sürdüren güçlü bir sendikayı (Maden-İş’i) dize getirmek ve ona özenen diğer sendikalara da gözdağı vermek için alınmış bir karardı. Eğer işverenlerin örgütü MESS, Maden-İş’e karşı yürüttüğü mücadeleyi kazanırsa ve bu sendikayı teslim almayı başarırsa, genel olarak sendikal harekette sermayenin lehine bir yapısal değişimin de önü açılmış olacaktı! İşte Maden-İş bu gidişi gördüğü ve tekelci sermayenin asıl niyetini kavradığı için, MESS’e karşı kıyasıya bir mücadeleye girişmeyi göze aldı. Çünkü büyük sermayenin saldırısını durdurabilmenin ve niyetlerini boşa çıkarmanın yolunun, onunla uzlaşmak ya da ona boyun eğmekten değil, onurlu bir savaşı göze alabilmekten geçtiğini kendi mücadele tarihindeki direniş deneyimlerinden biliyordu Maden-İş. Kaveller, 15-16 Haziranlar, DGM direnişleri ve daha niceleri… Boşuna yaşanmamıştı bu direnişler!
Nitekim Maden-İş, MESS’in saldırısı karşısında uzun bir direnişi göze almakla ne kadar doğru bir iş yaptığını gösterdi bir kez daha. Çünkü 1977-78’de Maden-İş’in kararlı direnişiyle (kitlesel grevler) karşılaşan tekelci sermaye, sendikal harekette gerçekleştirmek istediği “güdümlü sendikacılık” doğrultusundaki bir “yapısal” değişimi, mevcut şartlarda (işçi sınıfının tabanda militan bir örgütlülüğe sahip bulunduğu koşullarda) gerçekleştiremeyeceğini iyice anladı. Ve bu konudaki iştahını 12 Eylül sonrasına ertelemek zorunda kaldı!
Metal işçilerinin başlattığı kitlesel grevlerin çözüleceğini uman, ama umduğunu bulamayan MESS de sonunda bu büyük grevin yarattığı etkiyi teslim etmek zorunda kalmıştır. MESS, 1977 grevlerinin metal işkolunun o güne kadar tanık olduğu en büyük grevler olduğunu belirtiyor ve şöyle diyordu: “Bu grevler yalnızca o işkolunun sınırları içinde kalmayıp, bütün işkollarındaki işçi-işveren ilişkilerini yakından ilgilendiren bir mücadele haline gelmiş ve Türkiye solunun iktidardaki Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni düşürmek için yürütegeldiği mücadelenin de merkezi olmuştur.” (Gelenek ve Gelecek , 1999, 1. cilt, s.424–425, MESS yayını)
İşte gerçeklik böylesine apaçık ortada iken, metal işçilerinin tekelci sermaye karşısındaki direnişini küçültmeye, hafife almaya, hatta kara çalmaya çalışan Aziz Nesin ve Yalçın Küçük gibi örgüt kaçkını, sorumsuz, bireyci “aydın” tiplerine, grevci işçilerin söyleyebileceği tek söz kalıyordu: “Aziz Nesin sen nesin?!” O dönemde binlerce grevci metal işçisinin, kendi mücadelelerini alaya alan ve bu tutumlarıyla burjuvazinin değirmenine su taşıyan bu türden sorumsuz “aydınlara” duydukları öfkeyi bu şekilde dile getirmiş olmalarında yadırganacak bir yan olmasa gerektir!
Nitekim Aziz Nesin de, işçileri rencide eden bu “öyküsünden” dolayı aldığı sert tepkiler karşısında, baklayı ağzından çıkaracak ve “Büyük Grev” öyküsünü ne maksatla yazdığını açıklamak zorunda kalacaktı: “Büyük Grev adlı masal-öykümü yazışımdan iki-üç hafta sonra, DİSK’in genel kongresi vardı. Öyküyü o sırada yazışımın nedeni işte budur. Genel kurul olmasaydı yine de yazmayacaktım. Amacım, kongreye katılacak işçileri uyarmaktı. Bu bakımdan öykümün yazılış ve yayınlanışındaki zamanlama, hiç de zamansız ya da yanlış zamanlamalı değildir. Daha iyi yönetmenler seçildi mi? Bu benim görevim değil. Yazar olarak benim görevim uyarmak.” (Aziz Nesin’in Hikâye Kitapları Dizisi: 34, Nesin Vakfı, 1981, s.298-299) Meğer Aziz Nesin bu öyküyü, Maden-İş’in temsil ettiği çizginin DİSK kongresinde yenilgiye uğramasını istediği için yazmış! Ama onun bu kişisel husumeti, işçilerin sermayeye karşı yürüttüğü büyük grev mücadelesine zarar verecekmiş, ne gam!
DİSK’in olağanüstü genel kurulu, metal işçilerinin büyük grev mücadelesinin bütün sıcaklığıyla devam ettiği ve DİSK içinde tartışmaların, karşılıklı suçlamaların sürdüğü işte böyle bir ortamda yapıldı. 22 Aralık 1977 tarihinde toplanan DİSK kongresinde genel başkanlığa, DİSK’e bir yıl önce katılmış olan Genel-İş sendikasının Genel Başkanı Abdullah Baştürk seçildi. DİSK’in yeni yönetimi de ağarlıklı olarak CHP’li sendikacılardan ve TKP muhalifi “sosyalist” sendikacılardan oluştu. Böylece, DİSK’i olağanüstü kongreye götüren CHP’li sendikacılar ile Maden-İş muhalifi sendikacılar amaçlarına erişmiş ve uzun süreden beri DİSK’e yön veren Maden-İş sendikasını azınlığa düşürmeyi başarmışlardı. Öte yandan, DİSK içinde çeşitli düzeylerde görev yapan TKP’li kadrolar da bu kongreden sonra tasfiyeye uğrayacak ve böylece TKP’nin DİSK yönetimindeki etkisi büyük ölçüde kırılmış olacaktı.
Fakat bu sonuç gene de DİSK’in CHP’lileştiği anlamına gelmiyordu tabii ki! Çünkü her şeye rağmen, o günün koşullarında DİSK’i CHP’lileştirmek gene de o kadar kolay başarılabilecek bir iş değildi! Ekonomik koşulların giderek ağırlaşması, faşizmin tırmanış içinde olması ve sınıf mücadelesinin sertleşmesi, DİSK’in tabanındaki işçileri daha da militanlaştırmıştı. DİSK’e bağlı sendikaların tabanındaki işçilerin militanlaşma düzeyinin yüksekliği, sosyalizm ve devrim fikrinin öncü işçiler arasındaki yaygınlığı, yeni yönetimin DİSK’i bulunduğu yerden daha geriye götürmesine ve bütünüyle CHP’nin kuyruğuna takmasına fiili bir engel oluşturdu. Tersine, tabandan gelen devrimci basınç nedeniyle, yeni yönetim de DİSK’in mücadeleci sol çizgisini sürdürmek zorunda kaldı. Nitekim DİSK, Abdullah Baştürk’ün genel başkanlığı döneminde de büyük miting ve eylemlere öncülük etmeyi sürdürecek ve işçilerin gözünde sahip olduğu itibarı koruyacaktı.
Sermaye cephesindeki gelişmeler
İşçi hareketinde ve DİSK içinde bu gelişmeler yaşanırken, sermaye cephesinde de burjuvazinin siyasal krizinin derinleşmekte olduğunu gösteren gelişmeler yaşanıyordu. Temmuz 1977’de kurulan 2. MC hükümeti henüz altı ayını doldurmadan, burjuva parlamentosunda yeni bir kriz patlak vermişti. 1977 yılının Aralık ayında Mecliste verilen bir gensoru önergesi 2. MC hükümetinin düşmesine yol açmış ve bu hükümetin yerine Ecevit’in başbakanlığında yeni bir burjuva hükümet kurulmuştu. Ne var ki, CHP dışından 11 milletvekilinin desteği ile zar zor kurulabilen bu hükümetin de ne kadar süreceği belli değildi. Fakat bu belirsizliğe karşın, 2. MC hükümetinin düşürülmesi ve yeni hükümeti Ecevit’in kurması, emekçi kitlelerde gene de bir heyecan ve umut dalgası yarattı. Çünkü 12 Mart rejiminden çıkış ve burjuva demokrasisine geçiş sürecinde, siyasi kariyeri burjuva medya tarafından sürekli parlatılmış ve kitlelere “demokrasi havarisi”, “emekçi dostu”, “halkçı” ve de “Kıbrıs fatihi” bir lider olarak tanıtılmış olan Bülent Ecevit, halkın gözünde siyasi itibarını hâlâ korumaktaydı! Halkın gözünde o, “umudumuz Ecevit” idi hâlâ!
Bu dönemde büyük burjuvazinin “hangi hesaplarla” Ecevit’in önünü açtığı ve onu “dışarıdan bir destekle” iktidar koltuğuna oturttuğu, devrimci sosyalistler için bir sır değildir elbette. Sertleşen sınıf mücadelesi koşullarında burjuvazinin Ecevit’e yüklediği misyon, giderek daha da militanlaşmakta olan sendikal hareketi uzlaşmacı bir çizgiye çekerek yatıştırmak ve işçi hareketinin daha da sola kaymasının ve devrimcileşmesinin önüne geçmektir. Dolayısıyla, bu dönemde iktidarın Ecevit’e sunulması, bir bakıma burjuva reformist “ortanın solu” hareketinin burjuva düzen açısından “yararlılığının” da test edilmesi anlamına gelmektedir. Burjuva düzene hizmet bakımından, bakalım ne kadar başarılı olabilecektir burjuva reformist “ortanın solu” hareketi?!
Gerçekten de Ecevit hükümeti, burjuvazi açısından çok netameli bir dönemde işbaşına getirilmiş durumdaydı. Enflasyonun hızla tırmandığı, reel işçi ücretlerinin düştüğü, buna karşılık işverenlerin kârlarının katlamalı olarak arttığı ve gelir dağılımının tamamen bozulduğu bir dönemdi Ecevit’in işbaşına geldiği bu dönem. Bu dönemde işçi-işveren ilişkileri kaçınılmaz olarak sertleşmiş, grevler yaygınlaşmış, sendikalarla işveren örgütleri arasındaki savaşım yalnızca ekonomik düzeyle sınırlı kalmayıp, ideolojik bir nitelik de kazanmıştı. Burjuvazinin bu gelişmelerden duyduğu endişe, burjuva basında da sık sık dile getiriliyor ve bu “tehlikeli gidişe dur demek” için, bir an önce bir “sosyal barış” ortamının tesis edilmesinin şart olduğu vurgulanıyordu. Ecevit’in böylesi bir konjonktürde iktidara getirilmesinin nedeni de buydu işte. Yani kitleleri yatıştırmak için önce “papaz” deneniyordu; ardından ise sıra “cellat”a gelecekti! Üstelik hazırlanan bu mizansenle birlikte burjuvazi de demokrasiye ne kadar “bağlı” olduğunu ve çaresiz kalmadıkça ondan vazgeçmeyi düşünmediğini bir güzel kanıtlamış oluyordu! Öyle ya, tercihini demokrasi havarisi “halkçı Ecevit”ten yana koymuştu burjuvazi!
Hükümeti kuran Ecevit’in ayağının tozuyla basına verdiği ilk demeç, “bir enkaz devraldık” şeklinde olmuştu. Kendisinden önceki MC hükümetini hem ekonomik hem de siyasi uygulamaları nedeniyle eleştiren Ecevit, kendisinin demokrasiye ve toplumsal barışa ne kadar önem verdiğini bir kez daha vurguluyordu. İlerleyen günlerde ise, ülke ekonomisinin çok zor durumda olduğunu, “işçi-işveren-devlet” üçlüsünün bir uzlaşı içinde hareket etmesi gerektiğini dillendirmeye başlayacaktı. İçinden geçilen “zor dönemde” tüm tarafları birlik içinde olmaya ve İsveç’teki gibi bir “toplumsal anlaşma” yapmaya çağıracaktı. Tabii bu arada kendisine emekten yana, “sol bir lider” görünümü vermeyi ve bu temelde işçi örgütlerinin, sendikaların güvenini kazanmayı da ihmal etmedi! Çünkü burjuvazinin kendisine yüklediği “yatıştırıcılık” misyonunu ancak sendikaların güvenini kazanarak ve onları yanına çekerek yerine getirebileceğinin bilincindeydi!
Burjuvazinin ona yüklediği misyon gereği, Ecevit’in asıl düşündüğü şey, militan sınıf sendikacılığı anlayışının tasfiye edilerek, işçi hareketinde “barışçı”, “sınıf uzlaşmacı” pasifist bir sendikal anlayışın egemen kılınması oldu kuşkusuz. O buna “toplumsal barış projesini hayata geçirmek” diyordu ve bunun için de kuşkusuz sendikaların “katkısını” bekliyordu!
Bu konuda Türk-İş’in Ecevit’e bir sorun çıkarmayacağı apaçık görülmekteydi. Ama DİSK’in konumu Ecevit açısından hâlâ bir muammaydı! Gerçi kendisi iktidara gelmeden kısa bir süre önce DİSK’te bir yönetim değişikliği yaşanmış ve yeni yönetim ağırlıklı olarak CHP’li sendikacılardan oluşmuştu ama bu, DİSK’in çizgisinin bütünüyle değiştiği anlamına da gelmiyordu. Çünkü ortada DİSK’in geriye gittiğini ve uzlaşmacı bir çizgiye kaydığını gösteren bir durum yoktu henüz. Nitekim DİSK’in yeni Genel Başkanı Abdullah Baştürk de seçildikten kısa bir süre sonra gazeteci Abdi İpekçi ile yaptığı bir söyleşide şöyle diyecekti: “DİSK, sosyalist bir örgüttür. Yani ideolojik yönü belirlenmiş, kendi yetkili karar organlarında saptanmış bir örgüttür... CHP’nin üst düzeydeki yönetimi de, milletvekili seçildiğim seçim çevreleri de, parlamento içinde birbirimizi tanıyan milletvekilleri de ve partinin pek çok yönetici kademeleri de benim bir sosyalist olduğumu bilirlerdi.” (Milliyet, 16 Ocak 1978)
Ecevit’i ve burjuvaziyi DİSK konusunda asıl endişelendiren, Abdullah Baştürk’ün bu sözleri değildi kuşkusuz. Onları asıl endişelendiren, DİSK üyelerinin yeni yönetim altında da militan bir duruş sergileyeceklerinin ve mücadeleci bir çizgi izleyeceklerinin işaretlerini vermiş olmalarıydı. Nitekim DİSK üyesi işçiler, Ecevit’in iktidara gelişinin daha üçüncü ayında politik içerikli büyük bir eylem gerçekleştirerek, Ecevit’in ve burjuvazinin bu konudaki endişelerinin yersiz olmadığını ortaya koymuşlardı. DİSK’li işçilerin gerçekleştirdiği bu eylem, “20 Mart Faşizme İhtar Eylemi” idi. 1 Mayıs 1977’den itibaren karşı-devrimci faaliyetlerini yoğunlaştırmış bulunan burjuva devletin kontrgerilla türü resmi gizli örgütleri ve bunların taşeronluğunu yapan ülkücü sivil faşist çeteler, 16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesinde bir grup devrimci öğrenciye bombalı saldırıda bulunarak, 7 öğrencinin ölümüne yol açmışlardı. Öğrencilere yönelen bu faşist saldırı karşısında DİSK derhal tepkisini göstermiş ve tüm üyelerini, faşist saldırı ve cinayetleri protesto etmek üzere 2 saatlik iş bırakma eylemine çağırmıştı. DİSK’in bu çağrısına, TÖB-DER, TMMOB, Türk Tabipler Birliği, TÜTED, TÜMAS, İstanbul Barosu gibi çok sayıda demokratik kitle örgütünün yanı sıra, Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar ile bağımsız sendikalar da katılmıştı.
“20 Mart 1978’de saat 8:00-10:00 arasında Türkiye’nin dört bir yanında şalterler indi, makineler sustu. Birçok ilde elektrik ve su kesildi, trafik kilitlendi, radyolar sustu, okullarda ders verilmedi, avukatlar mahkemelere girmedi. Yaklaşık l milyon dolayında insanın katıldığı ve bir ‘genel grev’in pek çok özelliğini taşıyan bu eylem, o güne kadarki işçi katılımı açısından en büyük eylem olmuştu. DİSK’in bu eylemini burjuva basın ‘ihtilal provası’, Türk-İş üst yönetimi ‘işçiler üzerinde oynanan oyun’ olarak tanımlarken, en sert tepkiyi CHP genel başkanı ve başbakan Bülent Ecevit gösterdi. Eylemi yasadışı ilan etti ve eyleme katılan işçileri işten atmakla tehdit etti.” (Selim Fuat, “DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı/3”, Marksist Tutum, Eylül 2008)
DİSK’in yeni yönetiminde CHP’li sendikacılar ağırlıkta olmasına karşın, Ecevit “sosyal barış” projesini yaşama geçirmek için DİSK’ten beklediği yakınlığı görmeyeceğini anlamıştı. Çünkü her şeye rağmen DİSK yönetimi, kendi tabanındaki sınıf mücadeleci militan gelişmeyi karşısına alıp, Ecevit’in sınıf uzlaşmacı “sosyal barış” projesine angaje olmayı göze alamazdı ve nitekim de almamıştı. Böylece, Ecevit’in sınıf uzlaşmacı “sosyal barış” projesine DİSK’i de dahil etme çabaları havada kalmış oluyordu. Bu durumda, Ecevit hükümetiyle DİSK arasında “sınıf uzlaşmacılığı” temelinde bir anlaşmaya varmanın zemini de daha baştan ortadan kalkmış gibi görünüyordu. DİSK’ten umudunu kesen Ecevit, bir süre sonra Türk-İş’e yönelecek ve bu konfederasyonun yöneticileriyle 20 Temmuz 1978 tarihinde bir “Toplumsal Anlaşma” metni imzalayacaktı.
Ülkede toplumsal barışın sağlanmasına yönelik olduğu söylenen bu “Toplumsal Anlaşma” metninde, “işçilerin ülke ekonomisi gerçekleri ile bağdaşmayan aşırı isteklerinin önüne geçileceği ve işçi işveren ilişkilerini gerginleştiren grev ve lokavt olaylarının yaşanmasına ve dolayısıyla devletin sürece müdahalesine olanak tanınmayacağı” belirtiliyordu. İmzadan sonra yaptığı açıklamada Ecevit bu Toplumsal Anlaşmayı, “Türk toplumunun refahını adaletli olarak artırma yolunda bir adım” olarak niteleyecekti. Türk-İş başkanı Halil Tunç ise, “toplumda karşılıklı güven ve iyi niyete dayanan görüşmelerin ne denli başarılı sonuç verdiğini ve ülkede pek çok sorunun bu yolla çözüleceğini” söylüyordu.
Ama Ecevit hükümetinin Türk-İş üst yönetimiyle böyle bir anlaşma imzalamasının daha temel bir nedeni vardı aslında. Hükümet, ekonomik kriz koşullarında kamu işçileriyle yapılacak sözleşmelerde (kamu sözleşmeleri), ücret artışlarının ve diğer maddi hakların belli bir düzeyle sınırlandırılmasını ve bunun, özel sektörde yapılacak toplu sözleşmelere de emsal teşkil etmesini amaçlıyordu. Böylece, hem işçilerin “aşırı” talepleri sınırlandırılmış olacak, hem de işçi-işveren ilişkilerinde çatışmalardan, grevlerden uzak, uzlaşmacı, barışçı bir sendikal döneme geçiş sağlanmış olacaktı!
DİSK, Ecevit hükümeti ile Türk-İş üst yönetimi arasında imzalanan bu “Toplumsal Anlaşma”nın, aslında işçi ücretlerini dondurmayı ve krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yüklemeyi amaçlayan bir uzlaşma belgesi olduğunu bildirerek, bu “Toplumsal Anlaşma”yı reddettiğini açıkladı. DİSK’in bu tutumu, Ecevit hükümeti ile DİSK arasındaki ilişkilerin iyice soğuduğunu gösteriyordu.
Burjuvazinin umduğu dağlara kar yağmıştı. Ecevit’in DİSK tabanındaki militan sınıf sendikacılığının gelişimini frenlemesi bir yana, o daha DİSK yönetimindeki CHP’li sendikacılara söz geçiremiyordu. DİSK yönetimindeki CHP’li sendikacıların kendi partilerinin iktidarına karşı aldıkları bu tutum, o günün koşullarında gayet anlaşılır bir tutumdu kuşkusuz. Çünkü o dönem, DİSK’in tabanında rüzgârların hâlâ militan sınıf sendikacılığından yana estiği bir dönemdi ve bu gerçekliğe açıktan karşı çıkan ve uzlaşmacılığı savunan hiçbir yönetici uzun süre DİSK’in başında kalamazdı. DİSK’e bağlı sendikaların tabanındaki işçilerin politik bilinç düzeyinin yüksekliği ve militanlığı, ister istemez sendikaların tepesindeki yöneticileri de militanlaştırıyordu! O dönemde bulunduğu yönetici mevkileri kaybetmemek için metazori “kızıl gömlek” giyinen ve kendisini “devrimci” ilan eden sendikacı sayısı az değildir!
Bu arada CHP hükümetinin ne kadar iktidarsız olduğu ve kendi “emri” altındaki devlet kurumlarına bile söz geçiremediği gün be gün daha iyi anlaşılıyor ve bu durum DİSK’in tabanındaki CHP’li işçiler tarafından da ibretle izleniyordu. Faşist saldırılar tüm ülkede DİSK’i de hedef alır bir biçimde artarken, CHP hükümetinin bu saldırılar karşısındaki pasif tutumu işçilerin büyük tepkisini çekiyordu. İşte 1 Mayıs 1978 mitingi, DİSK’li işçilere, sosyalistlere, ilerici gençliğe karşı faşist saldırıların ülke çapında tırmandırıldığı bu koşullarda yapılacaktı. Fakat tüm bu saldırılara ve provokasyon tehditlerine karşın, 1978 1 Mayıs’ı da gene yüz binlerin katılımıyla, coşkulu bir şekilde kutlanmıştı.
Öte yandan, ekonomik bunalımın giderek derinleşmekte oluşu ve özellikle döviz ve enerji darlığı yüzünden sanayinin son derece düşük kapasiteyle çalışmak zorunda kalışı burjuvaziyi iyice bunaltmış durumdaydı. Burjuvazi açısından koşulların son derece olumsuz olduğu böyle bir dönemde, bir yandan işçilerin grev ve direnişleri yaygınlaşırken, diğer yandan tüm kamu emekçileri de (öğretmenler, memurlar, teknik elemanlar vb.) sendikalaşma talebiyle ayağa kalkmış ve DİSK’le dayanışma içinde yoğun bir örgütlenme faaliyetinin içine girmişlerdi. Tüm bu gelişmeler, burjuvaziyi esaslı bir şekilde huzursuz etmekteydi tabii ki. Bu süreçte burjuvazinin Ecevit’ten beklediği “yatıştırıcılık” işlevini Ecevit’in yerine getiremeyeceğini burjuvazi gayet iyi anladı. Hem yerli büyük sermaye hem de Türkiye’de yatırımları olan yabancı sermaye açısından hiç de iç açıcı bir manzara değildi bu!
Aslında Türk burjuvazisi, kendi düzenini tehdit eden bu gelişmeler karşısında işçi sınıfını ve devrimci hareketi “hizaya getirecek” baskıcı-otoriter bir rejimi canı gönülden arzulamaktaydı. Ne var ki, bu niyetini hem kendi halkına hem de Avrupa’daki demokratik kamuoyuna açık etmesi mümkün değildi. 12 Mart rejiminden çıkalı daha dört yıl olmamıştı ve bu çıkış sürecinde “burjuva demokrasisinin” onca propagandası yapılmıştı burjuvazi tarafından. Bir daha demokrasiye karşı 12 Mart gibi askeri müdahalelerin olmaması savunulmuştu (!) burjuva medyada. Ve de “demokrasi havarisi” Ecevit az alkışlanmamıştı 12 Mart’tan çıkış sürecinde! Bu nedenle, şimdi tekrardan bir askeri rejime geçilmesini burjuvazinin açıktan destekler görünmesi pek “hoş” olmazdı elbette! Bunun için daha epey çalışılmalı ve burjuvaziye rahat nefes aldıracak apoletli, olağanüstü bir burjuva rejimin “bir gece ansızın” gelmesi için ortam iyice hazırlanmalıydı! Nitekim bu gerçekliği görmüş bulunan finans-oligarşinin karargâhı TÜSİAD (Vehbi Koç’un deyimiyle “fikir üreten fabrika”), çoktan “fizibilite” çalışmalarına başlamıştı bile!
link: Mehmet Sinan, Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XIII, 27 Mart 2009, https://marksist.net/node/2077