

İzmir Büyükşehir Belediyesine bağlı İZELMAN, İZENERJİ ve Egeşehir şirketlerinde çalışan 23 bin işçinin 29 Mayısta başlayan grevi, 7. gününde varılan anlaşmayla sona erdi. DİSK’e bağlı Genel-İş sendikasında örgütlü olan bu işçilerin en temel talepleri, aynı belediyeye bağlı olarak çalıştıkları ve aynı işi yaptıkları Türk-İş’e bağlı Belediye-İş üyesi işçilerle eşit ücret almaktı. Yani eşit işe eşit ücret talep ediyorlardı. Fakat bir hafta süren grevin sonunda CHP’li İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın arzu ettiği gibi bir toplu iş sözleşmesi imzalandı ve imzalanan sözleşmede bu eşitsizlik yine ortadan kaldırılamamış oldu.
Belediye işçilerinin bir hafta süren grevi pek çok şeyi bir kez daha gösterdi. Öncelikle işçiler çalışmadığında neler olduğu görüldü. Kentte çöpler toplanmadığı için caddelerde, sokaklarda çöp yığınları oluştu. Çünkü çöp kamyonları garajlardan, süpürge ve faraşlar depolardan çıkarılmadı. Şoförler belediye otobüslerini garajlardan alıp servise çıkmadılar. Büroda çalışan işçiler iş araçları olan bilgisayarları ve diğer araçları açmadılar ve çalışmadılar. Grev zaten işte budur. Yani taleplerinin kabul edilmesi için işçilerin iş bırakmasıdır. 23 bin belediye işçisi de iş durdurdu ve toplu olarak belediyenin önünde taleplerini haykırdı. Bununla birlikte, temel talepleri olan “eşit işe eşit ücret” maddesini kabul ettirene dek grevi devam ettiremediler. DİSK Genel-İş Sendikasının 1, 2, 3 ve 9 nolu şubelerine üye 23 bine yakın işçi greve çıktığında, bir gün önce yan yana ve aynı işi yaptıkları Belediye-İş sendikası üyesi işçiler çalışmayı sürdürdüler. Bu işçilerin grevdeki işçi kardeşleriyle dayanışmak için herhangi bir eylemleri olmamasının nedeni kendileri değildir. Türk-İş’in ve Belediye-İş’in tepelerinden “bu bizim grevimiz değil” denerek işçilere tepeden talimatlar verilmiştir. Üstelik bu vurdumduymaz tutum, İzmir Büyükşehir Belediyesinin, Belediye-İş Genel Merkezine, geçen yıl imzalanan toplu iş sözleşmesinin gerektirdiği ücret zammının düşürülmesini dayattığı bir süreçte takınılmıştır. Genel Merkezin bunu kabul etmemesi üzerinde, Büyükşehir Belediyesi tam da bugünlerde “ilk etapta” 1000’i aşkın Belediye-İş üyesi işçiyi kapsayacak bir toplu işten çıkarmanın yapılacağını duyurmuştur. Yani bugün aralarında sendika yöneticilerinin de olduğu Belediye-İş üyesi yüzlerce işçi işten atılma saldırısıyla karşı karşıyadır!
Greve dönersek, Belediye-İş bir yana, DİSK Genel-İş sendikasının İzmir’deki diğer 7 şubesinin yöneticileri ve işçileri de grevle dayanışma ve destek içinde olmamışlardır. Oysa bu sendikanın 10 ayrı şubesi aynı bina içerisindedir. Sonuçta sendika yöneticileri, “grevde olan bizim şubemiz değil” zihniyetiyle hareket ettiler. Yani grevdeki 23 bin işçinin sesine değil, CHP’li İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’a ve CHP’den gelecek sese kulak kesilerek beklediler. Belediye-İş İzmir şubeleri de Türk-İş’ten ve AKP’den gelecek sese kulak kesildiler. Dolayısıyla 23 bin işçinin istediği gibi bir toplu iş sözleşmesi imzalanamadı. Nihayetinde bu grev, gerçek bir kazanımın işçi sınıfı birleşik ve örgütlü bir güç olarak davranamadığı müddetçe sağlanamayacağını bir kez daha göstermiş oldu.
Belediye grevi esnasında, burjuvazinin emekçileri bölme tuzaklarına ve kendilerini işçiden üstün görme hastalığı içinde olan küçük-burjuvaların ve bilhassa okumuş beyaz yakalıların bu tuzağa sektirmeden düşmesine bir kez daha tanık olduk. Nitekim neredeyse her belediye grevinde olduğu gibi bu grevde de belediye işçilerinin istedikleri ücret yoksulluk sınırının bile altında kalmasına rağmen, astronomik bir rakammış gibi abartılarak saldırıya geçildi. “Zaten çalışmıyorlar, yan gelip yatıyorlar” yalanları ortalığı kapladı. Belediyelerde, çöp toplayanıyla, otobüs sürücüleriyle, teknisyenleri, mühendisleriyle işçi sınıfının pek çok kesiminin çalıştığı gerçeğinin de üstü örtüldü. Çöpçüler her zamanki gibi ilk hedefe koyulanlar oldu. Bir çöpçü, bir şoför parçası nasıl olur da rektör, doktor kadar maaş ister diyerek işçilere yüklenildi. Burjuva kalemşorların çığırtkanlığına anında tepki veren küçük-burjuva takımı, “Çöp yığınları oralarda duramaz. Çöpler kentimizi çirkin gösteriyor. Turistlerin kentimizi böyle çöp yığını içinde görmeleri kabul edilemez. Çöpler toplanmalı” diye bağrışmaya başladı. Çünkü çöp meselesi, İzmir’in elitlerinin ve orta sınıfların yaşadıkları semtlerdeki ışıltılı caddelerin mekân sahiplerine koca bir dert oldu. Çöp onların atıklarıydı, pisti, iğrençti, sivrisinekti, mikrop yuvasıydı. Gözleri asla o çöpleri görmemeliydi. O çöpleri süpüren, toplayan, çöp kamyonlarıyla taşıyan işçilerse gözlerine hiç görünmemeliydi. Üstüne üstük hemen hepsi esmer, kara kafa, Doğulu, Kürt, Alevi bu haddini bilmezler, burjuvaların ve küçük-burjuvaların binalarının ve mekânlarının önünde çöp toplayan koskocaman belediye başkanına “çöp bizim ekmeğimiz” demeye ve bir de alkışlı protesto yaparak slogan atmaya kalkışmışlardı! Bu yüzden yaşlıları balkonlarından, ayağı yere basanları sokağa inip bu esmer tenli, elleri, parmakları, tırnak araları kir dolu işçilere nazik elleriyle saldırmak zorunda kalmışlardı! İşte burjuvaların ve küçük-burjuvaların elinin emeğiyle ekmeğini kazanan işçi sınıfına bakışı böyledir.
Bu tuzu kuru küçük-burjuvalar, İzmir grevinde “çevre temizliği” adına narin ellerine eldiven geçirip çöp toplamaya çıktılar. Asıl gayeleri gayet bilinçli olarak grev kırıcılığı yapmaktı. Bu grev kırıcılığını Cemil Tugay, ellerine inşaat işçilerinin giydiği eldivenleri takarak başlattı. Utanmazca “ben belediye işçisi miyim grev kırıcılığı yapayım? Bu çöpler buradan kalkacak” dedi ve tehditler savurarak grevci işçileri ve sendika şube başkanını “kamu görevlisini engellemek”ten mahkemeye verdiğini duyurdu. İşçilerin grev kozları olan çöpleri zengin semtlerinde toplatan Tugay, grev kırıcılığı yaptığını bal gibi biliyordu. Ama kendi suçunu örtmek için grevci işçileri ve sendikacıları suçladı. Orada bulunan az sayıdaki işçiye de “Hepinizi tanıyorum. Görürsünüz” diye parmak salladı. O anda o 23 bin işçinin tamamı orada olsa ve sınıf tepkilerini ortaya koysaydı, Cemil Tugay, 30 ilçe belediye başkanı ve tuzu kuru küçük-burjuvalar arkalarına bakmadan kaçar ve bir daha böyle bir şeye cesaret edemezlerdi.
İzmir belediye işçilerinin grevinin açığa vurduğu bir diğer gerçeklik ise, işçilerin öz örgütleri olan ve bin bir emek verilerek çetin mücadelelerle kurulmuş sendikaların işçilerin yönetiminde ve denetiminde olmamasıdır. Bu durum işçilerin kazanımlarını sınırlamakta ve kalıcılığın sağlanamamasına neden olmaktadır. İşçilerin sendikaları, sendikal bürokrasinin hâkimiyeti altındadır. Türk-İş zaten devlet eliyle kurulmuş ve kurulduğu günden beridir devletin, hükümetlerin ve tabii sermaye sınıfının kontrolündedir. Şimdi de AKP’nin aparatı durumundadır. Hak-İş ise AKP’nin ve AKP yanlısı sermayenin işçilerin tepesindeki kontrol aygıtıdır. Bunların karşısında DİSK, kuruluşunda gerçek bir işçi sınıfı sendikasıydı. DİSK’i düzenin ve CHP’nin güdümüne sokabilmeleri, 1976’da Genel-İş’i Türk-İş’ten DİSK’e geçirmeleriyle mümkün olabilmişti. Bunun başını çeken de CHP’nin adamı olan Abdullah Baştürk’tü. DİSK ve özellikle Genel-İş üyesi işçi kardeşlerimiz bunları duyduklarında hemen kaşları kalkar ve Abdullah Baştürk’ün “çok önemli bir işçi lideri” olduğunu dile getirirler. Ama işçi sınıfı kendi tarihini öğrenmeden gerçekleri kavrayamaz. “Geçmişini bilemeyenin, geleceği olmaz” anlamlı sözünde dendiği gibi.
Bu operasyonu gerçekleştirenlerin maksadı DİSK’i has devlet ve burjuva patisi olan CHP’nin güdümü altına sokmaktı. Özellikle büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD, Maden-İş sendikasının başında olan Kemal Türkler’in tekrar DİSK’in başına geçmesinden ölümüne korkuyordu. Bu nedenle Kemal Türkler’in yaşadığı her gün sermaye sınıfı için korku içinde nefes almak anlamına geliyordu. Tam da bu yüzden, Kemal Türkler’in devletin faşist aparatları eliyle katledilmesine karar verdiler ve 1980 Temmuzunda bunu gerçekleştirdiler. Eylül ayında yaptıkları askeri faşist darbeyle birlikte de DİSK’i kapattılar. DİSK 1992’de yeniden açıldığında, düzenin kurucu partisi CHP’nin kontrolü altında yeniden yapılandırıldı.
Özetle DİSK, kuruluşu ve daha sonraki mücadele deneyimleri açısından Türk-İş ve Hak-İş’ten farklı olsa da, mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışını terk edeli uzun bir zaman olmuştur. Gerek sermayeye, gerek sermayenin devletine, gerek sermaye hükümetlerine, gerekse de bugün iktidarda olan faşist rejime karşı yapması gerekenleri yapmamasının ve sürekli kan kaybetmesinin nedeni de budur. DİSK, CHP’nin ve CHP’li belediyelerin işçi sınıfına ve belediye işçilerine saldırılarına karşı açık bir mücadele yürütmekten de uzak duruyor. Son olarak, DİSK’in tepe bürokratları ve bağlı diğer sendikaların tepesindeki bürokratlar, CHP’li Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın belediye işçilerinin grevini kırmak için yürüttüğü açık saldırılara karşı susup beklemeyi tercih etti.
Türkiye işçi sınıfının bu denli örgütsüz hale getirilmesi ve sendikaların bu denli onun öz örgütleri olmaktan çıkarılmış durumda olması sayesinde burjuvazi sınıfa yönelik saldırılarını istediği ölçüde ilerletebilmekte, emekçi kesimleri de birbirine düşürebilmektedir. Bunun önüne geçebilmenin tek yolu örgütlenmekten ve sendikaları mücadeleci sınıf örgütleri haline getirmekten geçmektedir.

link: Soner Güven, İzmir Belediye İşçilerinin Grevinin Açığa Çıkardıkları, 12 Haziran 2025, https://marksist.net/node/8529