Ek | Boyut |
---|---|
UDEUDA.pdf | 2.24 MB |
Giriş
Kemalizm, Osmanlı imparatorluğundan artakalan coğrafyada tek bir etnisiteyi esas alan ve diğerlerini inkâr eden bir ulus-devletin (TC) kuruluş ideolojisidir. Bu resmi devlet ideolojisi, Türklük temelinde kurulan ulus-devletin kuruluş gerekçesini oluşturmak ve savunmak üzere sonradan üretilmiştir. Sınıfsal niteliği bakımından kuşkusuz bir burjuva ideolojisidir Kemalizm. Fakat bizzat burjuvazi tarafından değil, Osmanlı’nın despotik devlet geleneği içinde yetişmiş bürokratik elitler tarafından üretilmiştir. Milli Mücadele’ye askeri ve siyasi yönden önderlik eden ve bu süreçte iktidar mekanizmaları üzerinde ideolojik-siyasal hâkimiyetlerini kurmuş olan bürokratik elitler, cumhuriyetin kuruluşundan sonra da bu hâkimiyetlerini yıllarca sürdürmeyi başardılar. Cumhuriyetin ilanından iki ay önce kurulan CHP de bu ideolojik-siyasal hegemonyanın bir aracı olarak işlev gördü cumhuriyet rejiminde. 27 yıl boyunca iktidar tekelini elinde bulunduran CHP, bu süre zarfında resmi devlet partisi olmanın tüm gereklerini “lâyıkıyla” yerine getirerek, Kemalist ideolojinin siyasal erk mekanizmaları üzerindeki hegemonyasını iyice perçinledi.
Dümeni Kemalist bürokrasinin elinde olan bu cumhuriyet gemisinin rotasını, kaptan köşkündeki M. Kemal’in kendi yöntemleriyle çizdiği bilinmektedir. Bu rota, “Batılılaşma, muasır medeniyetler seviyesine yükselme”, yani modern kapitalist bir ülke olma yönünde çizilmişti. Ama rotayı modernleşme yönünde çizenler sonunda yalnızca kendilerini modernleştirebildiler. Toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi halk kesimleri ise yaşamlarını yıllarca o eski dönemin ilkel koşulları içinde, yoksulluk ve yoksunluk çekerek sürdürmek zorunda kaldılar.
Rotası “Batılılaşma-kapitalistleşme” yönünde olan cumhuriyet gemisinin dümenini 27 yıl boyunca tek başına elinde tutan CHP, bu süre zarfında bir yandan Kemalist ideolojiyi devletin her kademesinde hâkim kılmaya çalışırken, diğer yandan da cumhuriyetin kurucu kadroları (bürokratik elit) ile “milli” denen Müslüman-Türk burjuvaziyi korporatif bir tarzda kendi bünyesinde kaynaştırmaya çalıştı. O dönemde “milli” burjuvazi de gelişmesini ancak bürokratik devletin koruyucu kanatları altında sürdürebileceğini gördüğü için, hem yönetici bürokratik elitle sıkı bir ittifaktan yana oldu hem de onun ideolojik-siyasal vesayetini itirazsız kabullenmiş göründü. Dolayısıyla, oluşturulan bu “milli iktidar” bloku içinde liderlik ve hegemonya da uzun yıllar boyunca hep kurucu bürokrasinin elinde kaldı. Bürokrasinin liderlik fonksiyonu, bir resmi devlet partisi olarak örgütlenmiş CHP’de tecessüm ediyordu kuşkusuz.
Devletle özdeşleşen CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemindeki (1925-1945) yapısına ve ideolojik-siyasal işlevlerine baktığımızda, bu partinin tıpkı o yıllarda Almanya ve İtalya’da kurulan korporatif faşist partilerinkine benzer işlevlere sahip olduğunu görüyoruz. Yani her bakımdan kendi zamanının ruhunu yansıtan bir partiydi CHP. Zamanın ruhunu belirleyen tarihsel etkenler ise, başta dünya kapitalizminin 1930’lu yıllarda derinleşen ekonomik krizi, yaklaşmakta olan emperyalist savaş ve bununla bağlantılı olarak milliyetçiliğin, ırkçılığın ve faşizmin burjuva iktidarlar tarafından her yerde tırmandırılmış olmasıydı.
Türkiye’de kurucu bürokrasi ile burjuvazi arasında oluşturulan “milli” korporatif birliktelik, o yıllarda “tüm ulusun birliği” gibi lanse ediliyordu halka. Gene aynı şekilde, gerçekte bir sınıf devleti olan bürokrat-burjuva devlet (TC) de “tüm ulusun çıkarlarını temsil eden sınıflar üstü bir devlet” olarak takdim ediliyordu “vatandaşlara”. Oysa bu resmi söylemlerin gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktu tabii ki. Nitekim bu otoriter bürokrat-burjuva iktidar yapılanmasına karşı toplumda hoşnutsuzluk ve homurtular yükselmeye başlayınca, salt ideolojik manipülasyonlarla işi idare edemeyeceğini anlayan Kemalist iktidar, hem baskıcı önlemleri arttıracak, hem de otoriter yönetimini kalıcılaştırmak için “hukuki” kılıflar hazırlamaya koyulacaktı. 1925 yılı bu anlamda önemli bir dönemeç noktasıdır TC’nin tarihinde. Çünkü 1925 yılı, bürokrat-burjuva iktidarın tüm muhaliflerini ve muhalefet potansiyeli taşıyan tüm sosyal ve siyasal eğilimleri baskıyla, zorbalıkla etkisiz hale getirerek, arzuladığı otoriter yönetime ulaştığı yıl olacaktı. Bu dönemde otoriter bir iktidar yapılanmasına yönelen Kemalist iktidarın öne sürdüğü temel gerekçe “Kürt ayaklanması” idi.
1925 yılı Kürdistan’da cumhuriyet döneminin ilk ayaklanmasının (Şeyh Said ayaklanması) başladığı yıldır. Bu olay üzerine başbakan İsmet Paşa (İnönü) Meclis’e bir kanun teklifi (Takrir-i Sükûn Kanunu) sundu. Hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bir kanun teklifiydi bu. M. Kemal’in direktifiyle hazırlanmış olan bu kanun teklifi, 4 Mart 1925 tarihinde Meclis’te onaylanarak kabul edildi. Bu kanun “gerici, isyancı ve ülkenin sosyal düzeni ile huzur ve sükûnunu, güvenlik ve asayişini bozan ya da bozmaya yeltenen” diye tanımladığı tüm eylemleri ve bununla bağlantılı gördüğü tüm kuruluşları, yayın faaliyetlerini vb. mutlak yasaklama yetkisi veriyordu hükümete. Kanun ayrıca bu tür girişimlerde bulunanların İstiklâl Mahkemelerinde yargılanmasını öngörüyordu. Bunun yanı sıra, Hıyanet-i Vataniye Kanununa da bir madde eklenerek, dinin siyasete alet edilmesinin “vatana ihanet” suçu sayılmasını ve bu suçu işleyenlerin idamla cezalandırılmasını hükme bağlıyordu. İnönü hükümeti, Şeyh Said’in liderliğindeki Kürt ayaklanmasını iki ay içinde bastırdı. Fakat her iki taraf da bu çatışmada büyük kayıplar verdi. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Kürt isyancılar ağır cezalara çarptırıldılar ve içlerinden 49’u idam edildi.
Kürdistan’da yaşanan olayları fırsat bilen CHP hükümeti, o dönemde yeni kurulmuş olan muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF), Takrir-i Sükûn kanununa dayanarak 3 Haziran 1925’te kapattı. Kapatma gerekçesi, bu partinin Şeyh Said isyanına destek verdiği ve gericiliği kışkırttığı iddiasıydı. Oysa TCF’nin kurucuları M. Kemal’in silah arkadaşlarıydılar ve M. Kemal gibi onlar da Milli Mücadele’nin önder kadrosu içinde yer almış şahsiyetlerdi (Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy vb. gibi). Yani “isyana destek” iddiası, uydurma ve haddinden fazla gülünç bir iddia idi. Asıl sebep ise başkaydı. TCF çoğulculuğu savunuyor ve M. Kemal’in otoriter tek adam yönetimine karşı Meclis’te açık bir muhalefet yürütüyordu. Bu da tabii M. Kemal’in katlanamayacağı bir şeydi ve kendisine muhalefet eden eski silah arkadaşlarının bir an önce siyasetten tasfiye edilmesini istiyordu. Nitekim M. Kemal’in bu arzusu kısa bir süre sonra gerçekleşmiş ve Cumhuriyet tarihinde liberal görüşlerle ortaya çıkan ilk siyasal parti olan TCF de ancak yedi ay yaşayabilmişti Kemalist cumhuriyet rejiminde. Kapatılan TCF’nin önde gelen üyeleri, M. Kemal’e düzenlenen suikast girişimine karıştıkları iddiası ile İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandılar ve partinin bir kısım yöneticileri suçlu bulunarak ölüm ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Beraat edenler ise siyasetten tamamen uzaklaştırıldılar.
Ama Kemalist iktidarın bu tasfiyeci uygulamaları TCF ile de sınırlı kalmadı. Bir süre sonra, sol eğilimli yayınlara ve o dönemde işçi sınıfının tek siyasal örgütü olan illegal TKP’ye karşı da genel bir saldırı başlattı CHP iktidarı. TKP’nin yöneticileri ve üyeleri oldukları gerekçesiyle 38 kişi tutuklandı ve Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Aralarında Şefik Hüsnü Değmer, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı gibi parti yöneticilerinin de bulunduğu pek çok parti üyesi ağır hapis cezalarına çarptırıldılar.
Kürt ayaklanmasını bahane ederek olağanüstü baskıcı, otoriter bir rejimin yolunu döşeyen M. Kemal liderliğindeki CHP iktidarı, kendisine muhalefet eden ve muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm odakları dağıttıktan sonra, hem Meclis’te hem de toplum üzerinde kendi iktidar tekelini kurmayı başardı. Cumhuriyeti “koruma ve kollama” görevinin ve devleti yönetme yetkisinin yalnızca kendi tekelinde kalmasını amaç edinmiş olan Kemalist bürokrasi, bu amacına ulaşabilmek için sistemli bir siyasal tasfiye hareketi yürüttü. Nitekim sırf bu gayeyle, yani CHP iktidarına karşı halk içinde gelişen muhalefetin boyutlarını ölçmek için, bizzat M. Kemal’in emriyle Serbest Fırka adında ve liberal görünümlü yeni bir parti kurdurulmuştu 1930 yılında. Fakat bu partiye karşı halk kitlelerinde büyük bir ilginin ve sempatinin geliştiğini gören M. Kemal, bu partinin de derhal kapatılması emrini verecekti. Durum anlaşılmıştı! Hiçbir partinin kurulmasına ve CHP iktidarına karşı muhalefet yürütebilecek hiçbir odağın yaşamasına asla izin verilmeyecekti! Kemalist bürokrasinin genetik kodlarına işlemiş olan bu siyasal anlayış, sonuçta Türkiye’de sol ve sosyalist düşüncelerin yayılmasını engellediği gibi, Batı tipinde bir burjuva demokrasisinin ve çok partili siyasal rejimin işlerlik kazanmasını da uzun yıllar boyunca engelleyecekti.
CHP’nin tek parti diktatörlüğü altında geçen 1930’lu ve 40’lı yıllar, serbest tartışma ve eleştiri ortamının kalmadığı ve başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere, Kürt halkının, dindarların, azınlıkların sürekli baskı altında tutulduğu yıllar oldu. Kemalist rejim bu yıllarda kendisine muhalefet eden örgütlü iki siyasal hareketi (komünist hareket ve Kürt ulusal hareketi) özellikle düşman belledi ve bu hareketlerin gelişmesini engellemek için her türlü baskı ve yıldırma politikasına başvurmaktan ve bu amaçla çeşitli provokasyon ve komplolar düzenlemekten geri durmadı. TC’nin (burjuva devletin) yıllardan beri süregelen anti-komünist ve anti-Kürt politikalarının ideolojik zemini de esasen bu tek parti (CHP) diktatörlüğü döneminde döşendi.
Tek parti diktatörlüğü döneminde Kemalist bürokrasinin üstlendiği misyonların başında “devleti yüceltme” misyonu geliyordu tabii ki! Kemalizmin “makbul vatandaş” tanımı da bu “devleti yüceltme” anlayışına göre biçimlenmişti: “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalan, devletini sevip sayıp, yücelten ve onun buyruklarına koşulsuz itaat eden” makbul vatandaştı! Bunun dışında bir zihniyete sahip olanlar ise makbul vatandaş değildi devlet nezdinde. Cumhuriyetin hukuk sistemi de buna göre işliyordu haliyle! Kemalist devletin biçimlendirdiği hukuk, devlet karşısında vatandaşı koruyan ve onun haklarını güvence altına alan bir hukuk değil, her halükârda devletin çıkarlarını önceleyen, hatta devletin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve bu bakımdan da vatandaşın devlet tarafından ezilmesine cevaz veren bir “hukuk” idi.
İÇİNDEKİLER
Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP /1
1990’lı yıllarda dünyada yaşanan gelişmeler
Türkiye kapitalizminin yapısal krizi ve büyük sermayenin emperyalistleşme ihtiyacı
AKP’nin iktidara gelişine Kemalist bürokrasinin ve ulusalcı solun canhıraş tepkisi
Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP /2
AKP’nin tercihlerini dinciliği değil kapitalistliği belirler
Emperyalistleşen Türkiye’nin partisi AKP
TC’yi büyük devlet yapmaya soyunan Erdoğan ve ekibinin zihniyet dünyası
Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP /3
Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP burjuvazisi
Kapitalizmin dünyasal krizi ve sol liberallerin hülyaları
link: Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP, 27 Kasım 2012, https://marksist.net/node/8083