AKP son dönemde Kürt hareketini bastırmayı ve yalnızlaştırmayı hedefleyen ağır bir baskı kampanyası yürütüyor. Özellikle hareketin kadrolarının “KCK üyesi olmak” suçlamasıyla hedef tahtasına konduğu bir süreç yaşanıyor. Hedef tahtasında olan yalnızca doğrudan Kürt hareketi değil. Başta sosyalistler olmak üzere Kürt halkının haklı davasına destek veren diğer tüm kesimler de benzer biçimde tehdit altında. KCK operasyonları olarak adlandırılan polis baskınları ve tutuklama dalgasından demokrat aydınlar da nasiplerini alıyorlar. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu gibi aydınların tutuklanması bu süreçte ciddi bir aşamayı işaret ediyor.
Son olarak da bu baskı dalgası Öcalan’ın avukatlarını hedef aldı. Avukatlara yöneltilen temel suçlama Öcalan’ın mesajlarını Kandil’e iletmek. Oysa bunu bizzat yapan, hükümetin kontrolündeki devlet birimleri idi. Devlet ve PKK arasındaki görüşmelere ilişkin geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan belgeler bunu açıkça gösteriyor. Devlet kendi yaptığı şeyi utanmaz ve ikiyüzlüce suç sıfatıyla başkalarının üzerine atıyor.
Böylece daha Ramazan günlerinde sözü edilen binlerce kişilik listenin adım adım hayata geçirildiği görülüyor. Hükümet yalakası kimi medya kalemlerine göre bu listenin daha devamı da var ve yeni tutuklamalar kapıda. Bu polisiye baskı dalgasına elbette ağır bir ideolojik sindirme kampanyası eşlik ediyor. Başta hükümetin ve Gülen cemaatinin medya organları olmak üzere burjuva medyanın neredeyse tamamı arsız bir yalan, dezenformasyon, çarpıtma operasyonu yürütüyorlar. Haklı ile haksız arasındaki temel ayrımın tümüyle karartıldığı bir ortamda, bir yazarın da dikkat çektiği gibi, Kürt hareketine sövme konusunda adeta tüm medyayı saran koca bir kompozisyon yarışması var. Dizginlerinden boşanmış tam bir ilkesizlik ve pişkinlik hali yaşanıyor. Medyanın sayısı kabarık onursuz kalemleri gerdan kırıp göz süzerek devlete hizmet aşkına kapılmış durumda.
Değişik gazetelerde yer alan haber kılığındaki kara propaganda metinleri neredeyse satırı satırına aynı kalemden çıkmış gibi. Medya polis ve savcılığın bir alt şubesi olarak çalışıyor ve bu birimlerden aldığı metinleri neredeyse hiç dokunmadan yayınlıyor.
Yine de tüm bunlar hükümet için yeterli olamıyor. Burjuva medyadaki tek tük çatlak sese bile tahammül edemiyor hükümet. Nitekim geçenlerde bu konudaki rahatsızlığını bir kez daha kusan başbakan, KCK operasyonlarını eleştiren bazı liberal yazarlara “kendinizi gözden geçirin” diyerek gözdağı vermeyi ihmal etmedi. Şoven burjuva medyanın tüm gayretkeşliğine rağmen başbakandan takdirname yerine “tekdirname” alması kara mizah filmlerine özgü bir ironi olsa gerek. İşin aslı, açıktan verilen sayısız mesajla yetinmeyen hükümet doğrudan kendisinin sesi olmayan medyayı da akorda getirmek için zaten bir toplantı düzenlemişti. Devletlerine daha iyi nasıl hizmet edebileceklerini öğrenmek için okul çocuğu heyecanıyla toplantıya koşturan genel yayın yönetmenleri, esas duruş gösterirken ne gibi hatalar yaptıklarını öğrenmek için sordukları sorularla otosansür tarihine yeni katkılar yaptılar.
Bu hazin ve de vahim tablo hiç kuşkusuz bir gülmeceden fazlasına işaret ediyor. Marksist Tutum sayfalarında evvelce de dikkat çekildiği üzere, işçi sınıfı ve Kürt halkı üzerinde baskıların arttığı yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. O nedenle bu dönemin niteliğini bir kez daha vurgulamak, sapla samanı karıştırmamak ve net bir bakış açısı ortaya koymak önem taşıyor.
Kürt sorunu
AKP’nin (ve onunla koalisyon halindeki Gülen cemaatinin) sistemli bir baskı politikasına yönelmesinin dolaysız nedenini Kürt sorununu çözme konusundaki aczi oluşturuyor. Bu noktanın altı kalın biçimde çizilmelidir. Kürt sorununun derinliği ve ağırlığı karşısında kendinden öncekiler gibi havlu atan bir burjuva hükümet daha kendisini baskı politikalarının cazibesine kaptırmış durumdadır.
Ancak bu baskı politikalarının altında aynı zamanda çok daha derin ve kapsamlı süreçler yattığını da gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu bağlamda Arap ve Ortadoğu coğrafyasında patlak veren yeni isyan ve değişim süreci tayin edici niteliktedir.
İsyan dalgasının Suriye’ye sıçraması egemenler katında alarm zillerinin çalması anlamına gelmiştir. Çünkü bu süreç bir yandan Suriye Kürdistanı’nda Irak Kürdistanı’ndakine benzer bir kalkışma ve devletleşme sürecini doğurma potansiyeli taşımaktadır. Öte yandan, bölgedeki halk isyanlarına dönük dünya genelindeki sempatinin yarattığı özel meşruiyet temelinde Türkiye’de de Kürt halkının benzer bir aktif kitle isyanı sürecine girmesini beraberinde getirebilecek dinamikleri güçlendirmektedir. TC egemenlerinin Suriye konusunda kardeşlik ve bahar rüzgârları havasından çok hızlı biçimde kaba bir saldırganlık tutumuna geçmesi bu temeldeki korku ve telâşın bir ifadesidir.
Türkiye’deki Kürt hareketinin tüm baskı ve engellemelere rağmen seçimlerde elde ettiği başarıyı da hesaba katan TC egemenleri, umduklarını bulamamanın öfkesi ve telâşı içinde bir kitlesel sindirme politikasına geçmekte gecikmediler. Yukarıda belirtilen etmenler açık biçimde Kürt hareketinin lehine bir durum yaratmaktaydı ve egemenler açısından bu havanın kırılması mutlak bir zorunluluk haline gelmişti. Aksi takdirde Kürt hareketine dayatmaya çalıştıkları güdük “çözüm”ün işlemesi mümkün olmayacaktı. Bu nedenle genel olarak eli güçlenen Kürt hareketinin geriletilmesi gerekiyordu. Bugün yaşanan baskı dalgası dolaysız anlamda buradan güdülenmektedir.
Ortadoğu’daki kaynama ve bölgeye ABD emperyalizminin yeni bir şekil verme süreci kısa vadede sonlanmayacaktır. Bununla bağlantılı olarak TC egemenlerinin de bu süreçte girişmek istedikleri emperyalist maceraların önündeki olası her türlü muhalefeti bastırmak istedikleri açıktır. Bu yeni baskı döneminin kısa sürede sona ermeyeceğini görmek önem taşıyor. Düzene karşı mücadele veren devrimciler bu gerçeği ısrarla vurgulamak durumundadırlar.
Dünya çapında otoriterleşme ve gericilik eğilimi
Öte yandan tüm bu sürecin aynı zamanda kapitalizmin dünya çapındaki derin bunalımının ve buna eşlik eden emperyalist hegemonya savaşının genel bağlamı içinde cereyan ettiğini unutmamak gerekiyor. Kapitalist kriz ve emperyalist savaş süreci dünya çapında genel bir otoriterleşme ve gericilik dalgası doğurmaktadır. Dünya genelinde egemen burjuvazi hem ekonomik-sosyal haklara saldırıyor ve bu noktada geniş işçi sınıfı kitlelerini daha zor yaşam koşullarına itiyor, hem de bu kitlelerin saldırılara karşı mücadelesini önlemek ya da etkisizleştirmek için politik baskı mekanizmalarını pekiştiriyor. Terör bahanesi altında hemen tüm ülkelerde özgürlükler kısıtlanıyor, yeni baskı yasaları çıkıyor ve düzene muhalif hareketlerin kriminalize edilmesi yönünde güçlü bir süreç işletiliyor.
Yakın zamanda Associated Press tarafından yapılan uluslararası bir araştırma, yetersiz olmakla birlikte, buna ilişkin bazı anlamlı veriler ortaya koymuş durumda. Dünya nüfusunun %70’ini kapsayan 66 ülkede yapılan bu araştırmaya göre, 2001’den bu yana bu ülkelerde 119 bin kişi “terör eylemi” şüphelisi olarak tutuklanmış ve 35 bini “terörist” olarak hüküm giymiş. Üstelik bu sayıların hem bilgi alınamayan birçok ülkenin varlığı, hem de bilgi alınan ülkelerin tam doğru verileri sunmasının pek olası olmaması nedeniyle son derece eksik sayılar olduğu malûm. Araştırma 11 Eylül’den bu yana tüm dünyada terör karşıtı yasaların sertleştirildiğini ve bu çerçevede yapılan tutuklamaların önceki döneme göre belirgin biçimde arttığını açıkça tespit ediyor. Otoriterleşmeyi somutlayan bu gibi olguların yanı sıra, burjuva demokrasisinin en gelişkin olduğu ülkeler başta olmak üzere ırkçı ve göçmen düşmanı akımların güçlendiği de bir başka açık gerçek. Göçmenlere yönelik olarak hem doğrudan devlet baskısı hem de bu akımların baskı ve saldırıları artıyor. İdeolojik planda bu ırkçılık kendisini en çok İslam düşmanlığı (İslamofobi) biçiminde gösteriyor. Müslümanlar aşağılanıyor ve dışlanıyorlar.
Esasen şu an dünyanın genel bir emperyalist savaş süreci içinde olması kendi başına bir otoriterleşme ve gericilik kaynağı. Sadece son on yıl içinde milyonlarca insanın bu savaş sürecinde canını yitirmiş olması, keza milyonların açlık, yoksulluk ve mahrumiyete mahkûm hale gelmesi bu genel gericilik eğilimini çarpıcı biçimde özetliyor. Öte yandan savaşlar her zaman olduğu gibi otoriter önlemlerin en temel bahanesidir. O yüzden “terör” sorunu savaş kavramı eşliğinde ele alınmakta ve “terörle savaş” genel bir ifade kalıbı haline gelmektedir. Bilindiği gibi, bir ülke savaştaysa orada özgürlüklerin kısıtlanması normal karşılanmaya ve özgürlük talepleri de lüks olarak görülmeye başlanır.
Tüm bunlara son günlerde kendisini gösteren bir başka olguyu da eklemek mümkün. Kapitalist krizin görece ağır biçimde seyrettiği Yunanistan ve İtalya’da seçilmiş hükümetlerin yerini, seçilmemiş teknokratlardan oluşan hükümetler almış durumda. Bunun burjuva demokrasisinin sınırları dışına doğru bir taşma, bir otoriterleşme biçimi olduğu açıktır.
Yeni yetme egemenlerin iktidar sarhoşluğu
AKP’nin baskıcı politikalara hız vermesinin bir yüzünde de, artık iktidarın merkezine yerleşmiş ve ipleri büyük oranda eline almış olması gerçeği yer almaktadır. Türkiye’de egemen sınıf içinde uzun süredir devam eden çatışma kesin olarak sona ermemişse de, AKP cenahının ağır bastığı yeni bir denge oluşmuş durumdadır. 12 Eylül anayasa değişikliği referandumu, 12 Haziran seçimleri ve Ağustos ayındaki son YAŞ süreci ile birlikte AKP üst yargıyı önemli ölçüde eline geçirmiş, siyasi gücünü pekiştirmiş ve askeri bürokrasiyi de zapturapt altına almıştır. İçine pek sızılamamışsa da, ordunun eli kolu yine de önemli ölçüde bağlanmıştır. Dolayısıyla bir ölçüde parçalı ya da topal iktidar hali genel anlamda son bulmuştur. Şimdi AKP (Gülen cemaatiyle birlikte) “âlemin efendisi” konumundadır.
Bu bağlamda, onun, özel durumu nedeniyle sahip olduğu kısmi demokratik barut bitmiştir. Bu kısmi demokratik barut esasen askeri-bürokratik vesayetin aktif varlığı temelinde mevcut idi. Bu vesayetin belinin esas itibariyle kırılmış olması bu barutun da bitmesi anlamına gelmektedir. Türkiye’deki demokrasi sorununun bir yönünü oluşturan bu vesayet sisteminin tasfiyesi hiç şüphesiz önemsiz değildir. Bir aşamadır. Ancak demokrasi sorununun bundan ibaret olmadığı da bir sır değildir. Bıraktık bunun işçi sınıfı açısından yetersiz olmasını, liberaller bile bunu yeterli bulmuyorlar.
Nitekim AKP’nin demokratik barutunun tükenmesi ve baskıcılığının mazeret bulunamayacak ölçüde ve sistemli biçimde artması liberal yazarların da giderek tepkisini çekmeye başladı. KCK operasyonlarının Zarakolu ve Ersanlı’ya kadar uzanması bu kesimdeki kaygı ve tepkileri daha da arttırdı. AKP’nin statükocu yapıyı kırmasını desteklemiş olan söz konusu yazarlar, birbiri ardına hükümete yönelik eleştiriler ve uyarılar yapıyorlar. Örneğin Hasan Cemal, Erdoğan’ın “O arkadaşların KCK konusunda kendilerini gözden geçirmeleri lazım” yollu tehdidine cevaben yazdığı yazıya “Emrin olur sayın Başbakan” başlığını verdi. Yazıda “güç şımarıklığı”ndan, “iktidar yozlaşması”ndan, “muhafazakâr otoriterleşme”den söz etti. Benzer nitelikte değinmeler Cengiz Çandar gibi isimlerden tutun, hükümet ve cemaat borazanı olarak çalışan gazetelerde yazan Ali Bayramoğlu ve Şahin Alpay gibi kalemlerden de geldi.
Bu arada hükümet yalakası ve muhafazakâr kalemşorlar da boş durmayıp liberalleri hizaya çekmeye uğraşıyorlar. Örneğin Gülen cemaatinin basındaki başlıca sözcüsü konumundaki Hüseyin Gülerce artık “liberallerle bir yol ayrımı”na gelindiğini yazdı. Diğer bazıları da liberallerin AKP’yi “tuzağa düşürmeye” çalıştığını ve hükümetin bunların taleplerini zinhar dikkate almaması gerektiğini yazıyorlar.
AKP’nin (ve Gülen cemaatinin) yeni ulaştığı iktidar konumuyla liberallere eskisi kadar ihtiyaç duymadığı açık. Liberaller ayrıcalıklı asker-sivil bürokrasiye ve onların genel ideolojisi olan Kemalizme karşı yürütülen yıpratma savaşının öncü kolu olarak işlev görmekteydiler. Bürokrasinin geleneksel mevzileri büyük oranda fethedilince, meşruiyet açısından arkasına saklanılan bu öncü kola duyulan ihtiyaç eskisi kadar yoğun olmayacaktır. Ancak, liberal eğilim her ne kadar Türkiye’de güçlü bir maddi tabana dayanmıyorsa da entelektüel bir basınç odağı oluşturmakta. Tam da bu nedenle olsa gerek, Erdoğan bunları tümüyle dikkate almazlık edemiyor ve KCK operasyonlarını eleştiren bu kesimlerin üzerine yükleniyor ve onları eleştirel değerlendirmelerinden vazgeçmeye zorluyor.
Liberaller ve muhafazakârlar arasındaki bu çatlak ne ölçüde derinleşeceğini ve muhafazakârların liberal kalkandan yoksun kalmasıyla sonuçlanıp sonuçlanmayacağını bilemeyiz. Şu aşamada önemli olan, bu çatlağın AKP’nin iktidarın merkezine yerleşmesi ve kısmi demokratik barutunun bitmesinin bir sonucu olduğunu tespit etmektir. Her halükarda bu süreç, demokratik kültür ve değerler açısından Kemalistlerden pek de farklı olmayan muhafazakârların liberal maskelerinin düşmesine katkıda bulunması ve politik netleşme açısından hayırlı bir gelişmedir.
AKP’nin ve onun etrafında kümelenmiş güçlerin artık “askeri vesayet” ve “darbe tehdidi” gibi bahanelerinin kalmaması politik arenanın netleşmesi ve AKP’nin baskıcı niteliğinin emekçi kitlelerce görülmesine daha uygun bir zemin yaratması bakımından önemlidir. AKP artık kitleleri kandırmak açısından önemli bir araçtan yoksundur.
“Dinci gericilik”, “İslamcı faşizm” vs.
AKP’nin yürüttüğü baskı politikalarının hangi dinamikler üzerinde yükseldiğini yukarıda ortaya koymuş bulunuyoruz. Bunlar tespit ve analiz edilmesi zor olan şeyler değildir. Bununla birlikte Kemalistler ve sosyalist solun bir kesimi son dönemde artan baskıların AKP’nin “dinci gericiliğinin”, “İslami faşizminin” vb. sonucu olduğu düşüncesini işliyorlar. Oysa artan baskıların AKP’nin sözde İslamcılığı ya da “dinci gericiliği” ile ilgisi bulunmamaktadır. Esasen, dünya çapında burjuva düzenin otoriterleşme eğilimleriyle paralel biçimde, Türkiye somutunda Ortadoğu süreçleri ve Kürt sorununun iç/dış veçheleriyle ilişkili bir süreçtir söz konusu olan. Hal böyleyken “İslami faşizmden” ya da “dinci gericilikten” dem vurmak ciddiyetle bağdaşmamaktadır. Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi, işçi sınıfının AKP’ye ve onun baskıcılığına karşı mücadele etmek için Kemalist ve Stalinist önyargılardan beslenen zorlama politik argüman ve tutumlara ihtiyacı yoktur. Bu tür bir arayış içinde olanlar, tüm iddialarına rağmen, gerçekte yalnızca Marksizmin dışına, küçük-burjuva sosyalizminin alanına düştüklerini ortaya koymaktadırlar.
Söz konusu çevreler AKP’nin baskıcılığını sanki Türkiye’de geçmişten nitelik olarak çok farklı, çok özel bir baskıcılık olarak göstermeye çabalıyorlar. Oysa bunun Türkiye koşullarında ortalama bir sağ burjuva partinin baskıcılığından nitelik olarak ayrışan bir yanı yoktur. AKP Batı’daki Hıristiyan-demokrat partilerin ya da ABD’deki Cumhuriyetçi Parti’nin Müslüman Türkiye koşullarındaki bir karşılığı gibidir. Böyle bir partiyi faşizm ya da şeriat özlemi içinde bir parti gibi sunmak yanıltıcıdır. Marksistler bu tür nitelemeler konusunda ciddi olmak zorundadırlar. Türkiye’de şu aşamada bir olağanüstü burjuva rejimin varlığından söz edilemez. Baskılar olağan burjuva parlamenter rejim çerçevesinde artmaktadır.
Bu baskılar AKP olmasaydı da düzen muhaliflerinin yaşamaya devam edecekleri baskılardır. Kapitalizmin genel yapısı ve Türkiye’deki hâkim politik gelenekler bu baskı eğilimini üretmektedir ve bu baskıcı yapının bir parçası olarak AKP de onun bir taşıyıcısıdır. Ancak AKP’nin iktidarını, söz gelimi Nazi partisinin iktidara gelişi gibi görmek bilimsel bir tahlil olamaz. AKP sadece bugünün Türkiye ve dünyasında iktidar olmuş ortalama sağcı bir burjuva partinin konumuna gelmiştir. Söz gelimi Kürt hareketini bastırmaya ve yalnızlaştırmaya dönük politikaların AKP öncesi dönemde olmadığını kim iddia edebilir?
Öte yandan, AKP’nin statükocu ve darbeci Kemalist güçlere yönelik hamle ve baskıları ile Kürtlere, işçilere ve sosyalistlere yönelik baskılarını aynı kefeye koymak bir başka sorunlu eğilimdir. Anılan burjuva kesimlere bir tür ilericilik vehmeden bir anlayışın sakat yaklaşımı söz konudur burada. Oysa devrimciler bu ayrımı kesin bir biçimde yapmalıdırlar. AKP her şeyi aynı çuvala koymaya çalışsa da, devrimciler buna ısrarla karşı durmalıdır. Bu baskıları aynı çerçeveye yerleştirmek, AKP ile aynı ipte dans etmektir ve bu devrimci sosyalistlerin işi olamaz. Sol maskeli kimi Ergenekoncular bunu yapmaya çalışarak arada Ergenekoncuları da mağdur ve mazlum konumuna sokmaya çalışıyorlar. Bu tuzağa asla düşülmemelidir.
İşçi sınıfı bu tür tuzaklara düşmeksizin AKP’ye ve onun artık ta göbeğinden temsil ettiği burjuva düzene karşı mücadele yürütmelidir. AKP mevcut dünya ve Türkiye şartlarında Kürt sorunu karşısında çareyi baskıları arttırmakta ve otoriterleşmekte gören bir burjuva iktidardır. Aynı iktidar işçi sınıfını da özellikle neoliberal saldırılar çerçevesinde hedef tahtasına koymuş bir iktidardır. Dahası bu iktidar neticede kardeş Suriye halkının canının yanacağı yeni emperyal maceralara soyunmuş vaziyettedir. Devrimci işçi sınıfının burjuva AKP iktidarına karşı mücadele etmek için çok sebebi vardır. Ama bu mücadele beyaz Türklerin küçük-burjuva önyargılarını okşayarak verilemez. Bu mücadele ancak proleter sınıf temelinde ve Marksist bir perspektifle verilebilir.
link: Levent Toprak, AKP Baskı Politikalarına Sarılıyor, Aralık 2011, https://marksist.net/node/2835
Depremin Kabarttığı Rant İştahı
Hopa Davası İçin Binler Ankara Adliyesi Önünde Toplandı