İsrail’in Gazze’ye giden yardım gemilerine saldırması, gerek Türkiye’de gerek dünya ölçeğinde içinden geçmekte olduğumuz süreçleri sembolize eden ve bu süreçler hakkında önemli ipuçları veren bir gelişmedir. Bu gelişme emperyalist yeniden paylaşım sürecinde gelinen noktayı ve bu çerçevede emperyalist sistemin hiyerarşisinde ciddi dönüşüm süreçlerinin yaşanmakta olduğunu çarpıcı biçimde gösterdiği gibi, Türkiye’de burjuvazinin iç çatışması bağlamında yeni ve kritik bir döneme girildiği gerçeğini de adeta tescil etmiştir.
Silahsız ve sivil nitelikteki yardım gemilerine yapılan bu saldırı İsrail devletinin Filistin sorunu bağlamında ezelden beri işlediği insanlık suçlarının basit bir tekrarı değildir. En dolaysız ve açık yönüyle bu saldırı, Türkiye’nin son dönemde hız kazanan emperyalist yükseliş sürecinin, AKP elinde kavuştuğu biçime karşı ABD ve İsrail’in verdiği sert bir ihtardır. İsrail ve ABD, AKP tarafından yürütüldüğü biçimiyle Türkiye’nin Ortadoğu politikalarının, bölgedeki emperyalist dengeler açısından bardağı taşırma noktasına geldiğini ve Türkiye’nin (ya da AKP’nin) ayağını denk alması gerektiğini kanlı bir mesajla ortaya koymuştur.
Bu saldırının ne ifade ettiği, altında yatan gerçek nedenlerin neler olduğu gibi hususlar konusunda doğru bir bakış açısına sahip olmak hayati önemdedir. Çünkü önümüzde işçi sınıfı ve bölge halkları açısından çok ciddi sonuçlara gebe bir durum şekillenmektedir. İşçi sınıfı her ne kadar içinde bulunduğu derin örgütsüzlük koşulları nedeniyle mevcut aşamada bu siyasal süreçlere kendi bağımsız sınıf çıkarları temelinde belirleyici bir müdahalede bulunamasa da, önümüzdeki süreçte bunun olabilmesi için temel halkayı oluşturan sınıf öncülerinin eğitimi açısından bu husus büyük önem taşımaktadır.
Sahibinin sesi burjuva medya bu olay vesilesiyle fazla mesai yaparak emekçi yığınların bilinçlerini bulandırmak ve gerçekleri gizlemek için dört bir koldan çalışıyor. Bir kesim, bu yaşananların Türkiye’nin “İslamcı bir rota”ya girerek “Batıdan kopmakta olduğunu” gösterdiğini savunarak, başta Arap halkları olmak üzere Ortadoğu ve Doğu halklarına karşı aşağılayıcı, düşmanlaştırıcı bir tutum izliyor. Diğer bir kesim ise, yaşananların Türkiye’nin gerçekten Filistin halkının acılarına son verme çabasının bir sonucu olduğu izlenimini yaratmaya çalışarak, Türkiye’nin çevresindeki ülkelere ağabeylik taslamasının ne de güzel bir şey olduğunu işlemek suretiyle aynı ulusal kibri kendi tarzında pompalıyor.
İsrail’in yardım filosuna kanlı saldırısıyla sonuçlanan gelişmeler, ne Türkiye’nin mazlum Filistin halkının acılarına gerçekten derman olmak gibi, ne de Türkiye’nin “Batıdan uzaklaşmak” ve “İslamcılaşmak” gibi olmayan niyetlerinin ürünüdür. Günümüzde Türkiye, bölge liderliğine soyunan alt-emperyalist bir ülke olarak, bu sıfatıyla yeni yükselen emperyalist güçlerden birisidir ve bu eğilim onu emperyalist-kapitalist sistemin hiyerarşik piramidinin üst tarafında yer alan 10-15 büyük ülkeden biri konumuna getirmiştir. Bu eğilimin doğal bir parçası emperyalist bir dış politika olduğundan, bugün Türkiye’nin dış politikası da tümüyle buna uygun bir değişim geçirmektedir. Ama emperyalist dış politika, buna soyunan güçler açısından büyük kazançlar vaat ettiği kadar, riskler ve çatışmalar da demektir. Hele de söz konusu olan emperyalist güç henüz bir alt-emperyalist güç konumundaysa. Emekçi kitleler açısındansa, bu politika, bir yandan başka ülkelerdeki işçilerin sömürüsünden düşebilecek kırıntılarla avutulma ve emperyalist günahlara suç ortağı edilme anlamına gelebileceği gibi, bir yandan da kan ve gözyaşı demektir.
Emperyalist yeniden paylaşım ve savaş süreci
İsrail’in esasen Türkiye’yi hedef alan saldırısı, temelde, son 20 yıldır uluslararası siyasetin asıl belirleyicisi olan çok daha büyük ölçekli bir olgunun, yani dünya ölçeğinde yaşanmakta olan emperyalist yeniden paylaşım ve savaş sürecinin bir ürünüdür. Dünyada böylesi bir emperyalist yeniden paylaşım süreci var olduğu için, yeryüzü üzerinde çatışma potansiyeli taşıyan irili ufaklı hemen her ihtilaf bu bağlama oturmakta ve büyük bir yangını tutuşturabilecek potansiyeli taşımaktadır. Dahası, bizzat bu yeniden paylaşım dinamiklerinin işlemesi dolayısıyla, yani bu dinamiklerin kışkırtmasıyla, dünyanın değişik yerlerinde gitgide daha fazla çatışmalı ihtilaf patlak vermektedir. Daha önce yaşanan Saddam’la Kuveyt arasındaki anlaşmazlık örneğinde olduğu gibi, Filistin sorunu, Bosna-Hersek’teki anlaşmazlıklar, iki yıl önce Rusya’nın Gürcistan’a saldırmasına yol açan Osetya sorunu, Kuzey Kore ile Güney Kore arasında yaşanan sürtüşmeler gibi birçok sorun, çok daha büyük yangınların ortaya çıkmasına elverişli bir zemin sunmaktadır. Geçmişteki emperyalist dünya savaşları öncesinde de bu tür sorunlar ve çatışmalar birikerek sonunda büyük yangına giden yolu döşemişlerdir. Bu nedenle dünyanın bir emperyalist yeniden paylaşım süreci içinde olduğu gerçeğini asla akıldan çıkarmamak, her fırsatta döne döne vurgulamak ve bu sürecin köşe taşlarını ortaya koymak gerekiyor.
Konumuz açısından burada odaklanılması gereken, Türkiye’nin de bir alt-emperyalist ülke konumuna gelmek suretiyle emperyalistleşmesini ve yeniden paylaşım sürecinin bir aktörü olmaya soyunmasını aydınlatmaktır. Marksist Tutum olarak Türkiye’nin bu yeni konumuna ilişkin tespit ve değerlendirmelerimiz solun geneline hâkim olan görüşe ters düştüğü için birçoklarına yadırgatıcı gelebilir. Ancak geleneksel solun bakış açısıyla gelişmeleri anlamak ve açıklamak mümkün değildir. O nedenle bu kesimler gelişmeleri anlamlandırmak ve açıklamakta büyük güçlük çekmekte, akla hayale gelmedik taklalar atmak zorunda kalmaktadırlar.
Bugünkü emperyalist yeniden paylaşım süreci, aynı daha öncekiler gibi, kapitalist güçler arasındaki güç dengelerinde yaşanan değişimin sonucunda başlamıştır. Emperyalist sistem içindeki eski denge durumu II. Emperyalist Dünya Savaşı sonundaki dengelere göre oluşturulmuştu. Ama bu dengenin zemini, önce yavaş yavaş ABD’nin dünya ekonomisi içindeki göreli ağırlığının Avrupa ve Japonya karşısında azalmasıyla erozyona uğramıştı. 1990 dönemecinde Stalinist SSCB’nin çöküşüyle birlikte ise hepten sarsılmıştı. İşte esasen bu noktadan itibaren, her bakımdan istikrarsızlıkla dolu bir emperyalist yeniden paylaşım kavgası süreci başladı. Eski düzen bozulmuş olduğu için o günlerin üzerinde en çok kalem oynatılan kavramı “Yeni Dünya Düzeni” idi. SSCB’nin çöküşüyle oluşan boşluğu bir fırsat olarak gören eski düzenin efendisi ABD, uzun dönemli göreli gerilemesini telafi etmek, önüne yeni rakiplerin çıkmasını engellemek ve emperyalist hiyerarşi içinde kendi otoritesini rakipsiz bir biçimde dayatmak için var gücüyle bastırmaya koyuldu.
Çok yönlü çabalarıyla ABD, 1990’lı yıllarda hem göreli ekonomik gerilemesini belli ölçülerde telafi etmeyi başardı, hem de askeri anlamda rakip tanımayacağını Irak ve Balkanlar’da güç gösterisi yaparak ortaya koydu. Ekonomik planda en büyük rakipler olarak öne çıkmış olan Avrupa ve Japonya bu 90’lı yıllarda ABD kadar bir dinamizm yakalayamadılar. Hatta Japonya ta bugüne kadar içinden çıkamamış olduğu uzun bir durgunluk sürecine girdi. Başlangıçta en büyük ve yakın rakip adayı olarak görünen ve esasen Alman dinamosu ekseninde birleşme yolunda ilerliyor izlenimi veren Avrupa’nın, bütünlüklü bir güç oluşturamayacağı ilerleyen yıllar içinde belirginleşti ve nihayet 2000’lerin ilk yarısında bu durum aşağı yukarı kesin bir hâl aldı. Nitekim AB bugün bırakın bir siyasi birlik teşkil etmeyi, mevcut sistem krizi altında iktisadi bir birlik anlamında bile ciddi bir bunalım geçirmektedir. Her halükârda AB bugün dünya arenasında yekpare bir siyasi güç anlamında etkisizdir.
Büyük bir iktisadi güç olan Japonya da, çeşitli dezavantajlarının belirleyiciliği altında, jeopolitik ve küresel bir güç olmaya doğru etkili bir sıçrama yapamadı. Aslında geçtiğimiz günlerde hüsranla sonuçlanan bir girişim de bunu çarpıcı biçimde gösteriyordu. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı bitiminden beri Okinawa’da bulunan Amerikan askeri üssünü kaldırma sözü vererek başbakanlık koltuğuna oturan zat, birkaç ay içinde “bunun mümkün olmadığını gördüm” diyerek istifa etti. Tüm çabalarına rağmen bugün dünya arenasında Japonya’nın siyasi ve askeri anlamda dişe dokunur bir etkisi bulunmamaktadır.
Fakat asıl dikkat çekici değişimler 2000’li yıllarda ortaya çıktı. Avrupa ve Japonya tıkanıklık, göreli gerileme ve etki azalması yaşarken, kapitalizm temelinde Rusya’nın yeniden ayağa kalkışı ve esas olarak da Çin’in dev adımlarla yükselişi söz konusu oldu. Ayrıca bu güçlerin yanı sıra Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler de sahneye çıkmaya başladılar. Öyle ki, en gelişmiş büyük emperyalist ekonomileri temsil eden G7 karşısında bu yeni yükselen güçleri ifade etmek üzere dile getirilen E7 son 10 yıl içinde 4 kat daha hızlı büyümüş ve G7’nin altıda biri düzeyinden üçte biri düzeyine ulaşmıştır.
Yani yeni güçler iktisadi planda açıkça güç kazanarak dünya ekonomisi içindeki paylarını arttırmakta, bunun yanı sıra özellikle jeopolitik konumlarının da uygun olması durumunda politik planda da etkilerini arttırmaktadırlar. Bu güçler dünya hakkında alınacak kararlarda daha fazla söz sahibi olmak istemekte ve bu da, henüz onları tatmin edici olmaktan uzak olsa da, belli ölçülerde gerçekleşmektedir. Örneğin bu ülkelerin bazılarının IMF’deki söz oranları az da olsa arttırılmıştır. Diğer taraftan dünyanın tepesindeki güçler olarak sembolleşen 8 ülkenin oluşturduğu G8’in yerini artık 19 ülke ve AB’den oluşan G20 almıştır.
Eskinin azgelişmiş ve bağımlı kimi ülkelerinin emperyalist güçler kümesine dâhil olacak düzeye yükselmeleri, küçük-burjuva sosyalizmine gönül vermiş solcular için anlaşılmaz olsa da, Marksistler için eşitsiz ve bileşik karakterdeki kapitalist gelişmenin doğal bir sonucudur. “Kapitalizmin emperyalist aşaması boyunca yalnızca en gelişkin kapitalist ülkelerde değil, diğer kapitalist ülkelerde de ekonomik sektörler çeşitlenir. Çeşitli ülkelerde farklı tarz ve hızlarda olmak üzere, pre-kapitalist üretim ilişkileri tasfiyeye uğrar ve kapitalist üretim ilişkileri gelişir. Bu değişimin neticesinde, vaktiyle kapitalist olup olmadığı bile tartışılan ülkelerde tekelci kapitalizm egemen hale gelebilir ve hatta bunların bir kısmı bir alt-emperyalist güç düzeyine yükselebilirler.” (Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos 2009)
Bunun emperyalist hiyerarşi bağlamında görünümüne de şöyle açıklık getirir Çağlı: “Zaman içinde iktisadi yapılanmada yer değiştirmeler olabilir, fakat hiyerarşi devam eder. Hiyerarşik sistemin alt kademelerinden üste doğru tırmanmalar, göze batan sıçramalı bir kapitalist gelişimle kendilerini dışa vururlar. Örneğin bir zamanlar az gelişmiş ülkeler basamağında anılan Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler, kaydettikleri sıçramalı gelişim neticesinde orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkeler arasına katılmışlardır. Değişim bu noktada da durmamış, bu ülkeler zamanla artık dünya ölçeğinde dikkate alınması gereken bölgesel güçler düzeyine yükselmişlerdir.” (Küreselleşme – Eşitsiz ve Bileşik Gelişme, Tarih Bilinci Yay., s.46)
Günümüzde yaşanan sürecin somutluğuna dönecek olursak, dikkat çekilmesi gereken bir başka önemli nokta daha bulunmaktadır. En büyük küresel emperyalist güç durumundaki ABD’nin izlediği politikaların ciddi bir tıkanıklığa ve tökezlemeye uğraması, bu yeni yükselen güçler açısından manevra olanaklarını arttırmıştır. Örneğin Irak’ta kısa sürede göz alıcı başarılar elde edip, aynı II. Emperyalist Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, dünyaya özgürlük, refah, demokrasi getirerek hayranlık uyandıran bir güç rolünü oynamakta başarılı olamamıştır. Bunu başarabilseydi, hiç duraksamadan başta İran olmak üzere “haydut devlet” olarak tanımladığı her ülkeye benzer biçimde saldırmasının önünde pek az engel kalacaktı. ABD’nin Irak’ta “batağa battığını”, zararlı çıktığını söylemek yanlıştır, ama istediğinden çok azını elde edebildiği de bir gerçektir. Hatta bazı noktalarda ciddi fiyaskolar olduğu açıktır. Örneğin Irak’ı örnek göstermek suretiyle İran’a yönelmek ne kelime, bizzat Irak içindeki gelişmelerde İran ciddi bir etki kazanmıştır. Bunun gibi daha başka hususlar saymak da mümkündür.
Aslında kısaca ifade etmek gerekirse, Amerikan egemen sınıfının en azından bir bölümünün 1990’lı yıllarda büyük bir hevesle çizdiği ve “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adını verdikleri yöneliş, saptanan hedeflere ulaşmak bakımından pek başarılı olamamıştır. Zaten Obama’nın egemen sınıf çevrelerinden başkanlık için adaylık vizesi alabilmesi, söz konusu gidişatla oluşan hasarı telafi etme düşüncesinin bir eseriydi. Zira bu politikalar bütün dünyada emekçi kitlelerin nefretini kazandığı gibi, ABD’de yığınların hoşnutsuzluğunun giderek artmasının etmenlerinden biri oldu.
Bu durum, zaten iktisadi planda güçlenerek görece daha bağımsız politikalar izlemenin nesnel temeline kavuşan yeni yükselen güçlerin, somutta da ellerine fırsatların geçmesi anlamına gelmiştir. Alt-emperyalist güçlerin daha bağımsız politikalar izlemelerinin doğal bir eğilim olduğunu Çağlı şöyle saptamıştı: “Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir.” (Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye)
Dolayısıyla yürümekte olan emperyalist savaş süreci boyutlanmakta ve salt büyük emperyalist güçler arası bir kapışma olmaktan çıkmaktadır. SSCB’nin çöküşü sonrası oluşan yeni ortamın yarattığı manevra olanakları sayesinde yeni yükselen emperyalist güçler de bu sürecin aktif parçası olmak istemekte ve bu yolda önlerine çıkan fırsat ve riskleri değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla, günümüzün özelliği, şartların geçmişe göre çok daha karmaşık, devredeki güçlerin sayısının çok daha fazla olmasıdır.
Türkiye’nin yeni konumu
Türkiyeli emekçilerin özellikle bilince çıkarması gereken nokta, Türkiye burjuvazisinin de, tarihsel ve coğrafi konumunun beraberinde getirdiği avantajlarla birlikte, emperyalist sistemin içinde yükselen yeni güçlerden birisi olduğudur. Türkiye, dünyanın 17. büyük ekonomisi konumuna gelmiş bir ülke olarak, hızla gelişen kapitalizminin ihtiyaçlarını ve daha fazla semirme iştahını tatmin etmek için, hanidir dünyanın dört bir köşesine koşturup yeni ilişkiler geliştirmeye çalışıyor. Ve bu temelde dünyanın dört bir yanına hızla artan oranda mal ve sermaye ihraç ediyor.
“Bir zamanların az gelişmiş kapitalist ülkesi Türkiye, 1960 sonrasında yaşanan sıçramalı kapitalist gelişme neticesinde orta derecede gelişkin kapitalist ülkeler arasına katılmıştır. ‘80 sonrasında ise, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri zapturapt altına alıp sermaye için adeta dikensiz gül bahçesi yaratan olağanüstü burjuva rejimler altında, dışa açılma yönünde hummalı bir yapısal değişim süreci yaşanmıştır. Bunun neticesinde, Türkiye orta gelişkin kapitalist ülkeler kategorisi içinde yukarılara tırmanmış ve bir alt-emperyalist ülke konumuna terfi etmiştir.” (Elif Çağlı, age)
Türkiye bir yandan, enerji havzalarının kesişim noktasında bulunması dolayısıyla, kendisini bir enerji yolu ve istasyonu konumuna getirmeye çalışmaktadır. Doğu’da Orta Asya ve Hazar’ın, Kuzey’de Rusya’nın ve Güney’de Ortadoğu’nun petrol ve doğalgaz kaynaklarının, esasen Batı pazarına geçişine köprü olmak istemekte ve bu uğurda büyük ölçekli birçok projenin içinde yer almaktadır. Diğer taraftan başta civar ülkeler olmak üzere birçok ülkeyle serbest ticaret ve ekonomik işbirliği anlaşmaları imzalayarak mal ve sermaye ihracı için engelsiz bölgeler yaratmak istemekte, hatta vizeleri de kaldırarak emeğin de serbest dolaşımı anlamına gelecek girişimlerde bulunmaktadır.
Tüm emperyalist güçler doğal olarak öncelikle kendi yakın çevrelerine ilgi gösterirler. ABD ta 19. yüzyılın sonlarında Monroe doktrini olarak anılan yaklaşımla tüm Amerika kıtasını resmen kendi arka bahçesi ilan etmişti. Günümüzde Almanya Avrupa’yı kendi çevresinde toplamaya ve yutmaya çalışmaktadır. Rusya, SSCB döneminden kalan çevre ülkeleri, doğal ve öncelikli nüfuz alanı olarak görmekte ve bunları Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) gibi yapılanmalar dâhil olmak üzere çeşitli yollarla kontrol altında tutmaya çalışmaktadır. Benzer şekilde Brezilya bugün Güney Amerika’nın ağabeyi konumuna yükselmeye çalışırken, Türkiye’nin de, geniş hinterlandıyla içinde bulunduğu ve zengin kaynakları olan Ortadoğu’nun lideri konumuna gelmeye çalışması son derece doğaldır.
Türkiye’nin bölgesel liderlik çabaları, aynı zamanda buna paralel olarak uzun vadede küresel bir güç konumuna çıkma çabaları anlamına gelmektedir. Nitekim AB kapısında adeta süründürülen Türkiye, Ortadoğu’nun liderliğine oynamak ve diğer alanlarda etkinliğini artırmak yoluyla AB içinde güçlü bir biçimde yer almanın hesabını yapmaktadır. Türkiye burjuvazisi, bugün dünya ölçeğinde yaşanan harmanlanma ve kaynaşma süreçlerinden, “geleceğin çok kutuplu dünyasında” başı çeken emperyalist güçlerinden biri olarak çıkmayı hayal etmektedir. Erdoğan’ın sık sık “cumhuriyetin yüzüncü yılında (2023) ilk 10 ülke arasına girme” hedefinden söz etmesi böylesi büyük emperyal hırslara işaret etmektedir.
Son yıllarda sıkça işitilen “komşularla sıfır sorun” politikası, Türkiye’nin, bulunduğu bölgenin lider gücü olabilmesi için zorunlu olan dış politika yönelişini ifade etmektedir. Bütün komşularıyla düşmanca ilişkiler içinde olan bir devletin bölgenin lideri olamayacağı açıktır. İktisaden çevresindeki ülkelerin her birinden daha güçlü olan Türkiye’nin, karşılıklı ekonomik ilişkiler arttığında, daha kazançlı ve baskın taraf olacağı açıktır. Yapılan onca serbest ticaret anlaşması ya da deklarasyonunun, ortak para kullanımı anlaşmasının vs. anlamı budur. Böylece bir nevi Almanya’nın Avrupa’da yapmaya çalıştığına benzer bir şeyi, kendi çapında kendi bölgesinde yapmaya çalışmaktadır. Yardım gemisi vakasından sonra yaşanan tartışmalar üzerine Erdoğan’ın “Bize soruyorlar sizin Ortadoğu’da, Filistin’de ne işiniz var diye. Ben de soruyorum: Amerika’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın Irak’ta, Afganistan’da ne işi var?” demesi, gerçek niyetin yani emperyalist arzuların apaçık bir beyanıdır.
Ancak dünya eski zamanların bakir dünyası değildir. Hele Ortadoğu hiç bakir değildir. Burada belli bir güç boşluğu oluşmuş olmakla birlikte burayı doldurmaya soyunmak bir bakıma hamama girmektir ve dendiği gibi, hamama giren terler! Ortadoğu yeryüzünde güç ve çıkar ilişkilerinin belki de en karmaşık, en girift olduğu bölgedir. Türkiye emperyalizminin buralara el atması kaçınılmaz olmakla beraber, bunun son derece sancılı süreçleri tetikleyeceği ve bedellerinin olacağı da açıktır. Risk almadan atılım yapmak mümkün olmuyor!
Bu böyle olmakla beraber, ya da böyle olduğu için, sermayenin farklı kesimleri arasında bu noktada uyuşmazlıklar olduğu da açıktır. “Anadolu sermayesi” de denen ve AKP’nin ardındaki asıl dinamiği oluşturan yeniyetme irili ufaklı sermaye grupları bu hırslı dış politika yönelişinin ateşli taraftarı konumundayken, geleneksel laikçi büyük sermaye çevreleri genelde bu yönelişi desteklemekle birlikte, ölçünün kaçırılmaması gerektiğini, örneğin İsrail’le ve dolayısıyla büyük emperyalist güçlerle dalaşmamak, İran’ın ve Hamas gibi örgütlerin yanına fazla sokulmamak gerektiğini savunuyorlar. Bu noktada Amerikan emperyalizmiyle özel bir ilişkisi bulunan Fethullah Gülen grubunun da birçoklarını şaşırtan biçimde ikinci kesimle aynı pozisyonu aldığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Dolayısıyla yeni politik yönelişin temposu, tarzı ve bazı somutlanışları konusunda anlaşmazlıklar bulunmaktadır.
Bu anlaşmazlıkları haklı çıkarır biçimde, bir yanda İran konusunda sürekli olarak ambargolara engel olunmaya çalışıldı, diğer yanda ise Filistin’de Hamas’ın yalıtılmasına karşı duruldu. Bu politikalar ABD ve İsrail tarafından bir noktaya kadar “sineye çekildi” ve Türkiye manevra olanaklarını kullandı. Ancak iş, Şimon Perez’in tüm dünyanın gözü önünde azarlanması, ABD’nin Rusya ve Çin’i bile İran’a ambargoya “ikna” ettiği bir noktada, Brezilya ile birlikte “pişmiş aşa su katma”, İsrail’in nükleer silahlarının tartışma konusu edilmesi, Gazze ablukasının açıkça hedefe alınması noktasına varınca, kritik bir eşiğe gelinmiş oldu.
Ama diğer taraftan Ortadoğu’da liderliğe soyunmanın Filistin davasının hamiliğine soyunma anlamına geldiği açıktır. Çürümüş işbirlikçi Arap rejimlerinin Filistin davasını boşlukta bıraktığı bir dönemde, bu davaya sahip çıkar görünmenin ve İsrail’e yönelik sert jestlerin, Arap halklarında büyük bir sempati yaratması, isabetli bir halkanın tutulduğunu gösteriyordu. Bu elbette İsrailli Siyonist egemenlerin hoşuna gitmedi.
Gazze’ye yardım filosu girişimi AKP’nin Filistin-İsrail sorunu bağlamında son dönemde izlediği dış politikayla tümüyle uyumlu bir girişimdi. Bunun amacı açıkça Gazze ablukasını dünya gündemine sokmak ve İsrail’i teşhir ederek ablukanın kaldırılması yolunda İsrail üzerine basınç bindirmekti. Ve elbette bunu yapan güç olarak da, Filistin davasının hamisi rolünde arzı endam etmekti. Abluka bu yolla bir kez delinirse, arkasının geleceğini ve tüm Gazze politikasının çökeceğini hesap eden İsrail, aynı zamanda bunun bir irade savaşı olduğunun da bilincinde olarak, tamamıyla açık bir gözdağı vermek üzere davrandı. Uluslararası hukuk vs. hiçbir kuralı tanımayacağını göstermek için, hiç gerekmediği halde gemilere bilinçli olarak uluslararası sularda saldırdı. Bunun amacı “haddini bil, gerekirse yakarım dünyayı” demekti.
Şimdiye kadarki gelişmelere bakılırsa üstlenilen riskin bedeli olarak belli hasarlar oluşmuşsa da, Türkiye’nin eli genel olarak güçlenmiştir. İsrail dünya halklarının gözünde açıkça teşhir ve izole olmuş, buna mukabil Türkiye’nin itibarı artmıştır. Dünyanın dört bir köşesindeki gösterilerde Türkiye bayraklarının ve Erdoğan posterlerinin taşınması bunun sadece sembolik bir ifadesidir. Diğer taraftan Gazze ablukası suçuna ortaklık eden Mısır hemen Gazze’ye sınır kapısını açmak, İsrail de ablukayı gevşetmek zorunda kalmıştır. Yine de henüz bu defterin kapanmadığı açıktır. Özellikle Amerikan medyasında o günden bu yana yoğun biçimde Türkiye’yi ele alan ve genelde yerden yere vuran bir çizgi izlenmektedir.
Türkiye’de de dört bir koldan patlatılan, “Türkiye İslam dünyasına kayıyor”, “Batıdan uzaklaşıyor” yollu “eksen kayması” tartışmaları, hem bu kampanyanın hem de içeride AKP’yi götürmeye ya da burnunu sürtmeye azimli burjuva kesimlerin nicedir yürüttükleri kampanyanın parçasıdır. Bu “eksen kayması” tartışmalarını içeride asıl körükleyenler Türkiye burjuvazisinin geleneksel Batı yalakası statükocu kesimleridir. Bu ABD ve İsrail yalakası kesimler her zaman Ortadoğu’daki saflaşmalarda bölge halklarına karşı bu güçlerle şer ittifakı içinde olmuşlardır. Formüle edildiği biçimiyle bu tartışmanın hiçbir ciddiyeti yoktur. Ne Türkiye İslamcılaşmakta ne de AKP Türkiye’yi Batı dairesinden çıkarmak gibi bir amaç taşımaktadır. Aksine o, Türkiye’yi Batıda daha güçlü ve etkili bir konuma getirmek için bunları yapmaktadır. O nedenle bu tartışma fikirsel ciddiyetten uzak olsa da, emekçi yığınlar açısından son derece önemli bir yön içermektedir. Zira bu tartışmayı başlatanların amacı, devletin Ortadoğu’da geleneksel ABD ve İsrail yanlısı politikalarını gütmeye devam etmesini sağlamak ve bunun bir aracı olarak da kitleleri Müslüman Ortadoğu halklarına karşı şoven kibirle doldurmaktır.
Sonuç olarak, İsrail saldırısı ve içte ve dışta depreşen eksen kayması tartışmaları, emperyalist yeniden paylaşım sürecinin en önemli arenası konumunda olan Ortadoğu’daki nüfuz ve hegemonya mücadelesinde, Türkiye’nin görece bağımsız hamlelere girişmesi ve bu hamlelerin ABD-İsrail ve işbirlikçi Arap rejimlerinin İran karşısında oluşturdukları cephenin çıkarlarını zedelemede kritik bir eşiğe gelmesi sonucu ortaya çıkmıştır.
Küçük-burjuva sosyalizminin iflası
İsrail’in yardım gemilerine saldırısı, bugün Türkiye’de solcu geçinen ve kendilerini “ilerici”, “anti-emperyalist” gibi sıfatlarla pazarlayan Kemalist zevatın nasıl da emperyalizmin has işbirlikçisi olduklarını göstermiş ve ipliklerinin pazara çıkmasını sağlamıştır. Bu kesimlerin nasıl Arap düşmanı ve İsrail muhibi oldukları alenen ortaya çıkmıştır. Bu İsrail muhipleri, ilk günlerin öfke dalgası atmosferinde kafalarını eğmek zorunda kalsalar da, çok değil birkaç gün içinde, derinlerdeki bağlarını ele verircesine İsrail’in tutumunu aklamaya girişmişlerdir. Daha çarpıcı olan, ABD’deki İsrail lobilerinin sözcülerinin ve İsrail’de Türkiye karşıtı gösteri yapan çeşitli grupların Mustafa Kemal’i yadetmeleridir. Kemalizmde bir tür solculuk ya da anti-emperyalizm bulanların bu gerçekler üzerine iyice düşünmeleri gerekir.
Türkiye’de kendini solda sayan kesimlerin önemli bölümü ne yazık ki ilerici/sol/sosyalist/devrimci gibi sıfatlar altında ileri sürülen bozbulanık yanlış görüşlerin belirleyiciliği altındadır. Türkiye sosyalist hareketinin büyük bölümü Kemalizmden etkilendiğinden, onun Batı karşısındaki şizofrenik tutumunu da bünyesine taşımıştır: Bir yanda nefret ve düşmanlık diğer yanda imrenme ve aşağılık kompleksi. O kadar ki, bu sol kesimler Kemalizmin karakteristik ve en rezil özelliklerinden biri olan Arap halklarına dönük kibirli, küçümseyici yaklaşımdan bile kendilerini kurtaramamışlardır. Bir dönem Türkiye’deki en kalabalık sol hareketin liderlerinden biri şu tür satırlar yazabilmiştir: “Yani ‘Recep Bey’ lafına itiraz eden Abdül Tayyip efendinin, Araplara düzdüğü ilkel ve onları üstün ırk sayan methiyeler boşuna değil...” (Melih Pekdemir)
Bu tür zihniyet kalıpları nedeniyle sosyalist hareket büyük oranda yaşananların gerçek doğasını kavramakta güçlük çekiyor. Şüphesiz bunun temeldeki sebebi hareketin büyük oranda bir küçük-burjuva sosyalizmi karakteri taşımasıdır. Ama bu durumun ideolojik yansımalarını oluşturan fikir ve yaklaşımlar da iyi niyetli unsurların basiretini bağlamaktadır. Bu kesimler Türkiye’yi emperyalizmin elinde oyuncak olmuş, en küçük bir bağımsız iradesi olmayan, mazlum ve azgelişmiş bir ülkeymiş gibi görmeye çalışan yanlış bir ideolojik anlayışa sahip olduklarından, gerçek süreçleri tutarlı biçimde anlayacak fikri araçlardan yoksundurlar. Gerçekten de, bu Gazze’ye yardım filosu hadisesi çerçevesinde ortaya çıkan gelişmeler, kapitalizmin daha öte gelişimi karşısında her gün daha fazla gerçek dünyadan kopan köhnemiş küçük-burjuva sol anlayışların iflasını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.
Bu küçük-burjuva anlayış, Türkiye kapitalizminin sıçramalı gelişimi ve bu temelde emperyalistleşme aşamasına gelinmesi gerçeğini, içerdiği tüm anlam ve sonuçlarla birlikte, bir türlü anlamak istemiyor. “Küçük-burjuva solun, Türkiye gibi ülkelerin kapitalist gelişme düzeyini tespite yönelik Marksist çözümlemelere (bu bağlamda alt-emperyalizm değerlendirmesine) itirazları, aslında hiçbir bilimsel irdelemeye ya da günü kavrama çabasına dayanmıyor. Bu tür çevrelerin yaklaşımları bütünüyle ulusalcı sol anlayışlardan feyz alıyor. Ve esasen de küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısında devrimci olmayan tepkisel tutumunu yansıtıyor. Genelde küçük-burjuva sol çevrelerin siyasal açılımları, kapitalizmin temel sınıfları arasındaki çelişkinin kavranışına dayanmıyor. Bunun yerine, çeşitli kapitalist ülkeler arasındaki eşitsizlik durumundan türetilen çelişkilere dayandırılan bir mücadele anlayışıyla sözde bir anti-emperyalizm yaratılıyor.” (Elif Çağlı, age)
Küçük-burjuva solcular Türkiye’deki hükümetleri daima “ABD’ye göbekten bağlı” olmakla, “Amerikancılık”la suçlamış ve bunu kendi siyasal çizgilerinin ana ekseni haline getirmişlerdir. Olayları ve politik gelişmeleri de otomatiğe bağlanmış bir ezberle, bu kavramlar çerçevesinde açıklamaya çalışmışlardır. Oysa son yıllarda Türkiye’nin uluslararası planda yapıp ettiklerini, geldiği durumu, konumlanışını ve eğilimlerini “Amerikancılık” ve “emperyalizme göbekten bağımlılık” türü Marksizmin bilimsel yaklaşımıyla pek bağdaşmayan çürük siyasal kavramlarla açıklamak mümkün müdür? Siyasal kavramlar, hele de söylemin temel eksenini oluşturan siyasal kavramlar, doğru çağrışımlar yapmak durumundadır. Şayet bunlar kitlelerde ete kemiğe bürünecekse… Peki, söz konusu kavramların çağrışımları nelerdir? Açıktır ki, bu kavramlar, Türkiye’deki egemenlerin bağımsız bir iradeye sahip olmadığını, yaptıkları her şeyin ABD tarafından kukla oynatırcasına dikte edilip yaptırıldığını ve tüm bunlardan Türkiye kapitalizminin bir çıkarının olmadığını çağrıştırır.
Oysa İsrail’in Türkiye’yi hedef alan bu son saldırısı vesilesiyle bir kez daha dışavuran gerçekleri böylesi kavramlarla açıklamak mümkün olmadığı gibi, bunlara dayanarak tutarlı bir devrimci tutum almak mümkün değildir. Türkiye son dönem dış politikasıyla, özellikle yakın çevresindeki ülkelerin işçi-emekçi sınıflarının sömürüsünden daha yüksek oranda pay almak, bu sömürüyü daha da geliştirip derinleştirmek istiyor. Bu ülkeler üzerinde bir nüfuz kurmaya, buralara “ağabeylik” taslamaya çalışıyor. Ve bütün bunları yaparak, Türkiye işçi sınıfını da bu emperyalist politikalara suç ortağı yapmak istiyor. Şimdi Türkiye’deki sosyalist hareket açısından sorun, bu siyasetin gerçek içeriğini teşhir etmek, bu siyaset temelinde işçi sınıfına milliyetçi kibir ve üstünlük duygularının aşılanmasına karşı durmak, bu siyasete maruz kalan diğer ülkelerin kardeş işçi sınıflarıyla ortak enternasyonalist mücadele perspektifini geliştirmek değil midir? Tastamam öyledir. Ancak Türkiye’deki sosyalist hareketin önemli oranda odaklandığı nokta, bu siyasetin “Amerikancı” olup olmaması sorunudur. Ama amiyane tabirle soralım: “Amerikancı” olsa ne olur olmasa ne olur? Eğer sorun “anti-Amerikancı” olmaksa, İran’daki molla rejimi de anti-Amerikancıdır! Bu yaklaşımın Türkiye’deki ve çevre ülkelerdeki işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarına hizmet etmediğini görmek bu kadar zor mudur?
Enternasyonalist komünistler AKP’nin izlediği Ortadoğu siyasetinin emperyalist özüne karşı çıkarlar. Bu emperyalist çıkarcı öz nedeniyle onun asla gerçekte ezilen halkların davasının destekçisi olmayacağını teşhir ederler. Bu noktada, Kürt halkına ve ulusal hareketine reva gördüğü baskıcı muamele ortadayken Filistin halkının davasına sahip çıkar görünmesinin riyakârlığını özellikle öne çıkarırlar. Bu temelde Ortadoğu’nun mazlum iki halkı olan Filistin ve Kürt halklarına özgürlük şiarını yükseltmek ve her iki halkla enternasyonalist dayanışmayı vurgulamak son derece önemlidir. Ayrıca, İran sorunuyla bağlantılı olarak, tüm Ortadoğu’nun nükleer silahlardan arındırılması talebini öne çıkardığımız gibi, bir yandan İran’a yönelik emperyalist-Siyonist tehdide karşı dururken, bir yandan da gerici molla rejimine karşı İran işçi sınıfının mücadelesini destekleriz. AKP’nin siyasetine doğru tarzda karşı çıkışın başlıca kılavuz çizgileri bunlardır. Bunun dışındaki mevcut muhalefet biçimleri özde burjuva nitelikte, “beyaz Türk” şovenizmini yansıtan ve İsrail gericiliğiyle aynı safa düşen gerici muhalefet biçimleridir.
link: Levent Toprak, Emperyalist Arzular Test Sahasında, 1 Temmuz 2010, https://marksist.net/node/2469
Filistin Sorununun Tarihsel Arka Planı
Emperyalist Kavganın Kore Cephesinde Gerginlik Tırmanıyor