Yeni devlet başkanı Raul Castro’nun (Fidel’in kardeşi) geçtiğimiz Temmuz ayında Küba parlamentosunda açıkladığı son kararlar, gerek burjuva basının gerekse sosyalist basının dikkatlerinin bir kez daha bu ülkeye çevrilmesine yol açtı. “Küba kapitalizme geri mi dönüyor” sorularını yeniden alevlendiren söz konusu kararlar, egemen bürokrasinin Küba’nın içinde bulunduğu duruma yönelik tespitlerinin yanı sıra sözde çözüm önerilerini de içeriyordu. Parlamento oturumunda Kübalıların yakıcı bir şekilde yaşadıkları konut eksikliği, çalışma hayatına ilişkin sorunlar, tarımın durumu, üretimdeki verimlilik gibi konular tartışılırken çeşitli kararlar da alındı. Tüketime yönelik bazı sınırlamaların kaldırılması, Kübalıların yabancılara ayrılan lüks otellerde konaklama hakkına kavuşması (bu “hak”tan yararlanabilecek olanların yoksul Kübalı işçiler olmadığı ortadadır), ücretlerin verimlilik esasına bağlanması, üretimi teşvik adına özellikle tarımda özel mülkiyetin yolunun açılması bunlardan bazılarıydı.
Bilindiği gibi, SSCB’nin çöküşünün ardından, Amerikan emperyalizminin dayattığı ambargolar altında Küba ekonomisi korkunç bir çöküşe sürüklendi. Kapitalist dünyanın kuşatması altında kalan bu bürokratik diktatörlük altında işçi ve emekçi kitleler, en temel gıda maddelerinden, elektrikten, sağlıklı konutlardan bile yoksun hale geldiler. Günde 250 gramla sınırlı ekmek, sadece bebekler için süt, sabun, deterjan, tuvalet kâğıdı gibi temel temizlik maddelerinden yoksunluk, Kübalı emekçilerin karşı karşıya kaldıkları felâket tablosunun sadece küçük bir bölümünü yansıtmaktadır.
“Sosyalist” Küba, enerji yetersizliği nedeniyle yeniden at arabasını ve bisikleti keşfetmek zorunda kalmıştır. Fidel Castro, “bu dönemin olumlu yanları da var –bisiklet çağına giriyor olmamız gibi. Bir anlamda bu da bir devrimdir” diyerek yüz yüze kalınan durumu ironik şekilde tasvir etse de, yokluk ve yoksunluk içinde yaşayan emekçi kitlelerin rejime sunduğu desteğin azalmakta olduğu açıktır. Küba’da parasız eğitim ve sağlık olanaklarının gelişkin olması önemli bir olumluluk olmakla birlikte, bu durum ağır bir yoksulluk yaşandığı gerçeğinin üstünü örtmemelidir. Tam da bu acı gerçeklik nedeniyle fuhuş sektörü alabildiğine büyümekte, insanlar karınlarını doyurmak için bedenlerini satmak zorunda kalmaktadırlar. Dolayısıyla, “gönüllü fedakârlıklarda bulunarak planlı ekonominin kazanımlarıyla mutlu mesut yaşayan Kübalılar” söylemi, bu ülkenin egemen bürokrasisinin ve bu sınıfın destekçisi körleşmiş sosyalistlerin palavralarından ibarettir.
Emekçi kitlelerin hali pür melâli böyleyken, Küba, diğer bürokratik diktatörlüklerin geçtiği yola çoktan beridir girmiş bulunmaktadır. 1992’de dış ticaret üzerindeki devlet tekelini kaldıran ve koşullu da olsa yabancı sermayeye ülkede yatırım izni veren Küba, bu tarihten itibaren kaçınılmaz yazgısını yaşamaya başlamıştır. Şimdilerde Venezuela ve Çin’in desteğiyle bir parça daha rahat nefes alır hale gelse de, bir proleter devrim gerçekleşmedikçe ve bu devrim de en azından Latin Amerika ülkelerindeki işçi devrimleriyle desteklenmedikçe, despotik-bürokratik Küba’nın varacağı nokta eninde sonunda kapitalizm olacaktır.
Peki, Küba işçi sınıfını savunmanın yolu bu bürokratik diktatörlüğü savunmaktan mı geçmektedir? Sosyalistlerin ezici bir çoğunluğunun bu soruya evet yanıtını verdikleri açıktır. Oysa bu evet yanıtının bizzat Kübalı işçilerin ekonomik-sosyal-siyasal açıdan içinde bulundukları durumun devam etmesine verilmiş bir onay anlamına geldiğini ve bunun da proleter devrimci güçleri zayıflatarak geriye tek seçenek olarak kapitalist restorasyonu bırakacağını tarihsel deneyim bize en acı biçimde göstermiş bulunuyor. Tam da bu yüzden baştan söylemek gerekiyor ki, Küba işçi sınıfını savunmanın yolu, bürokrasinin sınıfsal egemenliği altındaki Küba devletini savunmaktan değil, onu bir proleter devrimle yıkmaktan ve sovyetlere dayalı bir işçi iktidarını demokratik temellerde inşa etmekten geçmektedir.
Küba bir işçi devleti değildir
Her şeyden önce şunu bir kez daha vurgulayalım: Küba bir işçi devleti olmayıp, 1959 devrimini izleyen yıllarda bürokrasinin sınıf iktidarıyla şekillenmiş bir bürokratik diktatörlüktür. Araçları, yöntemleri ve dayandığı sınıfsal kesimler açısından Küba devrimi, küçük-burjuva bir önderliğin askeri hegemonyası altında gerçekleşmiş bir ulusal kurtuluş devrimiydi. İşçi sınıfının önderliğinde gerçekleşmeyen bu devrim, doğal olarak burjuva devletin yerine sovyetlere dayalı bir işçi iktidarı da kuramamıştı. Akın Erensoy’un da ifade ettiği gibi, “Küba’daki devrimci önderlik, ne Marksist ne de işçi sınıfının devrimci öncüsünü temsil eden bir önderlikti. Küçük-burjuva önderliğin, verili konjonktürde burjuva dünyadan yalıtılarak sığınmak zorunda kaldığı SSCB limanından devşirdiği sözde Marksizm, gerçekte Stalinist ulusal kalkınma anlayışından başka bir şey değildi. Tıpkı Çin’de olduğu gibi, devlet, başını ulusal kalkınmacı anlayışa sahip küçük-burjuva aydınların çektiği bir askeri-sivil elit tarafından bürokratik tarzda yeniden örgütlenmiş, devlet mülkiyeti, planlı ekonomi ve despotik bir tek parti diktatörlüğüne dayalı bir kalkınma anlayışı sosyalizm olarak yutturulmaya çalışılmıştır.” (Küba: Ulusal Devrimden Bürokratik Diktatörlüğe, www.marksist.com)
Castro’nun “sosyalizmi” ilan ettiği 1961 Mayısından bu yana 47 yılı aşkın bir süre geçti ve bürokrasinin sınıfsal egemenliği bu süreç boyunca alabildiğine pekişti. Böylesi bir devletin, kimilerinin iddia ettiği gibi bürokrasinin reformlarıyla ya da işçilerin mevcut devlet aygıtını yıkmayıp ele geçirmekle yetinmelerine dayanan bir “politik devrimle” vb. gerçek bir işçi devletine dönüştürülebileceğini düşünmek, gerçeklerle ve Marksizmle bağdaşmamaktadır. Her şeyden önce bürokrasiye böyle bir ilericilik misyonu atfedenler, tarihe at gözlüğüyle bakmaya ve egemen sınıf katına yükselmiş bürokrasiyi işçi sınıfının bir parçası olarak görmeye devam etmektedirler. Dolayısıyla çözümü işçi sınıfının devrimci mücadelesinde değil bürokrasinin reformlarında aramakta ve bürokrasiye sunulan politik destekle olası bir işçi devriminin de önünü tıkamaktadırlar. Oysa Küba’da bir işçi devleti ancak ve ancak işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek bir devrim sayesinde sovyet tipi öz-örgütlülüklere dayanarak inşa edilebilir. Ne var ki böylesi bir devrimin yaşayabilmesi ve nihai amacı olan sınıfsız ve devletsiz topluma yani sosyalizme doğru ilerleyebilmesi için, tek ülkenin sınırları içerisinde sıkışıp kalmaması ve bir dünya devrimine evrilmesi zorunludur.
Tüm bunlar bir yana, Küba gerçek bir işçi devleti olsaydı bile, mevcut sınırlara sıkışıp kalan bir işçi devrimi ve iktidarının uzun süre varlığını koruyabilmesi olanaksız olurdu. Elif Çağlı, “Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır adlı yazısında, bu gerçekliği şöyle dile getiriyor:
“Siyasal devrim pekâlâ şu ya da bu gelişkinlik düzeyine sahip bir kapitalist ülkede patlak verebilir ve işçi sınıfını iktidara taşıyabilir. Fakat esasen sosyalist devrim, işçi sınıfının çeşitli ülkelerde iktidara gelmesiyle birbirine eklemlenen ve bu sayede kapitalizmin geri dönüşsüz tasfiyesini mümkün kılan sürekli bir devrim sürecidir. Ve bu devrim ancak dünya ölçeğinde tamamlanabilir. Ayrıca tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığı bir yana, bir işçi iktidarının tek ülkede yalıtık vaziyette uzun süre yaşaması da mümkün değildir. Bir başka deyişle, tek ülkede proletarya diktatörlüğünün akıbeti de tamamen iç ve dış koşullara bağlıdır. Kapitalist sistem tarafından kuşatılan yalıtılmış bir işçi iktidarı, dış müdahale tehdidi bir yana, nihayetinde içte biriken çelişkilerin kurbanı olabilmektedir.” (MT, Ağustos 2006)
Küba’yı “sosyalist” olarak değerlendirenler, sosyalizmin sınıfsız ve devletsiz bir dünya toplumu oluşunun yanı sıra bu gerçekliği de göz ardı ediyorlar ve kitlelerden tümüyle soyut bir şekilde bekledikleri sonsuz devrimci inanç ve fedakârlığı, içte biriken çelişkilerin üstesinden gelmek için yeterli görüyorlar. Bunlar, Küba’nın içinde bulunduğu durumu tasvir ederken bazı gerçekleri dile getirmekten çekinmiyorlar. Ne var ki, “sosyalist” olarak ilan edilen bu ülkeyi, ileri kapitalist ülkelerle değil en yoksul ülkelerdeki emekçilerin durumuyla karşılaştırıyorlar. Örneğin son reform paketiyle geçmişte elektrik sıkıntısı nedeniyle kullanımı yasaklanmış bazı elektrikli ev aletlerinin ya da cep telefonlarının kullanımının serbest bırakılmasının nüfusun ezici bir çoğunluğunu oluşturan yoksul Kübalı emekçiler için pek bir şey ifade etmediği, çünkü bunları alacak paralarının olmadığı gerçeğini teslim ediyorlar. Ancak bunun devamını şu tür bir ifadeyle getirebiliyorlar: “Ama bu gerçek, yoksulluk içinde yaşayan dünyanın çok büyük bir kısmını da ilgilendiriyor. Onların başlıca endişeleri, bir DVD okuyucusu ya da bir mikrodalga fırını elde etmek değil, onların talepleri bugün Küba’da sıkıntı ve acısı yaşanmayan, sağlık ve eğitime ulaşabilmek, günde üç kez yemek yiyebilmektir.”
Bilindiği gibi tam da bu mantıkla, bürokrasinin lüks içinde saltanat sürdüğü SSCB, Çin ve benzeri bürokratik diktatörlüklerde yüz milyonlarca işçi-emekçi büyük bir yoksunluklar dünyasında yaşamaya mahkûm edilmiş, yaşamını sürdürmenin asgari şartları olan karın tokluğu, iş garantisi, bedava eğitim ve sağlık olanağı büyük bir lütuf ve ayrıcalık olarak sunulmuş ve bunlar kitlelerin ekonomik ve sosyal tatmini için yeterli görülmüştü. Ancak söz konusu bürokratik diktatörlükler yıkılırken işçi sınıfının karşıt bir tepki göstermemesinde bu yoksunlukların çok büyük bir payı vardı. Troçki, İhanete Uğrayan Devrim adlı kitabında SSCB’yi bekleyen tehlikelere değinirken, kapitalizmin ucuz mallarının askeri saldırılardan daha büyük bir yıkıcı güce sahip olduğunu belirtiyor ve şöyle diyordu: “Askeri müdahale bir tehlikedir. Kapitalist ordunun yük trenleriyle gelecek ucuz malların müdahalesi ise karşılaştırılamayacak kadar büyük bir tehlike olacaktır.” 1990’larda yaşanan çöküş bu tespiti doğrulamıştır ve 1917 Rusya’sındakinin aksine bir işçi devleti olarak değil daha baştan bürokratik diktatörlük olarak inşa edilen Küba da yıllardır aynı tehditle yüz yüzedir.
İşçi demokrasisi olmaksızın işçi devleti olamaz
Çok açıktır ki, sosyalizm yoksulluğun değil kapitalizmle mukayese edilemeyecek denli artmış bir zenginliğin üretildiği ve paylaşıldığı bir toplumdur ve devrimci işçi sınıfı bu topluma ulaşmak için mücadele verir. Böylesi bir topluma giden yolda inşa edilecek işçi devletleri de, ancak ve ancak üretici güçlerin kapitalizmi aşan bir gelişmişlik düzeyine ulaşması ve yine onu aşan bir toplumsal zenginliği yaratabilmesi zemininde hedefe doğru yol alabilirler. Kuşkusuz bunda devletleştirilmiş ve planlı ekonomi olmazsa olmaz bir role sahiptir. Ne var ki, bu, işçi sınıfının demokratik planlamasına dayalı ve onun yönetiminde bir devletleştirme olmak zorundadır. Tersi, yani işçi sınıfının devre dışı bırakılarak iktidarın bürokrasi tarafından gasp edildiği ülkelerde yapılan bu tür uygulamalar, tarihsel örneklerin gösterdiği gibi, sosyalizme doğru ilerlemek bir yana, bu rejimlerin gerisin geri kapitalizme dönmelerinden başka bir şeye yol açamazlar.
Küba’ya methiyeler düzüp onu sosyalizm olarak kutsayanlar, bu bürokratik diktatörlük altında işçi demokrasisinin kırıntısının dahi bulunmadığı gerçeğini de görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Bürokrasinin sınıf egemenliğini sözde Komünist Parti eliyle yürüttüğü Küba devleti, işçi sınıfının konsey (sovyet) tipi öz-örgütlülükler biçiminde örgütlendiği ve bu konseyler temelinde devlet iktidarını elinde bulundurduğu bir devlet değildir. Bürokrasinin kumandası altındaki partinin ve devletin yönetim ve işleyişine, her türlü demokratik aracı elinden alınmış işçi sınıfının müdahale edebilmesi söz konusu olamamaktadır. İpleri mutlak biçimde elinde tutan bürokrasi, sınıfsal çıkarları doğrultusunda kimi zaman reformlara kimi zaman en koyu yasaklara başvururken, işçi sınıfı sadece seyirci pozisyonunda kalmaktadır. Her şey onun dışında gelişirken, ülkenin kaderine tümüyle bürokrasi yön vermektedir.
Oysa bir işçi devleti işçi demokrasisi olmaksızın var olamaz. Marksizmin Işığında adlı eserinde Elif Çağlı, işçi devletinde iktidar ve demokrasi ilişkisini şu sözlerle dile getiriyor:
“Siyasal iktidarı fetheden işçi sınıfının kendi içinde bürokratik tarzda bir yöneten-yönetilen ayrımının doğmaması ve onun bu kez de bu yeni efendilerin yönetimi altına girerek iktidarını yitirmemesi için, Paris Komünü tipinde önlemlerin yürürlüğe konması ve bu önlemlerin yürürlülüğünü sürdürmesi zorunludur. Yani Paris Komünü tipi önlemler, sadece eski bürokratik-askeri devlet cihazını yıkmak için değil, yıkılanın yerine “eski çirkefe dönüşü engelleyecek” bir mekanizmanın geçirilmesi için de gereklidir. Kısacası, işçi devleti, burjuva devlet gibi bürokratik tarzda örgütlenemez; örgütlenirse, o işçi devleti olamaz. Öte yandan proletarya diktatörlüğü, sınıfın önderliğini kazanmış partinin egemenliğine değil, sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliğine dayanır. O halde, işçi demokrasisi, proletarya diktatörlüğünün biçimlerinden biri değil, onun varoluş şartı, özüdür.” (Tarih Bilinci Yay., 2. baskı, s.148)
Sovyetler biçiminde örgütlenmiş proletaryanın doğrudan egemenliği yerine bürokrasinin egemenliğine dayanan Küba’da, tam da bu yüzden, “eski çirkefe dönüşü engelleyecek” bir mekanizma da bulunmamaktadır. Bunu bürokrasiden beklemekse devrimci Marksizmden de yaşanan tarihsel deneyimden de hiçbir şey anlamamış olmak demektir. Bunun da ötesinde, bürokrasiden, varlığını sürdürebilmesinin yegâne garantisi olan bürokratik mekanizmayı kendi eliyle yıkmasını beklemek en hafif deyimiyle saflıktır. Bürokratik devleti en küçük aygıtlarına dek parçalayıp yerine demokratik temellere dayanan gerçek bir işçi devleti kurabilecek tek güç, enternasyonalist komünist bir önderlik altında örgütlenmiş bulunan devrimci proletaryadır. Daha baştan dünya devrimi perspektifiyle yola koyulacak bu devrimci güç, Elif Çağlı’nın hatırlattığı önlemler aracılığıyla “eski çirkefe dönüşü engelleyebilecek” tek güçtür aynı zamanda.
Sözde Küba devriminin tarihsel kazanımlarını korumak adına bürokratik planlamayı ve bürokrasinin kolektif devlet mülkiyetini kutsayanlar, gerçeklerin üzerini bir sis ve hayal perdesiyle örtmeye çalışmaktadırlar. Küba işçi sınıfının gerçek çıkarları da bu perdenin altında ezilip kalmaya mahkûm edilmektedir. Ancak tarihsel gerçekliğin sivri okları bu perdeyi tıpkı SSCB, Çin ve Doğu Bloku ülkelerinde olduğu gibi Küba’da da paramparça edecektir.
Elif Çağlı, Marksizmin Işığında adlı kitabını SSCB’nin halen ayakta olduğu 1991 yılında kaleme almış ve büyük bir öngörüyle bürokratik diktatörlüklerin yıkılmaya yazgılı olduklarını dile getirmişti. Çağlı kitabının son satırlarında şöyle diyordu:
“İşçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm, Rusya’da işçi sınıfının iktidarına son veren Stalinizm eliyle tamamen çarpıtıldı ve bürokrasinin düzeni uzun yıllar boyunca «sosyalizm» olarak teorize edildi. Böylece gerçeklerin yerini yalan almış ve gerçek yaşamdaki olumsuzlukların üstü bir sis ve hayal perdesiyle örtülmüştü. Yıllarca sosyalizmin üstünlüğü olarak sunulan şey, işte bu hayal perdesi olmuştu. Ve şimdi tarihsel gerçekliğin sivri okları bu perdeyi paramparça etti. Bu yırtılış karşısında, olayın şokunu hâlâ atlatamayanlar, tüm dikkatlerini acı bile olsa gerçeğe çevirecekleri yerde, parçalanan hayal perdesine gözyaşı döküyorlar. Oysa bu devrimci bir tutum değildir. Dünyayı değiştirebilmek için, gerçeği, yalnızca gerçeği bilmeye ve somut gerçekler temelinde harekete geçmeye ihtiyacımız var. Unutmayalım ki, devrim için en yıkıcı olan şey yanılsamalardır, en yararlı olan şey ise içten ve açık gerçektir.”
Küba işçi sınıfının yaşamsal çıkarları için savunulması gereken tutum işte bu tutumdur. Gerçekleri açıkça ortaya koyarak, Kübalı işçilerin kıta işçi sınıfıyla birlikte inşa edecekleri bir Latin Amerika birleşik işçi sovyetleri iktidarı için enternasyonalist komünist mücadeleyi örgütlemek ve yükseltmenin sorumluluğu ise devrimci Marksistlere düşmektedir.
link: İlkay Meriç, Küba İşçi Sınıfını Savunmanın Yolu Nereden Geçiyor?, Eylül 2008, https://marksist.net/node/1878
Kapitalizm Krizde
“Oku, Baban Gibi İşçi Olma”!