Yeni bir eğitim yılı, tüm zorluklarına rağmen başladı. Her yaştan öğrenci, çantasına sığdırabileceği umutları sırtlayıp koşuyor taş yapılara. Okulların açılmasıyla beraber tüm medyada istatistiksel veriler sıralanıyor. Sıralanıyor sıralanmasına ama kelimeler titizlikle seçiliyor. Asgari ücretli bir aile şu kadar lirayla şunları alabilir, gelir durumu iyi bir aile için de masraf şu liradan şu liraya kadar çıkarılabilirmiş! Asgari ücretli bir aile (yani ortalama bir işçi ailesi ) şuradan ya da buradan alışverişini yaparmış, gelir durumu iyi olan ailelerse bilmem hangi markaların hangi modellerini tercih edebilirlermiş... Tabii “gelir durumu iyi” olanların, tahmin edebileceğimiz gibi, özel okullarda özel muameleyle eğitildikleri de verilen görüntülerle pekiştiriliyor.
Karşılaştırmalar çok açık bir şekilde sınıfsal farklılıkları teşhir etmesine rağmen, bu derin çelişki pek de kimseyi şaşırtmıyor. Bu görüntülerden çok çarpıcı ayrıntılar da yansıyor baktığınızda. Meselâ özel okullardan verilen görüntülerde mikrofona yaklaşan her çocuk kendinden emin, güçlü ve tok bir ses tonuyla ve okuluna ait özel kıyafetlerinin içinde dimdik durarak yanıtlar veriyor. Saçının taranışından, gözlerindeki mağrur bakışlara, her şeyden önemlisi de sorulara verdiği yanıtlara kadar her şey sınıfına ait tüm özellikleri döküyor ortaya. “Yönetici” olmak istiyor küçük beyler, hanımlar... En seçkin meslekler var tercihlerinde. Okullarında yeteneklerine göre her alanda sosyal faaliyetler içindeler... Aynı küçük hanımlar ve beyler, yaz tatillerini de çok yıldızlı otellerde, özel yaz kamplarında yabancı dillerini geliştirerek ve eğlenerek geçirdiklerinden bahsediyorlar. Geleceğin patronları, yöneticileri olmak kolay değil elbette!
Evet, sıra, sırasının üstünde emanet gibi duran ve önlüğü de emanet bir işçi çocuğunda. Görüntüde bu sefer bir devlet okulu var. Çocuklar kalabalık şekilde çevrelese de mikrofonun etrafını ve kalabalığın arkasından el sallasalar da kameraya, sıra konuşmaya gelince çekingen ve kafaları eğik konuşuyorlar. Utana sıkıla cevaplar veriliyor sorulara. Duruşları, bakışları, çekingen ve durgun tavırlarıyla sanki yaklaşık bin yıllık bir geçmişi yansıtıyorlar. Işıl ışıl baksa da gözleri, masumiyet ve ürkeklik hepsi bir arada. Soru yaz tatillerine gelince, malum cevaplar sıralanıyor. Kimi sokakta top peşinde, kimi ailesine destek olmak için iş peşinde, kimisi köyüne gitmiş, kimisi evde... Sıra ne olmak istediklerine gelince; öğretmeni de var, doktoru da, topçusu da, popçusu da... Onların da var hayalleri, hayallerinden öteye bir de aileleri. Hepsi ya annesine söz vermiş ya babasına, okuyup “büyük adam” olmak zorundalar.
Çoğumuz okumakla ilgili sohbetlerde mutlaka tanık olmuşuzdur şu sözlere: “Oku oğlum-kızım, bak baban-anan gibi cahil olma, sen oku yeter ki, sırtımdakini de satar okuturum seni.” Konuşmalar ilerledikçe söz “oku da baban gibi işçi olma”ya gelir: “Bak biz ne şartlarda yaşıyoruz, siz bari okuyun da bizim gibi olmayın.” Sonra şöyle devam eder: “Başarılı olun ki biz de şöyle iyi bir mevkide çocuğumuz var diyelim”…
Her ayrıntı ya da her kare bu düzenin gerçeklerinden bir kesit sadece. Nice emek ve umutla, aç ve açıkta kalmak pahasına okutulmaya çalışılsa da çocuklar, içlerinden sıyrılıp çıkabilecek birkaç istisna dışında “büyük adam” olmak zor iş bu düzende. Birilerini ezip geçmeden, birilerini tepelemeden ya da sömürmeden “büyük adam” olunmuyor. İşin özü “büyük adam” olmaktan ne anlaşıldığına bağlı aslında. Meselâ bir hafta erken açıldı okullar, eğitime yeni başlayanlar için uyum amaçlı olarak. Peki gerçekte neye uyum sağlayacak bilinç oluşumunun en önemli aşamasındaki çocuklar? Eğitime mi, yoksa bu sınıflı ve sömürülü düzenin çarkında sorun çıkarmayan bir dişli olmaya mı?
Aslında tüm eğitim sistemi, hangi aşamasında olursa olun bütünüyle düzene uyum süreci. Ve ne yazık ki koşullar elverip okusanız bile, ailenizin unutmanızı istediği gerçek her yerde karşınıza çıkıyor: İşçi ordusuna, hatta işsizler ordusuna dâhil oluyorsunuz. Sabahın kör saatlerinde kalkıp okula gitmek dışında bir burjuva çocuğuyla hiçbir ortak yanınız ve gelecek hayaliniz olamayacağını görmek kalıyor geriye. Onlar bizleri nasıl daha iyi sömürüp yönetebileceklerine dair bilinç ve örgütlülük peşinde koşarken hızlı adımlarla, bizlerin payına düşen nasıl daha iyi itaat edebileceğimiz, nasıl başımızı eğerek konuşabileceğimiz, örgütsüz ve dağınık kalabileceğimiz gerçeği oluyor. Sonrasında da, “çok yaşa devlet baba, allah devlete millete zeval vermesin, patronlar olmasa bize kim iş verir” deyip duruyoruz.
Okumuş ya da değil hepimiz birer işçiyiz. Fakat bu örgütsüzlük ve bilinçsizlik koşullarında, yaratılan büyük yanılsamalarla bireysel kurtuluş hayallerine dalınması, sözde büyük adam olmanın arzulanması, çocuklarına işçi olmayı ayıp ya da utanılacak bir durum gibi tanımlayanlar olması da normal. Bizler biliyoruz ki bilinçlenmek asla burjuvazinin okullarında olmayacak. Bizler sınıfımızı ve mücadeleyi anlatan kitapları ve yayınları okumalıyız, yani Marksist Tutum’u okumalı ve okutmalıyız. Gerçek sınıf bilinciyle donanmalı ve ortak kurtuluş amacı için mücadele etmeliyiz. Burjuvazinin “büyük adam”ları değil, sınıfımızın mücadele adamları olmak için uğraşmalıyız. Onurlu ellerimiz ve yüreklerimizle, başımız dik, sesimiz gür haykırmalıyız:
Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!
Sınıfsız ve Sömürüsüz Bir Dünya İçin Mücadele Bayrağını Yükselt!
link: Kaynarca’dan MT okuru bir işçi, “Oku, Baban Gibi İşçi Olma”!, 27 Eylül 2008, https://marksist.net/node/1879
Küba İşçi Sınıfını Savunmanın Yolu Nereden Geçiyor?
CHP sol mu?