Sayfalar

Kadınların Mücadelesi, Mücadelenin Kadınları


Ek | Boyut |
---|---|
![]() | 4.38 MB |
Binlerce yıl önce, geçmişin insanlığın ortak hafızasında artık silik ve karanlık olan bir döneminde, toplum sınıflara bölündü. O zamanlardan bu yana toplumda her zaman bir egemen sınıf ve bir ezilen sınıf oldu. Üretim biçimleri değişti, egemen sınıflar değişti, dün köle bugün işçi dense de emekçilerin ezilmesi ve sömürülmesi hep devam etti. Kadın ise her dönemde insanlığın ezilen cinsi oldu. Kadının ezilmişliği, geri bıraktırılmışlığı, capcanlı hayatın dışına itilmişliği, sindirilmişliği, susturulmuşluğu, yok sayılmışlığı hiç değişmedi. Her zaman erkekten farklı, çerçevesi çizilmiş görev ve sorumlulukları, aileye ve erkeğe karşı sorumlulukları oldu. Sınıflı toplumların ve erkek egemen anlayışın hüküm sürdüğü binyıllar boyu kadın kimliği aşağılandı. Kadının yüreğine, yeteneklerine, hayallerine, ruhuna, varlığına prangalar vuruldu. Yarattığı tüm yanılsamalara rağmen kapitalizm de kadınlara aynı kaderi dayattı. Üstelik emekçi kadını, hem sınıfı hem de cinsi nedeniyle çifte ezilmişlik cenderesine hapsetti.
Binyıllardır kadına vurulan prangaların yükünü atmak, zincirleri kırmak, bu zincirlerin yara tutmuş, nasırlaşmış izlerini silmek, zincir vuranların karşısına dikilmek elbette kolay değildir. Ama tarihin en karanlık dönemleri bile ezilen sınıfların kadınlarının bu zorluklarla baş etmeyi göze almaktan kaçmadığı, erkeklerle birlikte sömürüsüz, eşitlikçi bir toplum için mücadele ettiği, dişe diş savaştığı örnekler barındırır. Köle ayaklanmalarının eli yabalı kadın savaşçıları, Osmanlı’ya başkaldırıp kılıçlarıyla ve yürekleriyle savaşan at sırtındaki Bedreddin’in yoldaşı hakikat bacıları, Avrupa’yı sarsan 1848 devrimlerinde, Paris Komünü’nde kadınların güçlendirdiği barikatlar birer gerçektir.
Aynı ölçüde kuvvetli bir başka gerçek kapitalizmin kadının ve insanlığın kurtuluşu için zemini hazırladığıdır. Kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte kadınların mücadelesi bambaşka bir boyut kazandı. Ezen sınıfın kadınlarının erkekleriyle çelişkileri giderek çözülürken burjuva erkekle burjuva kadın önemli oranda eşitlendi. Emekçi kadınların kapitalist sömürü ve erkek-egemen toplum yapısı nedeniyle karşı karşıya kaldığı sorunlarsa derinleşerek devam etti. Tarihin hiçbir döneminde egemen sınıfın kadınlarıyla emekçi sınıfın kadınlarının sorunları bir ve aynı olmadı. Oysa burjuva ve küçük-burjuva feminist yaklaşımlar, sınıfsal ayrımları atlayarak “kadın sorunu” adı altında tüm sınıflardan kadınların ortak çıkarlarına vurgu yapmakta ve çözümü de tüm kadınların tüm sınıflardan erkeklere karşı mücadelesinde ve dayanışmasında görmektedirler. Burjuva kadınla emekçi kadını “kadın” başlığı altında kol kola sokmaya çalışan bu anlayış, gerçekte sorunu bulanıklaştırmakta ve emekçi kadınları gerçek çözümden uzaklaştırmaya hizmet etmektedir.
Marx’ın kapitalizmden sınıfsız toplumlara geçişin yolunu göstermesiyle onun öğretisine bağlanan devrimci kadınlar bu tahrifata karşı mücadele yürüttüler. İşçi sınıfının kadınlarını, yalnızca erkek egemenliğine değil kapitalist sömürüye karşı da işçi sınıfının talepleriyle, işçi sınıfının mücadele yöntemleriyle birleştirip mücadeleye sevk etmeye çalıştılar. Kadın işçileri sosyalizm mücadelesinin içine çekmeye çalıştılar. Kadının kurtuluşu mücadelesini işçi sınıfının kurtuluşuna bağlayan ve bu uğurda korkusuzca mücadele eden, devrim yolunda değişip dönüşerek ilerlemeyi ödevi bilen nice kadın önder hayatını sınıfsız bir toplum mücadelesine adadı. Laura Lafargue, Elenaor Marx-Aveling, Adelheid Popp, Clara Zetkin, Rosa Luxemburg, Yelena Dmitriyevna Stassova, Aleksandra Kollontay, Inessa Armand, Anna ve Maria İlyiniçya, Nadejda Krupskaya, Zehra Kosova, Behice Boran, İKD’nin kızıl çatkılı kadınları... Bu kadınlar ve daha pek çokları toplumun dayattığı kadın kimliğinin aksine dünyayı değiştirme mücadelesinin orta yerine attılar kendilerini. Ateşten sınavlarla bilendiler, mücadelenin silahlarını bilediler. Onların paha biçilemez emeklerini anlamadan, geçirdikleri sancılı dönüşümü kavramadan, ne kadar zahmetli de olsa bu dönüşümü yaşamak için bilinçli bir çabaya girişmeden bu kadınların başardıklarını başarmak, miraslarına sahip çıkmak mümkün olmayacaktır.
Bu bilinçle, içinde bulunduğumuz Mart ayını bir vesile haline getirerek, hem emekçi kadınların tarihsel mücadelesinin simgelendiği 8 Mart’ı anmak, hem de işçi sınıfının mücadelesinin yiğit kadınlarının anılarını bir kez daha bilince çıkartmak boynumuzun borcudur.
8 Mart: ortak bir mücadele ve dayanışma günü
1850’li yıllarda New York tekstil fabrikalarıyla doluydu. İşçiler aşırı çalışma nedeniyle sağlıklarını, yaşam sevinçlerini ve canlarını kaybediyorlardı. Özellikle kadın ve çocuk işçiler büyük acılar çekiyorlardı. 8 Mart 1857’de, bir tekstil fabrikasında 40 bin kadın dokuma işçisi greve başladı. İstedikleri, daha iyi çalışma koşullarıydı. Çalışma saatlerinin kısalmasını ve eşit işe eşit ücret talep ediyorlardı. Grevin militanlığı ve işçi kadınların talepleri hızla palazlanan tekstil patronlarını korkuya sürükledi. Polis işçilere saldırdı. Fabrikada yangın çıktı ve içeride kilitli olan 129 kadın işçi yanarak can verdi. Bu katliam büyük öfke yarattı. İşçilerin cenaze törenine on binlerce kişi katıldı. Zaman bu acıyı ve öfkeyi unutturamadı.
53 sene sonra 1910 yılında, Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da İkinci Enternasyonal’e bağlı Sosyalist Kadınlar Konferansı toplandı. 17 ayrı ülkeden gelen sosyalist kadınların gündeminde çalışan kadınların hayatlarını çekilmez kılan sorunlar vardı. Kadınlar için oy hakkı gibi demokratik hakların elde edilmesi hedefiyle verilecek mücadeleler vardı. Yaklaşan ve milyonlarca can alacağı belli olan savaşa karşı doğru tutumun belirlenmesi ve mücadelenin örgütlenmesi vardı. Yoğun tartışmalar arasında emekçi kadınlar için dünya genelinde ortak bir mücadele ve dayanışma günü tayin etme çabası toplantıyı daha da anlamlı ve tarihi kılıyordu. Başta Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nden Clara Zetkin olmak üzere bu konferansta konuşan sosyalist kadınlar böyle bir mücadele gününün belirlenmesinin öneminden söz ediyordu. Zetkin, 1857’deki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına, 8 Mart’ın Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerdi. Öneri coşkuyla kabul edildi. Zetkin ve yoldaşlarının kararı tüm Avrupa’ya yayıldı.
Hemen ertesi yıl gerçekleşen 8 Mart gösterileri büyük bir başarı kazandı. Her yerde toplantılar ve mitingler düzenleniyor, kadınlar çocuklarını eşlerine bırakıp bu toplantılara koşuyorlardı. Ellerine pankartlarını alıp sokağa çıkıyor, polisi şaşırtan bir militanlık sergiliyorlardı. Pek çok ülkede yükselen mücadelelerle emekçi kadınların çifte ezilmişliği yok etme, dünyayı değiştirme isteği inkâr edilemez bir biçimde ortaya çıkıyordu. Bu kadınlar sadece 1857’nin kurbanlarının değil Komün saflarında savaşmak için ileri atılan kadınların da taze anılarını hafızalarında capcanlı tutuyorlardı. Onların özlemlerini ve sömürüye olan kinlerini yüreklerinde duyuyor, mücadeleyi büyütüyorlardı. Böylece 8 Mart emekçi kadınların ellerinde can buldu. Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak işçi sınıfının kadınıyla, erkeğiyle, bir yandan cins ayrımcılığına ve kapitalizmin katmerli sömürüsüne; diğer yandan her türlü zulme, militarizme ve emperyalist savaşlara karşı, barış, özgürlük ve eşitlik için verdikleri mücadelenin simgelendiği bir gün oldu.
Aradan geçen yıllar içinde burjuvazi, başka bir 8 Mart hikâyesi yaratmaya çalıştı. 1972’den bu yana 8 Mart “Kadınlar Günü” olarak sunuluyor. Her yıl 8 Mart yaklaşırken caddelerin bilboardlarını, televizyonların ekranlarını, gazetelerin sayfalarını kadınlara yönelik reklâmlar, haberler, raporlar kaplıyor. “Değer verilen” kadınlara taksitle estetik ameliyat, değerli taşlarla süslenmiş takı, giyim-kuşam, yemek-tatil “hediye etme” fırsatları; kadınları “şımartma” çağrıları; kadınlara şiddet değil sevgi gösterme, kadını koruma mesajları; kadınların erkeklere göre dezavantajlarının, erkeklerle eşit olmamalarının ne denli üzücü olduğu açıklamaları ve yakalarda mor kurdeleler eşliğinde tüm kadınların “kadınlar günü” kutlanıyor. Burjuva kadınların gösterişli toplantıları haberlere konu oluyor. Kadınların iş dünyasında, burjuva siyasette daha fazla yer alma talepleri çok can yakıcı talepler olarak öne çıkarılıyor. 8 Mart’ın şanlı tarihi ve 8 Mart’a can veren mücadelelerin karşılanmış olmaktan uzak temel talepleri ise yerin yedi kat altına gömülmek isteniyor. Emekçi kadınların kahır dolu yaşamları, sorunları, özlemleri yok sayılıyor.
İşte burjuvazi büyük bir marifetle işçi sınıfının kanlı mücadeleler pahasına elde ettiği ne varsa böyle el koyuyor, içini boşaltıyor, tatlı kârlarının kaynağı haline getiriyor. Kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfını uyutup kendini bu sınıftan korumaya çalışıyor. İnsanlığın çektiği acılar bitmek bilmiyor. Burjuvazinin bu oyunlarını boşa çıkarmak, nihai mücadeleye hazırlanabilmek için işçi sınıfının tarihsel mücadele mirasına sahip çıkmak, bu deneyimlerle donanmak büyük bir önem taşıyor. Söz konusu olan binlerce yılın ezilmişliği ile acısı katman katman tortulaşmış emekçi kadınların mücadelesi ve bu mücadelenin tarihsel sembolleri ise daha büyük bir uyanıklık göstermek zorunludur. 8 Mart, bir dediği iki edilmeyen, şımarık, sömürücü burjuva kadınların değil, elleri nasırlı, yürekleri acılı emekçi kadınların günüdür. 8 Mart’ın hikâyesi ateş ve kanla yazılmıştır, bu ateşin harında yananlar, kanları dökülenler, her sınıftan kadınlar değil, emekçi kadınlardır. Emekçi kadınlara öncülük ederek onları büyük mücadelelere çekmiş komünist kadınlardır.
8 Mart’ı da yaratan ve yaşatan mücadelelerin büyümesi ve günümüze ulaşması elbette yalnızca daha fazla sayıda kadının sanayiye katılmasıyla kendiliğinden gerçekleşmedi. Emekçi kadınlar zincirlerini onlara öncülük eden komünist kadınlar sayesinde kırarlar. Komünist kadınlar, çalışkanlıkları, adanmışlıkları, içtenlikleri, cesaretleri, yetenekleri, ışıltılı zekâları ve yaşam sevinçleriyle sınıfın öncü kadınlarına ilham verirler. Sınıfsız bir toplum yaratma davasına emekçi kadının gücünü katarlar. Mücadeleleriyle yolumuzu aydınlatan komünist kadınların yaşamları bu gerçeğin somutlanışıdır.

link: Ezgi Şanlı, Kadınların Mücadelesi, Mücadelenin Kadınları, 18 Nisan 2017, https://marksist.net/node/8082
Paris Komünü ve Kadın Komünarlar


İşçi sınıfının ilk iktidar deneyimi olarak 72 gün boyunca ayakta kalan Paris Komünü, aynı zamanda proletaryanın hem iç hem de dış düşmana karşı verdiği destansı bir direnişin de adıdır. İşçi sınıfının kadınları proletaryanın mücadele sahnesine çıktığı günden bu yana gerçekleşen tüm devrimlerde ve devrimci hareketlerde, ön saflardaki rolleriyle sınıf kardeşlerine cesaret ve güven aşılarken, düşmanlarına da korku salmışlardır. Emekçi kadınların mücadele tarihinin en parlak sayfalarından birini de Paris Komünü oluşturmaktadır. Gerek Komünün gerekse onun içinde kadınların büyük bir rol oynamalarının nesnel zeminini, tarihteki devrimlerin pek çoğunda görüldüğü gibi, bir savaş süreci döşemiştir. Bu süreci kısaca hatırlayalım ve ardından kadın emekçilerin kahramanca mücadelelerine dönelim.
Komüne giden yol
Ekonomik ve politik olarak içinde bulunduğu zorlu durumu, egemenlerin pek çok kez yaptıkları gibi savaşla aşmayı amaçlayan Louis Bonaparte 15 Temmuz 1870’te Prusya’ya meydan okumuş, ne var ki bu meydan okuma bir buçuk ay sonra Fransa’nın yenilgisiyle neticelenmişti. Bu yenilgiyi fazlasıyla “onur kırıcı” hale getirense, Bonaparte’ın Prusya ordusuna esir düşmesiydi. Bu haber Paris’e ulaştığında Paris halkı sokaklara döküldü ve ertesi gün, yani 4 Eylülde, eski yasama meclisi üyelerinin toplantısını bastı. Bunun sonucu cumhuriyetin yeniden ilan edilmesi oldu. Ama Prusya orduları kapıdaydı ve imparatorluk ordusu dağılıp esir düşmüş durumdaydı. Bu arada eski yasama meclisinin Paris milletvekillerinden oluşan bir “ulusal savunma hükümeti” kurulmuş, düşmana karşı savunmayı örgütlemek için de eli silah tutan bütün Parisli erkekler, devletin bir milis gücü olarak oluşturduğu Ulusal Muhafız Birliğine yazılmışlardı. Böylece Ulusal Muhafız Birliğinin çoğunluğunu silahlı işçiler teşkil eder hale gelmişti.
18 Eylülde Paris kuşatması başladı ve Ulusal Muhafız kenti savunmak için seferber oldu. Aylar sürecek zorlu bir direniş başlamıştı. Bu süreçte işçilerin ağırlıkta olduğu Ulusal Muhafız ile burjuva hükümet arasındaki çelişkiler de alabildiğine güçlenecekti. Kuşatma altındaki Paris, beş ay boyunca şiddetli soğuk, açlık, hastalık ve bombardımana maruz kalırken, burjuva hükümet 28 Ocakta Prusya ile ateşkes anlaşması imzaladı. Ardından da yeni bir Ulusal Meclis oluşturmak için seçime gidildi. Fakat seçimler öncesinde demokratik güçlere tam bir gözaltı ve tutuklama terörü uygulandı. Tehdit ve baskı eşliğindeki bu seçimin demokrasiyle en ufak bir ilgisi yoktu. İşçilerin çoğu bu koşullarda yapılan seçimlere katılmadı. Nihayetinde seçimlerden monarşist sağ ezici bir zaferle çıktı ve yeni hükümetin başına yaşlı bir monarşist olan Adolphe Thiers getirildi. 26 Şubatta Thiers, Prusyalıların barış koşullarını kabul ederek Alsace’ın büyük bir bölümünü, Lorraine’in üçte birini ve Metz kentini teslim etmeyi, tazminat olarak 5 milyon frank ödemeyi ve Prusya birliklerinin Paris’te bir zafer geçidi yapmalarını onayladı.[1] Parisli emekçiler bu anlaşmayı öğrendiklerinde dehşete düşmüşlerdi. Buna izin vermeye hiç niyeti olmayan emekçiler, oluşturdukları silahlı gruplarla gece gündüz dolaşıp kenti koruma altına almaya giriştiler. Montmartre, Belleville ve La Chapelle gibi işçi mahallelerinde barikatlar kuruldu. Kentin topları, Prusyalılara kaptırılmamak ve kenti savunmak için Montmartre tepesine taşındı. Burjuvazi Prusya işgali esnasında canını kurtarmak için düşmanla işbirliğine giderken ve ülkeyi düşmana teslim ederken, silahlarını hem Prusya hem de Fransız burjuvazisine doğrultarak savaşanlar Parisli işçiler, emekçilerdi.
Prusya birlikleri 1 Martta Paris’e girdiler ama yaptıkları zafer yürüyüşünün ardından dar bir bölgeye çekilip burada da ancak üç gün kalabildiler. Bu arada Parisli emekçiler ciddi bir açlık ve işsizlik sorunu çekiyorlardı. Şubat ayında ekmek isyanları yaşanmıştı. Erkeklerin çoğu Ulusal Muhafız bünyesine alınmıştı ve Ulusal Muhafızların sayısı 300 bine çıkmıştı. Dolayısıyla nüfusun büyük bir kesiminin tek gelir kaynağı, Ulusal Muhafızlara ödenen günlük 1,5 franklık ücretti. İşte tam da böylesi zorlu günlerde, işbirlikçi hükümet emekçilere yönelik peşpeşe saldırı yasaları çıkarmaya başladı. Ulusal Muhafızın sayısının azaltılması kararı alınıp, ancak çok ihtiyacı olduğunu kanıtlayanlara ücret verilmeye devam edileceği açıklandı. Belediyeye ait rehinci dükkânlarındaki malların satılacağı duyuruldu. Bu karar, Paris kuşatma altındayken ellerindeki eşyaların büyük bir kısmı haczedilen yoksul emekçiler için büyük bir yıkım anlamına geliyordu. Versailles (Versay) hükümeti radikal gazeteleri kapatıp, Auguste Blanqui ve Gustave Flourens gibi işçi sınıfı önderleri hakkında idam kararı da aldı. Ayrıca Paris kuşatması başladığından beri Bordeaux’da toplanmakta olan Ulusal Meclisin Paris’in on beş kilometre uzaklıktaki Versailles’e taşınmasına, böylelikle Paris’in başkentlikten düşürülmesine karar verildi.
Tüm bunlar emekçilerin öfkesini arttırırken, Thiers’in Ulusal Muhafızın elindeki ağır silahları ve topları toplatma kararı alıp 18 Martta askeri birlikleri Paris’e göndermesi her şeyin üstüne tüy dikmiş oldu. Burjuvazi silahlı işçileri büyük bir tehdit kaynağı olarak görüyor ve derhal silahsızlandırmak istiyordu. Ülke işgal altında olsa da mülk sahiplerinin derdi bir an önce “huzurlu”, “sakin” günlere dönüp para kazanmaya devam etmekti. İşçilerse ne silahlarından ne de Paris’ten vazgeçme niyetindeydiler. Thiers’in bu kararını bir savaş ilanı olarak görmüş ve “davet”e icabet etmişlerdi!
Devrim başlıyor, iktidar alınıyor
18 Martta Thiers ve hükümeti Paris’ten Versailles’a çekilirken, Montmartre tepesindeki topları taşımak için atlar gönderdi. Ancak beklemediği bir direnişle karşılaştı. Harekete ilk geçenler kadınlardı. Kadınlar mitralyözlerin çevresini sarıp askerleri sıkıştırdılar. Onlara “bu yaptığınız korkunç bir şey”, “burada işiniz yok” diye bağırıyorlardı. Ateş emri verilen askerlere, “Bize mi ateş edeceksiniz? Bize, kardeşlerinize? Siz, kocalarımız, çocuklarımız?” diye sesleniyorlardı. Bu konuşmalar emekçi sınıflardan gelen askerler üzerinde öyle büyük bir etki yarattı ki, silah bırakıp halkla kucaklaştılar ve daha da ileri gidip generallerini tutukladılar. Daha sonra bir general, “kadınların askerlere yaklaşmasına izin vererek büyük bir hata yaptık” diyecekti. Başka bir bölgede, kadınların tehdit dolu bağırışlarından korkan süvariler atlarını geri sürmüşlerdi. Kadınlar sadece konuşmakla yetinmiyor, atların koşumlarını keserek, topların taşınmasını imkânsız hale getiriyorlardı.
Devrim başlamıştı. Burjuva devlet Paris’i terk etmiş ve kent emekçilerin elinde kalmıştı. 22 Martta Paris’in özerkliği ilan edildi ve 26 Martta bu özerk kenti idare edecek yeni belediye meclisinin, yani Komünün seçimleri yapıldı. 28 Martta ise Paris Komünü ilan edildi. Halk tüm sokakları, balkonları kızıl bayraklarla donatarak, bizzat kendilerinin seçtiği bu yeni yönetimi marşlarla, şarkılarla kutluyordu. “Komüne bağlılık yemini etmiş ulusal muhafız taburları, düzenli ordunun askerleri, topçuları ve deniz piyadeleri başı sonu belli olmayan iki yüz bin kişilik bir kitle, ucuna Frigya başlıkları geçirilmiş bayraklarıyla meydandan geçerek sokaklarda ilerlerken, Seine Nehri boyunca top bataryaları, top atışları ile selam duruyorlardı.”[2]
Komün, ilerleyen günlerde peş peşe aldığı kararlarla, işçi sınıfının iktidarı kendi eline aldığında neler yapabileceğini canlı bir şekilde kanıtlayarak işçilerin kendilerini bile şaşırtacaktı. Öncelikle, Komüne seçilmiş tüm yabancıların görevleri “Komün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıdır” denerek onaylandı. Düzenli ordunun kaldırılıp tüm sağlam yurttaşların katılacağı Ulusal Muhafız tek silahlı güç olarak ilan edildi. Belediyenin rehin sandığındaki tüm hacizli eşyaların satışı durduruldu. Komün üyelerinin ücretleri ortalama işçi ücretlerini geçemeyecek şekilde ayarlandı. Kilise ile devletin ayrılması, din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı. Eğitim, okullardan tüm dini simge, dua vb. kaldırılarak sekülerleştirildi. Napoleon’un 1809 savaşından sonra düşmandan alınmış toplarla döktürdüğü Vendome sütunu, şovenizm ve halkları birbirine karşı kışkırtma simgesi olduğu gerekçesiyle yıkıldı. Komün, işliklerin yönetiminin oralarda çalışan işçilere verilmesi başta olmak üzere çalışma hayatına dair de pek çok karar aldı. Fırıncıların gece çalışması onların isteği üzerine kaldırıldı. O dönemde son derece yaygın olan işçi simsarlığı büroları kaldırılıp, bunlar belediyelere bağlı iş bulma büroları haline getirildi. Kadınların iş ve ücret koşullarının araştırılması, eğitim durumlarının iyileştirilmesi için çalışmalar yapıldı. Paris’i savunurken ölen erkeklerin eşlerinin ve çocuklarının bakımı kent tarafından üstlenildi. Engels’in dediği gibi, “Böylece Paris hareketinin önce yabancı istilacılara karşı savaş sırasında geri plana itilen sınıfsal niteliği 18 Marttan itibaren keskin ve açık bir şekilde belirmiş oluyordu. Komünde yalnız işçiler veya işçilerin kabul edilmiş temsilcileri bulunduğundan Komünün kararları proleter bir nitelik taşıyordu. … Buna rağmen, kuşatma altındaki bir şehirde bütün bu şeylerin gerçekleştirilmesine ancak bir başlangıç yapılabilirdi.”[3] Nitekim 3 Nisandan itibaren Versailles birlikleriyle savaş başlamış ve Komünün en önemli uğraşı, kenti savunmak haline dönüşmüştü.
Kadınlar Versailles’a karşı en önde!
Versailles üzerine yürüyecek Komün taburları inşa edilirken, kadınlar onların önünde saf tutmak için gönüllü olarak ileri atılıyorlardı. Her ne kadar Komünün Merkez Komitesinde ve Konseyinde, oy hakları tanınmadığı için tek bir kadın bile olamadıysa da, kadınlar 72 gün boyunca devam edecek zorlu mücadelede pek çok alanda görev alırken, aynı zamanda, erkeklerin onları sürekli olarak dışladıkları siyaset alanına da pratikte el attılar. Akşamları gerçekleştirdikleri toplantılarda her konuda tartışmalar yürüttüler, eğitimlere katıldılar, Komün gazeteleri çıkardılar. Elbette tüm bunları erkek egemen anlayışa karşı büyük bir mücadele vererek gerçekleştirebildiler. Zira bu anlayışa göre, siyaset dünyası erkek dünyasıydı ve kadınların bu dünyada yeri yoktu. Onlara kadın işi olarak görülen işleri vermek ve tersi durumları yadırgamak Komünün erkekleri arasında da yaygın olan bir eğilimdi. Hatta bu durum, onların siyasi liderliğine soyunanların önemli bir bölümü için de geçerliydi ne yazık ki.
Engels’in “küçük köylülük ve zanaatçının sosyalisti” dediği Proudhon (1809-1875) ise bu erkek egemen zihniyeti en gerici formda teorize edenlerden biriydi ve Fransa’da fazlasıyla etkin bir isimdi. Küçük-burjuva tutarsızlıklar temelinde sözde sosyalist görüşler ileri sürerken anarşizmin teorisini yaptığı iddiasında olan Proudhon’a göre kadınlar zayıf bir doğaya sahiptiler. Erkekler fiziksel olarak da zekâ olarak da daha üstündüler; bu yüzden kadın sanatta da, felsefede de, ahlâken de erkekten daha düşük mertebedeydi! Proudhon, kadının evinde oturması, çocuklarını iyi yetiştirmesi, erkeğe itaat etmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Ona göre, kadının erkeğe bağımlılığı, ortadan kaldırılması olanaksız olan bir zorunluluktu!
Bu gerici düşünceler, Marx ve Engels’in kadın sorununa yaklaşımlarıyla taban tabana zıttı. 1864’te kurulan Uluslararası İşçi Birliğinin (Birinci Enternasyonal) Marx yönetimindeki Genel Konseyi kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onaylamıştı. Ancak Fransız delegasyonu karşı oy kullanmıştı. Bu anlaşmazlık, her seksiyonun kendi üyelik koşullarını belirlemesinin kabulüyle sona erdirilmişti.[4] Enternasyonal’in Fransız delegeleri “kadının yeri evidir” düşüncesindeydiler ve aileyi kadınlar için bir sığınak olarak değerlendiriyorlardı. Kadının başka bir toplumsal işlevi olmamalıydı. Bir işçinin karısı parlamenter olursa işçinin çorbasını kim pişirecekti? Sanayi işçiliği onun “doğal düzene” itaat etmesine engel olurdu ve bu kabul edilemezdi, “ne bugünkü toplumda ne de, özellikle, yeni kurulacak sosyalist toplumda”.[5] Enternasyonal üyesi de olan Komün üyelerinin çoğu ne yazık ki Proudhon taraftarıydı ve kadınlar için bu durum büyük bir dezavantaj oluşturuyordu.
Fakat kadın Komünarlar yılmadılar ve Versailles ordularına karşı kahramanca savaşırken, bu zihniyete karşı da mücadele ettiler. Binyılların egemen anlayışının bir çırpıda değişmesi doğal olarak beklenemezdi. Ama buna rağmen binlerce kadın bunu kırmak için engellerin üstüne gitmekten kaçmadı ve mücadele içinde erkek egemen kalıpları bir bir yıktı. Pek çok erkek savaşmaktan kaçarken, önlerinde dili sivri, eli sopalı kadınları buldu.
Nisan ayının başlarına dek, sayıları iki bin kişiye kadar çıkan kalabalık kadın grupları Concorde Meydanında kızıl bayraklarla gösteriler düzenliyorlardı. Bazıları silah taşıyor, savaşmak istemeyen erkekleri “silahları biz sizden daha iyi koruruz” diyerek aşağılıyorlardı. Versailles’a yürüme çağrılarında bulunan kadınlar, bedenlerini erkeklere siper edeceklerini haykırıyorlardı. Günler ilerledikçe bu gösteriler yerini çok daha somut işlere bıraktı.
Kadınlar, kadınlara özgü görülen yiyecek dağıtımı (kantinciler) ve hemşirelik (ambulansçılar) işlerini cephedeki savaşçılarla yan yana yapıyor, yani bizzat ateş hattında bulunuyorlardı. Çocuklarını bırakıp Komün savaşçılarının yanına koşanların sayısı hiç de az değildi. Pek çoğu bu sırada yaşamını yitirdi, yaralandı, kocalarının, kardeşlerinin yaralanmasına, ölümüne tanıklık etti. Ancak bu büyük acıların hiçbiri onları yaptıkları onurlu işi yerine getirmekten vazgeçiremedi. Kadın emekçiler Komünün savunusunda bizzat savaşçı olarak da yer aldılar.
Bir Ulusal Muhafız, Thiers’in gönderdiği askeri birliklere şu sözlerle silah bıraktırmıştı: “İnanın bana, tutunamazsınız; sizin kadınlarınız gözyaşları içinde, ama bizimkiler ağlamıyorlar.”[6]
Bu kadınlar kocalarını alıkoymayıp, tersine çarpışmaya ittiler, siperlere taşıdılar, onlara çalışırken yaptıkları gibi çorba götürdüler. Komün tarihçisi Lissagaray, birçok kadının evine geri dönmek istemediğini, eline silah aldığını anlatmaktadır. Sıradan kadın işçilerdi bunlar. Bu kadınlar 4 Nisanda silahlı çatışmaya girmişler, geri döndüklerinde bir komite oluşturup, kadınları savaşmaya çağıran bildiriler yayınlamışlardı: “Ya kazanmak ya da ölmek zorundayız! «Sevdiğimi kaybedecek olduktan sonra davam kazanmış neye yarar?» diyenler, şunu iyi biliniz ki sevgililerinizi kurtarmanızın tek bir yolu vardır: onlarla birlikte mücadeleye katılmak.”
Bu kadınlar Komünden silah talep ettiler ve çarpışmalarda görev almak istediklerini söylediler. Bu taleplerinin dikkate alınmaması karşısında ise çileden çıktılar. Bir kadın, Komün merkezine şöyle yazıyordu: “Benim, ortada yalnızca savaşmak isteyen ve savaşan kadınları gören yaralı bir yüreğim var. Size bir delege olarak söylediklerimi ihbar anlamında değerlendirmeyiniz. Bunu yapmak aklımdan bile geçmez. Ama yurttaş olarak, Komün üyelerindeki zaafların gelecekteki tasarılarımızı başarısızlığa uğratmasından korkuyorum.”[7]
11 Nisanda, Komünün gazetesinde yayınlanan bir bildiride ise kadınlar bu kez çok daha keskin bir dille hemcinslerini silahlanmaya çağırıyorlardı. Her ne kadar imzasız idiyse de, bu bildiri birkaç gün sonra Kadınlar Birliğinin kurulduğunu duyuracak olan sosyalist kadın işçilere aitti aslında. “Paris’in Kadın Yurttaşlarına Çağrı” başlığıyla yayınlanan bu bildiri kadınlara şöyle sesleniyordu:
“Kadın yurttaşlar, çocuklarımız, erkek kardeşlerimiz, kocalarımız nerede? Gürleyen topları ve kutsal çağrıyı çalan tehlike çanlarını duyuyor musunuz? Haydi silahlara! … Savaşı nihayete erdirme zamanı gelmiştir.”
“Eğer tutukluları vuran ve önderlerimizi öldüren alçaklar tüfeklerini silahsız kadınlara doğrultursa daha bile iyi! Dehşet ve öfke çığlığı Fransa’dan atılacak ve tüm dünya, istediğimize ulaşmamıza yardım edecek!”
“Tüfeklerin ve süngülerin tümü erkek kardeşlerimizce kullanılıyor olsa bile, hainleri ezecek kaldırım taşları yine de vardır.”[8]
Bu çağrıda, Versailles hükümeti yalnızca suçlu değil, Paris halkının düşmanı olarak nitelendiriliyordu. Halkı sömüren, ezen bu hükümet, kardeş katili bir iç savaş başlatmış ve savaş tutsaklarını idam etmişti. Versailles hükümeti ve yandaşları “halkın katilleri, zalimler, Paris’i yok etmek isteyenler”di! Komünse özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin savunucusuydu! “Halkın halk tarafından yönetimi”ni, sömürenlerin ve efendilerin sonunu ve “herkes için iş ve esenlik” istiyordu.[9]
Devrimin zaferi için ölmeye hazır olduklarını söyleyen kadınlar, her bölgede savunma komiteleri kurmak üzere bir araya gelmişlerdi. Kısa adı Union des Femmes (Kadınlar Birliği) olan örgüt de böylece doğmuştu. Enternasyonal üyesi sekiz kadın işçiden oluşan bir merkez komitesi önderliğinde ve bizzat Marx’ın görevlendirdiği Elizaveta Dmitriyeva başkanlığındaki bu örgüt, “Paris’in Savunulması ve Yaralılara Yardım için Kadınlar Birliği” adını taşıyordu ve kararlılığını, “ortak haklarımızı savunma uğruna ya kazanana dek savaşmak ya da ölmek” diyerek duyuruyordu.
Eş ve anne sıfatıyla bir grup kadın, kardeşlerin birbirini tanıyıp barışçıl bir çözüme varacakları düşüncesiyle ateşkes dilediğinde, Union des Femmes, “utanç verici” olarak nitelendirdiği bu bildiriye şöyle yanıt verdi: “Paris’in kadın işçilerinin istediği barış değil, topyekûn savaştır! Bugün uzlaşmak ihanet anlamına gelir! … Paris teslim olmayacak. Paris’in kadınları Fransa’ya ve dünyaya … halk uğruna, Komün uğruna erkek kardeşleri gibi canlarını verebileceklerini kanıtlayacaktır!”[10]
Bu çağrıları ve bildirileri, ilk olarak Prusya kuşatması sırasında kurulan kadın “teyakkuz komiteleri”nin etkinleştirilmeleri takip etti. Kadınlar sokaklarda üniformalı ve silahlı olarak dolaşıyordu. Gizlenerek ya da kenti terk ederek savaştan kaçmaya çalışan erkekleri kıyasıya eleştiriyor, “Versailles katilleri”ne karşı savaşmayı reddeden bu “korkaklar ve uyuşukları” “ciğerlerini sökmek”le tehdit ediyorlardı. Bir kadın, kadın Komünarlara, kocaları savaşmayı reddederse onları vurmayı öğütlüyordu. Kadınlar, erkekler olmasa bile kendilerinin savaşmaya hazır olduklarını duyuruyorlardı.[11] Kadınlar, Komünü savunmak için gerekli silahların üretiminde de görev aldılar. Yaklaşık 3000 kadın fişek yapımıyla uğraşıyor, 1500’e yakını barikatlar için kum torbası hazırlıyordu.
Burjuvazinin tepkisi
Egemen sınıfın erkek ve kadınları, yoksul mahallelerin emekçi kadınlarının cesaretleri ve erkek egemen anlayışa meydan okuma cüreti göstermeleri karşısında resmen şoke olup çılgına dönmüşlerdi. Bu yüzdendir ki, burjuva gazetelerde Komün tehdidi çoğunlukla kadın kılığında sunuldu; hem Komün esnasında, hem de sonrasında! Kadınların mücadelecilikleri ve cesaretleri sınıf kardeşlerinin saygısını kazanırken, sınıf düşmanlarını irkiltip öfkelendiriyordu. Kadınların toplumsal düzene karşı erkek Komünarlardan daha büyük tehdit oluşturduklarını düşünüyordu burjuvazi!
Burjuva yazarlar, çizerler, politikacılar, Komünar kadın imgesini sıkça Fransız Devrimindeki “örgücü” kadınlarla özdeşleştiriyorlardı; giyotinde kesilen kafaları örgü örerek izleyen “vahşi, insanlıktan çıkmış” kadınlar! Onlara göre Komünar kadınlar, “ölüm için uluyan, haykıran, ölüm gerçekleşince ahlâksızca dans eden ve ölenlerin naaşlarına saygısızlık eden sarhoş fahişeler”, “kanın tadını almış aç sırtlanlar”dı! Bu tür benzetmelerin erkekler için değil kadınlar için yapılması dikkat çekiciydi. Erkekler “zenginleri istemiyoruz” diyen “aşağılık budalalardı, kadınlarsa çok tehlikeli yaratıklardı! Gerici bir yazar şöyle diyordu:
“Zayıf cins bu acınası günlerde utanç verici biçimde davrandı. Komün’e katılanlar –ki böyleleri çoktu– tek bir amaca sahipti: erkeklerin kusurlarını abartarak kendilerini onlardan üstün göstermek... Her yerdeydiler; cıyak cıyak sesleriyle bağırdılar, çağırdılar, kışkırttılar... centilmenin terzisi, centilmenin gömlekçisi, çocuklarının öğretmeni... her türden hizmetçiler. Bu kadınların, bu yoksullarevi kaçkınlarının Jan Dark’a öykünmeleri ve kendilerini onunla kıyaslamaları son derece komikti... Komün’ün son günlerinde bu şirret cadalozlar barikatlarda erkeklerden daha uzun süre direndiler.”
Bir başka burjuva yazarsa, “barikatlardaki cesaretleri, savaştaki acımasızlıkları, duvara dayanmış ölüm mangasının karşısındaki soğukkanlılıkları” ile dikkatleri üzerinde toplayan kadın Komünarlardan şöyle söz ediyordu:
“Kadınlar erkekler gibiydiler; ateşli, öfkeli, acımasız. Ölüme meydan okudular ve tehlikelerden yılmadılar; hiçbir zaman bu kadar çok kadın sokağa dökülmemişti. Şarapnellerin, saçmaların ve mermilerin açtığı korkunç yaraları sardılar, görülmemiş işkencelerden sonra acı ve öfke içinde inleyen, hıçkıran ve bağıran insanların yardımına koştular; sonunda gözleri kana alıştı, kulakları paramparça olmuş bedenlerden kopan yürek parçalayıcı çığlıklarla doldu, kararlı bir tavırla tüfekleri kaptılar, aynı yaralara ve aynı ıstıraplara doğru atıldılar.”[12]
Versailles yandaşları ve bunların besleme gazetecileri, Paris’i “Avrupa’nın tüm alçaklarının” toplandığı bir cehennem olarak betimliyor, namuslu kadınların artık sokağa çıkmaya cesaret edemediğini yazıyordu. Oysa işçiler, emekçiler, hayatlarında ilk kez, eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin lafta değil fiiliyatta hayata geçtiği mucizevi günler yaşıyorlardı o Paris’te. Özellikle de kadınlar. Egemenlere karşı öfkeyle dolan yüz binlerce yürek, sevinçte de, tasada da bir atıyordu. Lissagaray’ın ifade ettiği gibi, bu bir inanç ateşiydi, bir özveri, bir umut ateşiydi! Şöyle diyordu Lissagaray: “48 Haziranında olduğu gibi, barikatların arkasına gizlenip kaldırım taşlarından oluşan silahlarla karşı koymaya çalışan umutsuzlar söz konusu değildi şimdi. 1793’ten çok farklı bir biçimde silahlanmış olan 71 Komünü, altmış binden fazla savaşçıya, yüz binlerce tüfeğe, bin iki yüz topa, beş tabyaya, Montmartre, Belleville ve le Pantheon’un kapladığı geniş bir bölgeye, yıllarca yetecek kadar araç gerece sahipti ve eğer isteseydi milyarlara da sahip olabilirdi. Kazanmak için geriye ne kalıyordu? Biraz devrimci içgüdü. Belediye Sarayında buna sahip olduğu için övünmeyen hiç kimse yoktu.”[13]
Burjuvazinin kendini işçi sınıfının tehdidi altında hissettiğinde yüzyıllardır başvurduğu “kullanışlı yalanlar” Paris Komünü sırasında da propagandanın baş unsurlarıydı. Bu değişmezlerden biri olan “dış mihraklar” savının pratikteki ifadesi o dönemde, “Avrupa’nın ayaktakımı Paris’te toplanmış” ya da Uluslararası İşçi Birliği kastedilerek “isyan emri Londra’daki Uluslararası Birlikten geldi” propagandasıydı. Burjuvazi Komünarları tembeller, ayyaşlar, hırsızlar, yağmacılar, fahişeler olarak yansıtıyordu. Kiliselerin yağmalandığı, rahibelere cinsel saldırılarda bulunulduğu yönündeki haberler de en çok işlenen yalanlardan biriydi. Doğrusu insan bunlara baktığında o günden bugüne dünya burjuvazisinin yalanda pek de yaratıcılık kaydetmediğini düşünüyor! Halkın “hassasiyetlerini” kaşıyarak onu karşı-devrimci temelde galeyana getirmeyi amaçlayan aynı bayağı, aynı pespaye yalanlar!
Bu yalan söylenti silsilesinin en çok öne çıkanlarından biri de “petrolcü kadınlar” efsanesiydi. Versailles birlikleri Paris’e girip Komünü ezmeye başladıklarında, öfkeli Komünar kadınların gazyağı dolu şişeleri yakıp binaları ateşe verdikleri söylentisi kaplamıştı ortalığı. Buna benzer birkaç örnek genelleştirilerek Paris’in tamamının bu şekilde ateşe verildiği iddia ediliyordu burjuva gazetelerde. Egemenler her zamanki gibi yalanda ısrarcıydılar ve ellerinde hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen yüzlerce kadını bu iddialarla suçlayıp katlettiler. Lissagaray, kötü giyinmiş ya da bir süt güğümü, bir kova, boş bir şişe taşıyan her kadının “petrolcü” olarak damgalandığını, giysilerinin parçalandığını ve en yakın duvarın dibine götürülüp öldürüldüğünü yazmaktadır.
Paris Komünü, kadın sorununu erkek egemenliğe karşı tüm kadınların “kızkardeşlik” ekseninde bir araya gelerek mücadele verecekleri bir sorun olarak gören feminizmin pespaye görüşlerini de pratikte yerle bir etmiştir. Burjuva kadınların savaş, Prusya işgali ve Komün karşısında takındıkları tutumla işçi sınıfının kadınlarının tutumunun en ufak bir ortak noktası yoktu. Aksine bu kadınlar arasında uzlaşmaz keskinlikte bir sınıf düşmanlığı söz konusuydu. İşçi sınıfının kadınları, en az burjuva erkeklerden nefret ettikleri kadar burjuva kadınlardan da nefret ediyorlardı. Burjuva kadınlarsa, Komün yenildikten sonra kadın Komünarların gözlerini oymaktan zevk alacak denli büyük bir nefret duyuyorlardı bu “kızkardeş”lerine!
(devam edecek)
[1] Gay L. Gullickson, Komünün Asi Kadınları, Yordam Yay., 1.bsk, s.35-36
[2] Gay L. Gullickson, s.39
[3] Engels, Fransa’da İç Savaş içinde “Engels’in Önsözü”, Yazın Yay., 1. bsk, s.48-49
[4] Tony Cliff, Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi, Ataol Yay., 1. bsk., s.42
[5] Tony Cliff, s.43
[6] Prosper Olivier Lissagaray, 1871 Paris Komünü Tarihi, NotaBene Yay., c.1, s.227-28
[7] Prosper Olivier Lissagaray, c.1, s.228
[8] Gay L. Gullickson, s.144, 145
[9] Gay L. Gullickson, s.175
[10] Gay L. Gullickson, s.145
[11] Gay L. Gullickson, s.159
[12] Tony Cliff, s.43-44
[13] Prosper Olivier Lissagaray, c.1, s.206

link: İlkay Meriç, Paris Komünü ve Kadın Komünarlar, 6 Mart 2018, https://marksist.net/node/6245
Emekçi Kadınlar Mücadeleyle Özgürleşecek


Burjuvazi istediği kadar sınıfsal özünü karartmaya ve onu sistem içine çekmeye çalışsın, 8 Mart, emekçi kadınların kapitalist sisteme, erkek egemenliğine ve bunların bileşik sonuçları olan çifte ezilmişliğe ve çifte sömürüye karşı seslerini yükselttikleri bir başkaldırı günüdür. Bu gün, burjuva ve küçük-burjuva feministlerin iddia ettiği gibi tüm kadınları erkek egemenliğine karşı birleştirecek sözde bir ortak mücadelenin değil, kadın işçilerin sınıf mücadelesiyle iç içe ördükleri kurtuluş mücadelesinin sembolüdür. 8 Mart 1857'de ateşi yakılan isyanın kahramanları nasıl kadın işçilerse, bu isyan ateşini o günden bu yana körükleyenler de her daim onlar olmuştur, ancak onlar olabilir.
Kadınların ezilmişliğinin tarihi elbette kapitalizmle başlamaz; çok daha gerilere, ortaklaşa mülkiyete dayalı, sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi komünal toplumun çözüldüğü dönemlere uzanır. Bu çözülüşü takiben günümüzden yaklaşık altı bin yıl önce ortaya çıkan ilk sınıflı toplum, aynı zamanda tarihteki ilk erkek egemen toplumdu. Böylece insanın insanı sömürmesine paralel olarak, bir yandan da erkeğin kadını ezdiği, sömürdüğü ve aşağı cins konumuna ittiği bir tarihsel dönemin kapısı aralanmış oldu. Bundan böyle erkek egemen ideoloji yaşamın her alanına damgasını basacaktı. Öyle ki, komünal toplumlarda kadın, üretkenliğin, yaşamın ve bereketin simgesiyken, tam da bu toplumların sınıflı topluma çözülmesinin bir ürünü olarak, daha sonra kutsanan, üstün ve ayrıcalıklı görülenler hep erkekler olacaktı. Tanrıçaların yerini erkek tanrılar, ardından onların da yerini artık tek bir erkek tanrı almıştı.
Tümüyle erkek egemen bir bakış açısının ürünü olan tek tanrılı dinlerde, kadın kötülük ve fesatlık kaynağı, ikinci sınıf bir yaratık olarak resmediliyordu. Bu yaratık, Adem'in yani erkeğin cennetten kovulmasının da baş müsebbibi olan bir yoldan çıkarıcıydı. Aklı kıttı, dolayısıyla elma hikâyesinde de olduğu gibi şeytana kolayca uyabilirdi. Bu nedenle erkek ona karşı uyanık olmalı, baştan çıkmamalıydı. Aslına bakılırsa, hikâyedeki "cennet" artık maziye karışan eşitlikçi komünal toplumu simgeliyordu. Dolayısıyla cennetten kovulmayla birlikte mutlu günler de sona ermiş, adaletsizliğin, eşitsizliğin, kargaşanın kol gezdiği bir dünya ortaya çıkmıştı.
Bundan böyle kadın, binlerce yıl boyunca, sadece bir hizmetçi ve erkeğin soyunun sürmesini sağlayan bir çocuk yapma makinesi olarak görülecekti. Üstelik çilesi erkeğe yeryüzünde hizmet etmekle bitmeyecekti, cennette de mesaisi devam edecekti!
Sınıfımız ayrı, sorunlarımız da!
Erkek egemen toplumsal sistemlerle birlikte ayrımcılığa, baskıya, aşağılanmaya uğrayan kadın gerçeğine rağmen, sınıflı toplumların tarihinin hiçbir döneminde kadın cinsine eşit olarak uygulanan bir eşitsizlik söz konusu olmadı. Bazı kadınlar için "ikinci sınıf" olmak bile ulaşılmaz bir ayrıcalık oldu hep. Zira onlar, "üçüncü" hatta "dördüncü sınıf" konumunda olan ezilen sınıfın kadınlarıydılar. Sınıflara bölünen toplumda, ezen sınıfın kadınıyla ezilen sınıfın kadını, bu eşitsizlikten de eşitsiz şekilde nasiplerini aldılar.
Egemen sınıfın kadını için, ister Asyatik toplumda olsun, ister köleci, feodal ya da kapitalist, sorun her zaman aynıydı: mülkiyeti, gücü ve iktidarı erkeğiyle paylaşmak. Ancak buna rağmen egemen sınıfın kadını bile yasalar karşısında erkekle eşit olmadığından kapitalizme gelindiğinde burjuva feminist hareket, kadınların seçme-seçilme, eğitim, miras ve en önemlisi de mülkiyetle ilgili konularda erkeklerle eşit haklara sahip olma mücadelesini yürüttü. 19. yüzyılın sonlarından itibaren ve yirminci yüzyıl içinde burjuva kadını bu tür sorunlarını önemli ölçüde çözüme kavuşturdu.
Ezilen sınıfın kadınına gelince, onun sorunu tüm tarihsel akış içinde tamamen farklı oldu. İster Asyatik toplumda olsun, ister köleci, feodal ya da kapitalist, ezilen sınıfın kadını için mesele özetle şuydu: bir yandan genel olarak erkeğin baskısından kurtulmak, öte yandan çok daha yakıcı bir şekilde, sınıfının erkeğiyle birlikte yaşadığı bir sorun olarak, egemen sınıfın sömürüsünden ve baskısından kurtulmak.
Kapitalizmde kadın, bir patronun ücretli kölesi haline geldiği ölçüde erkekten bir derece özgürleşme şansı yakalar. Kapitalist toplumun gelişmesiyle birlikte kadının toplumsal üretime katılma oranı artar ve para kazanan kadın evde giderek erkeğiyle daha eşit hale gelir. Onu kocasına bağımlı kılan ekonomik nesnel zeminin değişmesi, kadını daha önce görülmedik biçimde evden, dolayısıyla da kocasından "özgür" kılmaya başlar. Ama bu "özgürlük", kocasıyla birlikte geçirdiği saatlerin çok daha fazlasını patrona satan işçi kadının ücretli köleliği pahasına elde ettiği bir "özgürlüktür". Kapitalist toplumda işçi kadının elde ettiği hak, kendisi de mülksüz olan erkeğiyle mülkiyeti değil ücretli kölelik koşullarını paylaşma hakkıdır. Dolayısıyla onun görüp görebileceği yegâne eşitlik sömürülmekte eşitliktir.
Görüldüğü gibi, her ikisi de kadın cinsine dahil olmakla birlikte, burjuva kadınla işçi kadının sorunları arasında en az sınıfları arasındaki kadar derin bir uçurum söz konusudur. Tam da bu yüzdendir ki, mülkiyeti ve egemenliği sınıfının erkeğiyle paylaşmayı amaçlayan burjuva feminizmi ile toplumun ezilen çoğunluğunu oluşturan mülksüzlerin bir parçası olan işçi kadının kurtuluş mücadelesi, ortaya çıktıkları ilk dönemlerden itibaren çok farklı yollardan ilerlemiştir.
Küçük-burjuva feminizminin temel sorunu erkeklerle hukuksal eşitlik sağlanması sorunuyken, işçi kadının sorunu bunun çok ötesine taşar. Birinciler sorunu, mülkiyet, kariyer, statü gibi konularda eşitsizlikte görürler ve kadın sorununun eğitimle, toplumsal ilerlemeyle, hukuksal düzenlemelerle, kapitalizm aşılmadan da çözülebileceğini savunurlar. Onlar sorunu bireysel temelde ele alıp çözümü de o temelde görürler. Oysa işçi sınıfı açısından kadın sorununun çözümü burjuva hukuksal eşitlikle, eğitimle vb. sağlanamaz. Kapitalizm, aşağılanan, ezilen, ayrımcılığa tâbi tutulan işçi kadının yükünü, ücret köleliğiyle iki katına çıkaran bir sömürü sistemidir. İşte bu nedenle onun için özgürlük sorunu, sınıfsal doğası gereği, bireysel değil toplumsal bir devrim sorunudur. Bunu gerçekleştirmek için de işçi sınıfının kadını, kapitalist sömürüye karşı sınıfının erkekleriyle omuz omuza vereceği bir mücadele yürütmek zorundadır.
Kadın sorununu sadece bir cinsiyet sorunu olarak değerlendirmeyip aynı zamanda sınıfsal temelleri ve boyutlarıyla ele alan Marksizmin tersine, küçük-burjuva feminizmi, onu sınıflardan bağımsızlaştırmaya ve erkeklere karşı bir kadın dayanışmasına indirgemeye çalışır. Ne var ki, çıkarları birbiriyle tamamen çelişen sınıfların kadınlarının birbirleriyle dayanışma içinde olmaları olanaksızdır.
Kadın patronların kadın işçilere hiç de kardeşçe duygular beslemediğini, erkek patronlardan çok daha acımasız olabildiklerini işçiler çok iyi bilirler. Tıpkı erkek kapitalist gibi bir kadın kapitalistin de kadın işçiyi tercih etmesinin gerçekte tek nedeni olabilir: daha ucuz işçilik. Kadınların gece vardiyalarında ve mesailerinde çalışmakta problemler yaşamaları, gebelik, annelik durumları gibi nedenler, kadın kapitalistin de canını en az erkeği kadar sıkar ve eğer kendisine sağlayacağı kâr çok da fazla olmayacaksa mümkün olduğunca kadın işçiden uzak durmayı tercih eder. Çalışanlarının tümü kadınlardan oluşan bir kadın kapitalistin işçi ücretlerinin arttırılması, servis, kreş, revir, emzirme odası gibi, kadınları çok yakından ilgilendiren düzenlemelerin yapılması, iş saatlerinin kısaltılması gibi konulara vereceği tepkiyle erkek kapitalistinki arasında herhangi bir fark bulunabileceği düşünülebilir mi?
Kapitalizm kadın işçi için çifte sömürü demektir
Kapitalizm, insan ihtiyaçlarına değil kâra dayalı bir sistem olması dolayısıyla, emekçi kadının yükünü ortadan kaldırmayan bir sömürü sistemidir. Bu sistemde, işçi kadın bir yandan işyerinde patron için üretim yaparken, iş saatlerinden arta kalan zamanının önemli bir bölümünü de ev işlerine, çocukların bakımına ve erkeğin (babanın, kocanın, erkek kardeşin) hayatının yeniden üretimine ayırmak zorundadır. Oysa kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği mevcut düzey, kadını, yorucu, yıpratıcı ev işlerinden kurtarmak için gerekli tüm olanakları yaratmıştır: lokantalar, kreşler, temizlik ve çamaşır şirketleri... Ama bütün bunlar işçi sınıfı için ulaşılmaz lükslerdir. O nedenle işçi kadın en az sekiz saat patron tarafından sömürüldükten sonra yorgun argın eve dönüp, bu sefer de evdeki mesaisine başlamak zorundadır. Yani kapitalizm işçi kadın için çifte ezilmişlik ve çifte sömürü demektir.
Kapitalist sistemde kadın emeği ucuz emek olarak görülmekte ve pek çok durumda salt bu yüzden tercih edilmektedir. Bugün en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kadınlar erkeklerden yüzde 10-25 oranında daha düşük ücret alıyorlar ve bu oran daha geri ülkelerde yüzde 30-50'ye yükseliyor. İstatistiklere baktığımızda dünyanın en yoksul işçilerinin yüzde 60'ını (330 milyon) kadınların oluşturduğunu görüyoruz. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de kadın işçilerin büyük bir bölümü kayıt dışı çalıştırılıyor ve bu nedenle herhangi bir sosyal güvenceleri bulunmuyor. Gördüğümüz gibi, yüzlerce yıllık kapitalizmin emekçi kadınlara sunduğu "eşitlik", sömürülmekte eşitlik noktasının bile çok çok gerisinde kalıyor!
Kapitalizmin tarihi, büyük savaşlarda ortaya çıkan işgücü açığının kadınların kitleler halinde sanayiye çekilmesiyle doldurulmasının ve savaş bittikten sonra çeşitli politikalarla tekrar eve gönderilmelerinin örnekleriyle doludur. Gerek Birinci gerekse İkinci Dünya Savaşı dönemlerinde kadınları üretime çekmek için afişlerle, filmlerle devasa propaganda kampanyaları düzenlenmiş ve milyonlarca kadın işgücüne dahil edilmiştir. Kadınlar kapitalizmin ihtiyacı olduğunda erkeklerle aynı işi yapan eşitler olarak kutsanırken (ücrette değil işte eşitler!), işler kötüye gittiğinde, görevlerinin iyi bir eş ve iyi bir anne olmak olduğu hatırlatılarak evin yolu gösterilir. Örneğin Birinci Dünya Savaşında Almanya'da kadın işçi sayısı yüzde 230 artmış, savaş sonrasında ise bu işçiler yerlerini erkek işçilere bırakarak eve dönmek zorunda bırakılmışlardır. Özellikle 1929 krizini izleyen Nazi iktidarı döneminde, kadınlar Nazi imparatorluğuna çocuk üretecek birer kuluçka makinesine dönüştürülmüşlerdir:
"1930'larda, Nazi Almanya'sında kadınlar zorla işlerinden edildi ve yerlerine erkekler işe alındı. Almanya ve Avusturya'da kadınlar 1929 krizinin yol açtığı kitlesel işsizliğin en ağır yüklerine katlanmak zorunda kaldılar. Kadınlar sigortasız çalıştırılıyor, bu yüzden de işsizlik yardımı hakkını kaybediyorlardı. ... Devlet dairelerinde çalışan kadınlardan, önce işlerini bırakmaları istendi. Almanya'da iktidarı Nazilerin ele geçirmesinin ardından, kadınların işgücünün dışına itilmesi, işsizliği alt seviyelerde tutmak için kullanıldı. ... Annelik, Nazi programının kadınlara ilişkin bölümünün temel taşıydı; sözde üstün ırkın korunması. Evlendikten beş yıl sonra çocuk sahibi olmayan çiftler para cezasına çarptırıldı, dört ve daha fazla çocuk sahibi olanlarsa ödüllendirildi." (Barbara Humphries, Kadın ve Kapitalizm, www.marksist.com)
Ne var ki ikinci savaş patlak verdiğinde her şey tekrar değişecek, kadınlar yine düşük ücretlerle üretime çekileceklerdi. Sadece Nazi Almanya'sında değil genel olarak tüm kapitalist ülkelerde kadın işçilerin kaderi aynıydı.
Tıpkı savaş dönemlerinde olduğu gibi ekonominin büyüme dönemlerinde de, işgücü açığını kapatmak için kadınlar yığınlar halinde üretime dahil edilirler, ta ki kriz patlak verinceye dek. O zaman ilk kapı gösterilecek olanlar yine kadınlardır. Bir kısmıysa çok düşük ücretlerle çalıştırılarak, yaratılan rekabet sonucu ücretlerin genel olarak düşürülmesinde bir araç olarak kullanılırlar. Tümüyle kapitalizmin yarattığı bu koşullardan dolayı, sosyal güvencesi, düzenli bir işi ve geliri olmayan kadının, erkeğe bağımlılıktan, fiziksel ve cinsel şiddetten, ikincil konumundan kurtulması da mümkün olamamaktadır.
Kapitalizmin işçi sınıfına yönelttiği ve dozunu her geçen gün daha da arttırdığı saldırılardan en çok etkilenenler de emekçi kadınlardır. İnsan sağlığının paraya endekslenip hastanelerin ticarethaneye dönüştürülmesinden en çok zarar görenlerin başında kadınlar ve çocuklar geliyor. Yoksulluk nedeniyle okula gönderilmeyenler öncelikle kız çocuklar olurken, dünyada okur-yazar olmayan her 3 kişiden 2'sini kadınlar oluşturuyor. Bu nedenle, herkes için tam kapsamlı, kaliteli ve parasız sağlık hizmeti talebinin yanı sıra, eşit, parasız ve kaliteli eğitim talebi, başta kadın işçiler olmak üzere tüm işçi sınıfının yükseltmesi gereken en önemli ve acil talepler arasında yer almaktadır.
Kadınların uğradığı ayrımcılık ve yaşadıkları eşitsizlik her alanda hüküm sürüyor. Kadınlar, kapitalist toplumda esas olarak mülk sahibi kadını ilgilendiren miras, mülk edinme, seçme-seçilme hakkı gibi konularda kâğıt üzerinde eşit yasal haklara kavuşsalar da, kapitalizmin erkek egemen doğasından kaynaklı olarak cins ayrımcı yasalar ve uygulamalar dünyanın bütün ülkelerinde bugün bile varlığını sürdürüyor. Ve kuşkusuz bunların önemli bir bölümünü işçi-emekçi kadınları mağdur eden yasalar (medeni kanunlardaki, iş yasalarındaki çeşitli maddeler gibi) oluşturuyor.
Dünya genelinde mültecilerin yüzde 80'ini kadınlar oluştururken, yoksulların yüzde 70'i kadın. Dünyada her yıl, yarım milyondan fazla kadın, gebelik ya da doğum sırasında yaşamını yitiriyor. Ve hiç kuşkusuz bunların tamamı emekçi kadınlar. Bu tabloya bakmak bile, kapitalizm altında sınıflardan bağımsız genel bir kadın sorunu tarif edilemeyeceğini gösteriyor aslında.
Sorunumuzu burjuvazinin yasaları ve düzeni çözemez
Kadın sorununun tarif edilmesi noktasında olduğu gibi çözümü noktasında da karşımıza farklı sınıfsal bakış açıları çıkmaktadır. Konuya kendi meşreplerince yaklaşan küçük-burjuva feministler, kadın milletvekillerinin, kadın hukukçuların, kadın patronların, üst düzey kadın yöneticilerin sayısının arttırılmasıyla daha eşitlikçi yasaların çıkarılacağına, daha adil iş ilişkilerinin kurulacağına, "eşitlikçi", "kadıncıl", "duyarlı", "adaletli" bir toplumun yolunun buralardan geçtiğine inanırlar ve mücadelelerini bu alanla sınırlı tutarlar.* Meseleyi işçi sınıfının perspektifinden değerlendiren Marksistlerse, kadın üzerindeki sömürünün, baskının, ayrımcılığın, şiddetin, gerek yasalar bağlamında, gerekse yaşamın içinde, ancak sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle ve kadının mücadele içinde daha fazla yer almasıyla çözüm yoluna girebileceğini savunurlar. Kadın sorununun köklü ve geri dönüşsüz bir şekilde çözüm yoluna girmesi işçi iktidarının kurulmasıyla başlayacak ve cinsler arasındaki ayrımlardan kaynaklanan izler sınıfsız toplumda tümüyle silinecektir.
Cins ayrımcı yasaların tümüyle ortadan kaldırılması ve hukuksal alanda gerçek eşitliğin sağlanabilmesi için yürütülmesi gereken mücadelenin emekçi kadınların mücadelesinde hâlâ çok önemli bir ayağı teşkil ettiği aşikârdır. Bununla birlikte bu mücadelenin oldukça geri düzeylerde seyrediyor olması bile, sorunun sınıf mücadelesiyle nasıl doğrudan bir ilişki içinde olduğunun çarpıcı bir göstergesidir. Sınıf mücadelesindeki genel gerilemenin ve işçi sınıfının örgütsüzlüğünün doğrudan bir ürünü olarak, emekçi kadının kurtuluş mücadelesi de alabildiğine zayıflamıştır. Küçük-burjuva feministler istedikleri kadar sınıflardan bağımsız bir kadın sorunu tanımlayıp, işçi hareketinden bağımsız bir kadın hareketi yaratmaya çalışadursunlar, bu zayıflık feminist hareketteki gerilemenin de birincil nedenidir. Zira şimdiye dek kadın hareketlerindeki gerçek anlamda yükselişlerin tümü, işçi sınıf mücadelesinin de yükselişe geçtiği dönemlerde yaşanmıştır.
Bugün başta komünistler olmak üzere, tüm öncü işçi kadın ve erkeklerin en temel görevlerinden biri de, sendika yönetimlerindeki, grev komitelerindeki, fabrika komitelerindeki ve işçi sınıfının siyasal örgütlerindeki kadın sayısını arttırmaya çalışmaktır. Ekonomik ve siyasal mücadelenin her alanında, her grevde, her direnişte sayısız örneğine rastladığımız üzere, mücadeleye atılan kadın işçilerin birkaç ay gibi kısa bir sürede yaşadıkları dönüşüm kendilerini bile şaşırtacak düzeyde olmaktadır. İşte bu yüzden bizler, emekçi kadını ancak mücadelenin özgürleştirebileceğini, kendine olan güvenini yerine getireceğini ve onu en ön saflara sıçratacağını bilerek, emekçi kadının kurtuluş yolunu ancak erkeğiyle omuz omuza vereceği mücadelenin açacağına inanıyoruz. Bu yolu alabildiğine genişletecek olanınsa, tıpkı Ekim Devrimi örneğinin de gösterdiği gibi, işçi devrimiyle kurulacak bir işçi iktidarı olduğu tarihteki örneklerden açıkça bellidir.
* Kuşkusuz kendilerini hukuksal alandaki mücadeleyle sınırlamayan küçük-burjuva feministler de bulunmaktadır. Bu feminist kadınlar esas olarak erkek egemen toplumsal yapıya karşı çıktıklarını savunurlar, fakat kadın sorununu büyük ölçüde kendinden menkul bir mesele olarak ele aldıklarından, mücadelelerini sınıf mücadelesiyle birleştirmekten ve sosyalizm mücadelesinin parçası haline getirmekten alabildiğine uzak dururlar. Nitekim her 8 Martta, devrimci çevrelerin kadınlı erkekli karma bir katılımla gerçekleşecek birleşik ve daha güçlü bir eylem önerisini "erkekler miting alanına giremez" diyerek uzlaşmaz bir şekilde reddeden, fakat aralarında kendilerine sosyalist diyenler de bulunduğu halde, aynı hassasiyeti burjuva kadın kuruluşlarının katılımı konusunda göstermeyenler de bunlardır.

link: İlkay Meriç, Emekçi Kadınlar Mücadeleyle Özgürleşecek, Mart 2006, https://marksist.net/node/961
Kadın Cinayetleri Kapitalist Çürümeye Ayna Tutuyor


Mersin’de tecavüz girişimine uğrayarak katledilen Özgecan Aslan, kadınları hedef alan cinsel vahşetin son yıllardaki katlamalı tırmanışının hangi noktaya geldiğini çarpıcı biçimde ortaya koydu. Bununla kalmayarak, kadın cinayetleri nedeniyle birikmekte olan öfkeyi de patlama noktasına getirdi. Dört bir yanda protestolar ve Özgecan’ı ve diğer kadın kurbanları anma eylemleri düzenlendi, yanı sıra medyada da yoğun bir tartışma yürüdü.
Son dönemde kadın örgütlerinin özellikle vurguladıkları üzere, bugün Türkiye’de ortalama olarak günde 3 kadın cinayete kurban gidiyor. Kadın cinayeti haberlerinin bültenlerde yankılanmadığı gün geçmiyor. Cinayet kadına yönelik şiddetin en uç biçimi. Bunun dışında, kadına yönelik şiddetin farklı birçok düzey ve biçimi var ve bu vakalar sayılamayacak kadar çok. Tecavüz ve taciz vakalarının çok büyük bir bölümü gizli kalmaktadır. Uğradıkları çok yönlü baskının bir uzantısı olarak kadınlar maruz kaldıkları baskı ve şiddeti çoğu zaman sineye çekmek zorunda kalmaktadırlar.
Özellikle Türkiye’de kadınların katledildiği vakaların neredeyse tamamı cinsiyet temellidir. Yani kadınlar erkekler tarafından ve salt kadın olmalarından doğan gerekçelerle öldürülmektedirler. Örneğin 2013 yılında, öldürülen kadınların “yüzde 54’ü kocaları veya eski kocaları, yüzde 12’si sevgilileri, yüzde 18’i akrabası olan erkekler tarafından öldürüldü: 104 kadını kocaları, 12’sini eski kocaları, 25’ini sevgilileri, altısı eski sevgilileri, 10’u babaları, dokuzu damatları, 18’i akrabası olan diğer erkekler (kayınpeder, dünür, ağabey, kardeş vs.), üçü birliktelik teklifini reddettiği erkekler, biri aile kararı, dördü arkadaşları, dördü nişanlısı, üçü tacizcisi, üçü hırsızlar, üçü tanımadığı erkekler, ikisi komşuları, ikisi kan davalı olduğu ailelerin erkekleri tarafından öldürüldü.” (Bianet)
Bu utanç verici tablo kadınlara reva görülen muamelenin boyutlarına sadece küçük bir ışık tutmaktadır. Her ne kadar, saklaması pek kolay olmayan bir şey olduğu için cinayetlerin kayıtlara önemli ölçüde geçtiği düşünülse de, sistematik veri toplama ve raporlama yapılmadığı için bu sayılar eksiktir. Cinayet boyutuna varmayan şiddet vakalarının ise çok azı kayıtlara geçebildiği için, gerçek tablonun çok daha vahim olduğu herkesin farkında olduğu acı bir gerçektir.
Bu tablo hiç kuşkusuz Türkiye’ye özgü boyutlar içermektedir. Ancak genelde kadınlara yönelik ayrımcılık, özelde de kadınları hedef alan şiddet tüm dünyada yaygın bir olgudur. Kapitalizmin en gelişmiş olduğu (en medeni) ülkelerde bile kadına yönelik şiddet, tecavüz, taciz vs. oldukça yaygındır. Türkiye’de tüm ülkelere yaygınlaştırılamayacak “namus cinayetleri” gibi vakalar, mevzuatta ve yargı sisteminde açık biçimde kadının aleyhine işleyen bir yapının olduğunu biliyoruz. Ataerkil zihniyet keza tüm dünyada mevcut olmakla birlikte Türkiye’de ve benzeri ülkelerde çok baskındır. Kadının, bir namus sembolü oluşu ya da daha somut olarak ailenin namusunun onun şahsında sembolleşmesi, gelişmiş kapitalist toplumlarda önemli oranda aşılmıştır. Ama Türkiye’de bu durum hâlâ güçlü biçimde varlığını sürdürmektedir. Bu farklılıklar nedeniyle, Türkiye’de örneğin kadınları hedef alan şiddet biçimleri kovuşturulmayabilmekte ya da tümüyle geçiştirilmekte, cezasız kalabilmekte ya da hafif cezalarla karşılanmaktadır. Şiddete maruz kalan kadın, eğer canını kaybetmemişse, yerleşik genel baskı nedeniyle her şeyden önce yasal mercilere başvurmaktan çekinmektedir. Böylece şiddetin büyük bölümü kayıtlara bile geçmemektedir. Başvurduğu durumda ise çoğu zaman aile içi meseleler denilerek kadın evine geri yollanmaktadır. İşleme geçilen az sayıda durumda ise kolluk güçleri konuyu erkeğe mümkün olan en az zararı verecek ve kadına da yeni acılar yaşatacak şekilde ele almaktadır.
Fazlasıyla uzatılabilecek bu liste, Türkiye’nin Doğu despotizmi ile karakterize olan özgün tarihsel geçmişi ve bunun üzerine gelen gecikmeli kapitalist gelişmesi ile yakından alâkalıdır. Bugün de, kapitalist gelişme hayli yol kat etmiş olmasına rağmen, bu mirasın ağır yükü güncel hayatta kendini hissettirmektedir ve birbiri ardına gelen burjuva hükümetler kadınlara yönelik ayrımcılığın ortadan kaldırılması yolunda etkili çabalara girişmemektedirler. Bunun yerine, en iyi durumda, genel ataerkil (erkek egemen) yapıyı kökünden sarsmayacak türde değişimlerle oyalanmaktadırlar. Dahası, bugün AKP’nin de yaptığı gibi, birçoğu da çeşitli uygulamalarla kadının geleneksel olarak toplumda erkeğe tâbi ikincil konumunu sağlama almaya çalışmaktadır. AKP’nin kadını esas olarak anneden ibaret gören ve onu yasal-pratik alanda da bu konuma sıkıştırmaya uğraşan uygulamaları bunun tipik örnekleridir.
AKP’nin dinsel taassuptan da beslenen zihniyeti, başta Erdoğan olmak üzere çeşitli düzeylerde yöneticiler tarafından pervasız biçimde ifade edilmektedir. Kadınla erkeğin fıtrattan dolayı eşit olamayacağını söylemekten tutun, tecavüze uğrayarak hamile kalan kadınların kürtaj yaptırmasına bile engel olmak üzere “çocuk neden ölsün, onun yerine kadın ölsün” demeye kadar varan beyanatlar, kadının erkeğe emanet olduğunu söylemeler, kadının en büyük kariyeri anneliktir demeler, kadınların kıyafetini devletin en üst katından kınamalar vb., tüm bunlar o kaba ataerkil zihniyeti açığa vurmaktadır. Böylesi bir zihniyetin kadının zaten dezavantajlı olan konumunu düzeltme yolunda ciddi bir çaba göstermeyeceği kendiliğinden bellidir.
Son tahlilde zaten mevcut olan zihniyetin devam ettirilmesi olan bu söylem, söylem olarak kalmamakta, toplumsal hayatın içinde, yargı ve kolluk sisteminin içinde bilfiil uygulamaya dönüşmektedir. Milyon bahaneyle hafifletici sebepler bahşedilen tecavüzcüler, “haksız tahrik”, “iyi hal” gibi ödüllendirmelerle son derece hafif cezalar alıp (ya da hiç almayıp) normal hayatlarına dönebilmektedirler. Yine aynı zihniyet ve bu doğrultudaki pratik uygulamayla, yasal olarak tümüyle men edilmiş olmamakla birlikte kamu hastanelerinde kürtaj fiilen yapılmamaktadır.
AKP ve onun zihniyetine karşı mücadele bu bağlamda hiç kuşkusuz anlamlı ve gereklidir. Ancak sorunun neredeyse tümüyle AKP’ye indirgenmesi yönündeki eğilim, sorunun gerçek boyutlarının gözden kaçmasına hizmet eden kolaycı bir eğilimdir. Kapitalizmi ve onun toplumu çürütmesini başa almayan bir yaklaşım yanlış yollara kolayca sapabilmekte, sorunun kapitalizm altında da çözülebileceği yanılsamasına yol açmaktadır.
Yanlış adresler
Özgecan cinayeti nedeniyle fitili ateşlenen yoğun tartışmalar, soruna yönelik duyarlığın yükselmesine belli ölçüde hizmet etse de, genellikle, yeteri kadar derine inilmemekte ve sorunun gerçek kapsamı ve çözümün doğru rotası net biçimde ortaya konamamaktadır. Bir toplumsal çürüme ya da cinnet halinden söz edilmekle birlikte, asıl olarak, cezaların yeteri kadar caydırıcı olmaması, geri kalmışlık, eğitimsizlik, kimine göre din kimine göre “dinsizlik” gibi hususlar sorunun adresi olarak sıkça telaffuz edilmektedir. Toplumsal çürüme dendiğinde de, bu çürüme bir cenahta “laik ve Batılı toplumsal düzene”, diğer cenahta ise dinsel baskı ve uygulamalara bağlanmaktadır.
Sorunun bir toplumsal geri kalmışlık ve onunla bağlantılı olarak cehalet/eğitimsizlik olduğundan sıkça dem vuran anlayış, kadını hedef alan acımasız şiddet hadiselerini genellikle medeniyetsizlik/ilkellik olarak ele almaktadır. Ancak bu yaklaşım, sorunun bazı yönlerini belki açıklayabilse de, özünü açıklama yeteneğinde değildir. Bunun için basitçe gelişmiş kapitalist ülkelere bakmak yeterlidir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde sırf kadın olmaktan kaynaklanan sebeplerle kadınların cinayete kurban gittiği vakaların oranı, Türkiye gibi ülkelere göre oldukça düşüktür. Keza bu ülkelerde “töre cinayeti” gibi olgulardan da pek söz edilemez. Bu hiç kuşkusuz toplumsal ilerlemenin bir sonucudur. Ancak kadını hedef alan cinsiyet motivasyonlu cinayet vakalarının gelişmiş kapitalist ülkelerde genel olarak azalması, ne bu ülkelerde bu tür cinayetlerin ortadan kalktığı ne de kadına yönelik şiddetin başka biçimlerinin aynı ölçüde azaldığı ya da ortadan kalktığı anlamına geliyor. Cinayetler konusundaki veriler gösteriyor ki, söz gelimi Avrupa ülkelerinde bile kadın cinayetlerinin yaklaşık yarısı eşler, eski eşler, akrabalar tarafından işlenmektedir. Bu, kadının sosyal yaşamının hâlâ ne denli büyük oranda aile çevresinde döndüğünü gösterdiği gibi, aile içi şiddetin de boyutlarına ışık tutmaktadır. Diğer yandan asıl olarak tecavüz ve taciz gibi şiddet biçimlerinde sayılar ciddi boyutlardadır. Örneğin 2012 yılına ait Birleşmiş Milletler verilerinde ABD, Belçika, Yeni Zelanda gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde yüz bin kişi başına yılda 30 civarında tecavüz gerçekleşmektedir. Bunlar polise intikal ederek kayıtlara geçen vakalardır. Bu sayının anlamı, sözgelimi ABD için yılda yaklaşık on bin tecavüz demektir. Dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesinde yılda on bin tecavüz vakası yaşanıyorsa, kadına yönelik cinsel şiddetin özünde geri kalmışlık ya da gelişmişliğin yatmadığını görmek gerekir. Bununla gelişmenin şiddet konusunda hiçbir etkisinin olmadığını söylemiyoruz elbette, sadece sorunun temelinin ya da özünün başka bir yerde yattığına dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Bu arada, bir parantez açarak, gelişmişlik/azgelişmişlik sorunu ile ilgili bir önemli noktaya vurgu yapmak gerekiyor. Sonuç olarak elbette toplumsal ilerleme sorunun belli ölçülerde azalmasını getirmektedir. Ancak bu ilerleme nasıl gerçekleşmektedir diye soracak olursak, bunda, içinde değişik renkleriyle sosyalist işçi hareketinin büyük payı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Hem de bunu kuvvetle yapmak gerekiyor, zira bugün bu gerçek değişik biçimler altında dört bir koldan gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor. Kadının özgürlük mücadelesinin sembolü olan 8 Mart gibi günleri de doğuran bu işçi hareketidir. Yüz yılı aşkın bir süre boyunca verilen kahırlı sınıf mücadelelerinin sonucunda bugün gelişmiş ülkelerdeki yeni kuşaklar bazı kazanımlardan yararlanmaktadırlar.
Geri kalmışlık sorunuyla bağlantılı olarak vurgulanan eğitimsizlik için de benzer şeyleri söylemek mümkündür. Gelişmiş kapitalist ülkelerin aynı zamanda daha eğitimli nüfusa sahip ülkeler olduğunu hatırladığımızda, tüm söylediklerimizin eğitim bağlamında da geçerli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Dahası, kadına yönelik şiddet konusundaki birçok araştırma, eğitimli nüfus kesimleri içinde de kadına yönelik şiddetin ve istismarın oldukça yaygın olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Eğitim elbette önemsiz bir etmen değildir, ancak kapitalizm altındaki eğitime, sahip olmadığı bir ulviyeti ve kudreti yüklemek en iyi durumda aydınlanmacı dar kafalılıktır, yanlış yollara sapmak anlamına gelir. Eğitimin ve genel toplumsal ilerlemenin rolünü hiçe saymaksızın, kapitalizm altında bunların yine de temeldeki sorunu çözüme kavuşturamayacağını vurguluyoruz. Kemalistçe “çağdaşlık” vurgularıyla, “çağdaş kadın” yüceltmeleriyle sorunun çözülemeyeceği net biçimde görülmelidir.
Peki, sorun daha ağır ve şiddetli cezalarla hallolabilir mi? Ya da sorun yeterince caydırıcı cezaların olmaması mıdır? Baştan söyleyelim, sorun cezaların arttırılmasıyla, kimilerinin dillendirdiği gibi idam cezasının getirilmesiyle ya da hadım gibi şeylerle çözülemez. Genelde idam cezasının olduğu ya da başka türde ağır cezaların olduğu ülkelerde ne daha az suç işleniyor ne de bundan dolayı daha az taciz ve tecavüzden söz edilebilir. Yukarıda verdiğimiz gelişmiş ülke örnekleri içinde ABD bu açıdan da özellikle çarpıcıdır. Tekrar pahasına belirtelim, idam cezasının yaygın biçimde uygulandığı ve cezaların genelde hayli ağır olduğu ve bu nedenle hapishane nüfusunun olağanüstü boyutlara ulaştığı ABD’de yılda on bin tecavüz yaşanmaktadır. Fakat yanlış anlamaya yol açmamak için belirtelim ki, bu noktayı vurgulayarak, Türkiye’deki yargı sisteminde kadına yönelik şiddet vakalarında hafif cezalara, bol keseden kullanılan hafifletici sebeplere, iyi hal indirimlerine vs. asla davetiye çıkarmıyoruz. Aksine erkek egemenliğinin somutlandığı bu tür adaletsizliklerin kaldırılması yolundaki somut talepler emekçi kadınların mücadelesinin de talepleridir. Sadece ağır cezaların soruna çare olmadığını akıldan çıkarmamak ve tüm dikkati bu gibi tâli noktalara odaklamamak gerekiyor.
İslamcı-muhafazakâr yaklaşım
Eğitim eksikliğinden dem vuranlar sadece “çağdaşlık” yanlıları değildir. İslamcı-muhafazakâr akımlar da kendi tarzlarında eğitimden dem vurmaktadırlar. Onların eğitimden anladıkları kendiliğinden anlaşılabileceği gibi din eğitimidir. Onlara göre yaşananların bir nedeni topluma verilen yanlış eğitimdir. Bu da “laik-Batıcı” eğitimdir. Bu eğitim sistemi yüzünden kadınlar ev içi mahrem hayatlardan çıkıp dış sosyal yaşama karışmış ve ahlâksızlığa teşne hale gelmişlerdir. Evde kocasının mazbut hizmetkârı, çocuklarının bakıcısı ve ailenin çimentosu olarak varlık sürdürecek yerde, ev dışında kocasından bağımsız olarak çalışması, kocasının isteklerine boyun eğmemesi, tanrısal buyrukla ona emanet edildiğinin farkında olmaması, fıtraten uygun olmadığı halde erkekle eşit olduğu vehmine kapılıp problem çıkarması gibi nedenlerle, toplumsal yaşamda huzur bırakmamış ve aynı zamanda ev dışındaki serbest yaşamları ve tesettüre uygun olmayan kıyafetleriyle erkeklerin de cinsel iştahlarını kamçılayarak şiddete davetiye çıkarmışlardır! İşte bu nedenle topluma ve özellikle kadınlara yoğun bir İslami din eğitimi vermek elzemdir!
Dolayısıyla İslamcıların soruna çözüm bağlamında söylemlerinin temel bir ayağını “daha çok din verelim bu sorun hallolur” oluşturmaktadır. Oysa, uzun boylu anlatmaya gerek olmasa da, kadına yönelik şiddetin, tam da kadını erkeğin yanında ikincil bir konuma koymakla doğrudan alâkası vardır. Kendisini üstün ve asli gören erkek, bu konumdan hareketle zayıf ya da ikincil olan cinse eşitsiz muameleyi doğal bir durum olarak görmekte ve bunun bir uzantısı olarak şiddete de kolayca yönelebilmektedir. Bunda kendini meşru görebilmektedir, zira kadın “söz dinlememekte”, bağımsız bir birey olarak davranmak, kendi kararlarını almak isteyebilmektedir! İşte erkeğin kendine yakıştırdığı konumla şiddet arasındaki bu temel bağlantı, muhafazakâr tasavvurda tümüyle gözlerden saklanmaktadır.
İslamcı-muhafazakâr “çözüm”, temelde kadını toplumsal yaşamdan izole etmeye dayanmaktadır. Çünkü varsayım, kadının “erkeğin şeytanı” olduğu, suçun asıl kaynağının kadın olduğudur. Kadın göz önünden çekilirse ya da erkeklerden izole edilirse, erkeklerin cinsel iştahları kışkırtılmamış olur. Dahası kadınlar da dış dünyadan fazla etkilenerek bağımsız hareket etmeye ve baş kaldırmaya yönelmezler. Okulları cinsiyet temelinde bölme, toplu taşımada “pembe otobüs” türünden projeler, kapalı sitelerde yaşam gibi sözde çözümler bu zihniyetin ürünü olarak önümüze gelmektedir.
Kadını gizlemek çözüm olmak bir yana, sorunları daha da azdırmaktan başka bir sonuç vermez, vermemektedir. Bu, gerçekte ona yönelik baskı ve şiddeti hem daha çok arttırmak hem de bunu gizlemek anlamına gelir. Şu ana kadar kendini İslamcı rejim olarak adlandıran tüm rejimlerde (Afganistan, İran, Suudi Arabistan, IŞİD) temelde bu anlayış doğrultusunda yürütülen uygulamaların sonucu yeryüzündeki en kadın düşmanı örnekler olmuştur. Bu rejimler yeryüzünde kadınların toplumdaki söz hakkının en az olduğu rejimler arasında başta gelmişlerdir.
Dahası kadına yönelik bu genel yaklaşım, İslamcı muhafazakârların çok yakınıyor göründükleri ahlâki çökkünlüğün dini bayrak edinmiş görünen çevrelerde yeni yeni biçimlerinin ortaya çıkmasını da tetiklemiştir. Nitekim bu kesime ait çeşitli yazarlar arasında buna dikkat çekenler vardır. Bu da kitlelere daha fazla din verelim sorun çözülür şeklindeki düşüncenin yanlışlığına dair bir kanıt sunmaktadır. Dindar geçinen patron ve yöneticilerin emirleri altındaki kadın çalışanlara yönelik tacizde diğerlerinden aşağı kalmadığını, fabrikalardaki işçiler gayet iyi bilmektedirler. Üstelik bu taciz vakaları kadınları dindarlıklarına göre de ayırt etmemektedir. Başörtüsü taktığı için daha dindar ve mazbut addedilen kadın işçiler de diğer kadın işçiler kadar tacize ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Bu durum sadece fabrikada değil, evde ve sokakta da aynıdır. Evde baskı ve şiddete maruz kalma açısından dindar ailelerin diğerlerinden aşağı kalır yanı yoktur. Aksine genelde kapalı kültür nedeniyle bu tür ailelerde kadının maruz kaldığı baskı daha da fazla olmakta, ama bu dışa daha az yansımaktadır.
Zaman zaman İslamcıların bazılarının ağzında, toplumsal çürümeyi anlatmak üzere, kötü anlam yüklenmiş bir kapitalizm sözünü de duymak mümkündür. Bunlar açısından kapitalizm kelimesinin bilimsel anlamda kapitalizm kavramı olmadığını hemen belirtmek gerekir. Onların ağzındaki kapitalizm özetle Batı dünyası demektir. Kendilerinin savunduğu sözde İslami ekonomik düzenin de kapitalizm olduğundan habersiz gibidirler. Tek farkları ideal tasavvurlarındaki düzende kapitalistlerin daha hayırsever olmalarıdır. Üstelik bu da ancak tasavvur dünyasındadır, fiiliyatta kapitalist dünyanın en acımasız uygulamalarını sergilemekten hiç geri durmayan ve açgözlülükte diğerlerinden geri kalmayan İslamcı kapitalistler vardır.
Kapitalist toplum ve kadın
Toplumdaki köklü birçok sorun gibi kadın sorunu da varlığını kapitalizm sayesinde sürdürebilmektedir. Elbette kadın sorununun kapitalizmin gerisine uzanan kökleri vardır. Ancak bu sorunun başka bir anlatımı olan ataerki, toplumsal yaşamda ve tarihin akışında sınıf olgusundan daha temel bir belirleyen değildir, daima sömürücü sınıf egemenliği düzenlerinin temel çerçevesi içinde varlığını sürdürebilen bir olgudur. Sınıf egemenliğinin ortadan kalktığı yerde, ataerkinin sistematik bir olgu olarak varlık bulabilmesi mümkün değildir. Nitekim sınıflı toplum öncesine ait arkeolojik ve antropolojik bulgular, genellikle cinsiyetler arasında eşitlikçi ilişkilere işaret ediyor.
Kapitalist toplumda hâkim olan meta ilişkileri, doğası gereği dostluk, kardeşlik, dayanışma, paylaşma gibi insani değerlerin altını oyar. Meta ilişkilerinin tahrip edici baskısı altındaki bireyler ya da gruplar, aralarındaki farklılıkları bir yarış, kıskançlık, ayrıcalık ve doğal olarak çatışma konusu olarak görmeye itilirler. Kapitalist toplumda rekabet esas düstur olduğundan, altta kalanlara, dezavantajlı durumdakilere tepeden bakma, küçümseme ve dışlama eğilimi kendiliğinden ürer. Onlara yönelik baskı ve şiddet de belirli bir doğallıkla kabul görür. Göçmenlere yönelik baskı ve şiddet, siyahlara yönelik baskı ve şiddet, azgelişmiş ülkelere yönelik askeri saldırganlık nasıl daha kolay kabul edilebilir görünürse, aynı şekilde, başlangıçta biyolojik farklılıklarla şekillenen, daha sonra toplumsal bir nitelik kazanan cinsel işbölümü nedeniyle tarihsel olarak dezavantajlı bir konuma düşen kadınlara yönelik baskı ve şiddet de genel olarak daha kolay mazur görülmüştür.
Sevginin, cinselliğin adice bir pazarlama metaı haline geldiği kapitalizm şartlarında, kadının derin tarihsel kökleri olan dezavantajlı konumunun aşılması asla mümkün olamaz. Yeni bir toplumsal ilişkiler bütünü söz konusu olmadıkça kadının kazanımları belli bir sınırın ötesine geçemeyecektir. Cinsiyet ilişkilerini toplumsal ilişkilerin bütününden soyutlayarak ele almanın hiçbir temeli yoktur. Toplumsal ilişkilerin başka alanları kapitalist toplumun belirlediği çizgiler üzerinde kalıp da, cinsiyet ilişkilerinin baskı ve istismarın tüm biçimlerinden azade kalabileceğini düşünmek ancak bir kuruntu olabilir.
Filmlerde, dizilerde ve farklı türde televizyon programlarında kapitalist rekabet unsuru, kaçınılmaz biçimde insanların en ilkel dürtü ve zaaflarına artan ölçüde hitap edecek doğrultuda iş görür. Daha fazla şiddet, daha göz alıcı şiddet biçimleri, daha fazla cinsellik vb. geçer akçe haline gelmektedir. Böylece şiddet ve ölçüsüz cinsel tatmin arayışı olağanlaşıp meşrulaşmakla kalmayıp, hayatın başka boyutlarının önüne geçirilmekte, teşvik edilmektedir. Ölçüsüz bir haz arayışı (hedonizm) ve böylesi bir arayış içinde uyuşma arzusu, genel tatminsizlik ve mutsuzluk hali yaygınlaşmaktadır. Bu durum kapitalist toplumun çürümesinden başka bir şey değildir.
Bugün sözde kadına yönelik şiddeti, cinsel ayrımcılığı kınıyor görünen ve hatta asıp kesen riyakâr burjuva medya, kadın cinselliğini alabildiğine kışkırtıcı biçimde kullanmaktan geri durmamaktadır. En sıradan haberlerin bile cinsellik sosuyla verilebildiği bu kuburdan sağlıklı insani ilişkilere doğru bir yol çıkmayacağı, kadına yönelik taciz ve şiddetin son bulmasına varılamayacağı açıktır.
Öte yandan kapitalizmin ortadan kaldırılması da kadınların erkeklere karşı mücadelesiyle gerçekleşebilecek bir şey değildir. Yani feminist perspektif sorunun nihai ve gerçek çözümü açısından özde yanlıştır. Buna rağmen feminist anlayışa sahip çeşitli kadın örgütlenmelerinin kadın hakları doğrultusunda mücadeleleri hiç kuşkusuz bütünüyle anlamsız ya da değersiz değildir. Kadınların çeşitli kazanımlarında feminist akımın da katkıları olmuştur. Ancak köklü çözüm, salt bir kadın mücadelesi sorunu değildir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde söz konusu mücadelelerin de katkısıyla gelinen nokta ortadadır. Kadınların toplum içindeki konumunda genel bir düzelme ve bunun bir parçası olarak önemli yasal haklar elde edilmiş olmakla beraber, yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, bu ülkelerde de kadına yönelik cinsel şiddet ortadan kalkmamış, aksine kapitalist çürümenin artışıyla birlikte yaygınlaşarak devam etmiştir. Kadının cinsel meta haline getirilmesi ve bunun getirdiği problemler ise bu ülkelerde en uç boyuta ulaşmıştır.
Mücadelenin somut hedefleri olarak gündeme getirilebilecek birçok nokta bulunmaktadır. Ancak özellikle hukuk sisteminde kadına yönelik eşitsizlik ve baskıların bir bölümünü ifade eden yasa ve uygulamaların kaldırılması en acil türde talepler arasındadır. Kadın cinayetlerinde ve tecavüz vakalarında zanlının “ağır tahrik” ya da “haksız tahrik” gibi etmenlerle veyahut yargı sürecindeki sözde “iyi hal” dolayısıyla ceza indirimlerinden yararlandırılması gibi uygulamalara derhal son verilmelidir. Keza “namus cinayeti” adı altında kadınların katledilmesine özür bulan ataerkil zihniyetin hukuk sistemindeki her türlü yansıması tümüyle kazınmalıdır.
Bu somut ve acil mücadele talepleri etrafında verilen mücadeleler hiç kuşkusuz gerekli, anlamlı ve değerlidir. Ancak sorunun bu tür taleplerin kazanılmasıyla aşılabileceğini düşünmek ya da bu yönde yanılsamalar oluşturmak kadının kurtuluşu sorununu hafife almak olacağı gibi, ufku sınırlayarak kapitalist toplumdaki daha örtülü ve ince baskı biçimlerini, toplumsal çürümenin nice farklı biçimlerini kabullenme sonucunu getirir. Bu noktada emekçi kadının örgütlülüğü, onun örgütlü mücadelesi esastır. Bu mücadele işçi sınıfını cinsiyet temelinde bölecek türden cinsiyetçi yaklaşımlarla ilerleyemez, aksine zayıf düşer. Kapitalizme son verilmesi ve onunla birlikte ataerkil etkilerin kökünün kazınması, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfının bir bütün olarak vereceği örgütlü mücadeleye bağlıdır. İki kat ezilen kadın işçilerin bu mücadelede tüm varlığı ve enerjisiyle ön saflarda yerini alması, muazzam bir dinamiktir.

link: Levent Toprak, Kadın Cinayetleri Kapitalist Çürümeye Ayna Tutuyor, 4 Mart 2015, https://marksist.net/node/4006
Kadın Sorunu ve Ekim Devrimi


Kapitalizm, büyük sanayi sayesinde, kadının toplumsal ölçekte üretime katılımının önündeki engelleri kendinden önceki sınıflı toplumlara kıyasla kat be kat yıkarken, bir yandan da onun özgürleşmesinin ve kurtuluşunun önüne kalın duvarlar çekmeye devam ediyor. Engels, toplumsal üretimden dışlandıkça ve özel ev işleriyle sınırlı kaldıkça, kadının kurtuluşunun ve kadın erkek eşitliğinin olanaksız olduğunu söylüyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Kadının kurtuluşu ancak geniş, toplumsal ölçekte üretime katılabildiğinde ve ev işleri onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırdığında mümkün hale gelecektir. Ve bu da ancak, yalnızca büyük çaplı kadın emeğine izin vermekle kalmayan, aynı zamanda bunu adeta talep eden ve özel ev işini de gitgide bir kamu sanayiine dönüştürmeye yönelen modern büyük sanayi ile mümkün hale gelmiştir.”[1]
Ne var ki, toplumsal üretime katılmak, kadının kurtuluşuna kendiliğinden yol açmamaktadır. Çünkü kapitalizmin çelişkili doğası, mümkün olanın sorunsuz bir şekilde hayata geçmesinin önüne bariyerler dikmektedir. Sermaye düzeni daha fazla kâr uğruna kadın emeğini en kötü çalışma koşullarında alabildiğine sömürmek üzere üretime sokarken, erkek egemen doğasıyla ve aile yapısıyla, kadının toplumun her alanında ikinci cins olma konumunu da muhafaza ediyor. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet esasına dayanan kapitalist sistem emekçi kadın için çifte ezilmişlik anlamına gelmektedir. Fabrikada, tarlada, büroda sömürülen kadın, sermayeye hizmetini tamamladıktan sonra bu sefer “aile”ye hizmet ettiği ev içi mesaisine başlar. Kadın, bu mesaisinde, en küçültücü, en köreltici, en bönleştirici, en ağır işleri yapan bir ev içi köle durumundadır. Kapitalizm, giderek yaygınlaştırdığı lokantalarla, hazır gıdalarla, kreşlerle, temizlik şirketleriyle, çamaşırhanelerle vb. ev işini bir sanayi kolu haline getirmesine rağmen, milyonlarca işçi ailesi için bu hizmetlerden yararlanmak son derece pahalı olduğundan kadının sırtına binen yük varlığını sürdürmektedir.
Çocuklarına bakacak kimsesi olmayan pek çok kadın işçi için, kreşe ya da bir bakıcıya verilecek para, çoğu durumda çalışması karşılığında aldığı paraya neredeyse denktir. Bu nedenle, çocuk sahibi olan kadınların önemli bir kısmı, doğumdan sonra işten ayrılmak zorunda kalır ve ilerleyen yıllarda iş bulma şansını da önemli ölçüde yitirir.
İşçi sınıfının yarısının yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda kaldığı bugünün dünyasında, evinde doğru dürüst yiyecek bulamayan işçiler için, lokantalarda yemek yemek çok büyük bir lükstür. Dolayısıyla emekçi kadınların ezici bir çoğunluğu, ister çalışsınlar, ister evde otursunlar, günlerinin önemli bir kısmını ayırmak zorunda kaldıkları aşçılığa, her gün ne pişireceğini düşünme eziyeti içinde devam etmek zorundadırlar. İşçi sınıfına mensup kadınların temizlik şirketlerine ya da temizlik işçilerine para yetiştirmesi mümkün olmadığından, uzun saatler alan ev temizliği görevi sadece onların sırtına yüklenmektedir. Çamaşır, ütü, alışveriş vb. de cabası.
Kapitalizm, işgücüne duyulan ihtiyacın arttığı ya da erkek işgücünün yetersiz kaldığı dönemlerde (örneğin savaşlar ve ekonomik büyüme dönemleri) kadınları kitleler halinde üretime çekerken, kriz dönemleri geldiğinde önce onları kapıya koyar. Erkek işçilere göre daha düşük ücretlerle çalıştırılan ve böylece ücretlerin aşağı çekilmesinde bir rekabet unsuru olarak kullanılan kadın işçiler, aynı zamanda yedek işçi ordusunun da en kalabalık kesimini oluştururlar. Örneğin DİE istatistiklerine göre, Türkiye’de yaşanan ve etkileri halen devam etmekte olan son kriz döneminde (2001-2004), ev kadınları kategorisine dahil olan kadınların sayısı 1 milyondan fazla artış göstermiş, yani 1 milyon kadın işçi işsizlikten dolayı tekrar eve kapanmak zorunda kalmıştır. Toplumsal üretimin tümüyle dışında kalıp istatistiklere ev kadını olarak geçen kadınların sayısı 2004 yılı itibariyle 13 milyonu geçmektedir.
OECD ülkeleri arasında kadınların işgücüne katılım oranının en düşük olduğu ülke olan Türkiye’de, çalışabilir durumdaki kadın nüfusun sadece dörtte biri (yaklaşık 6 milyon kadın) çalışmaktadır. Bunların yarısına yakınını ise tarım sektöründeki ücretsiz aile işçileri oluşturmaktadır.
Bir yandan çalışıp bir yandan evin bütün işlerini sırtlanmak kadın açısından son derece yıpratıcı olsa da, ev işleri dışında çalışmayan kadının ruhsal ve fiziksel durumu çalışanlara oranla çok daha vahimdir. Vaktinin büyük bir kısmını bıktırıcı, bönleştirici ve hiçbir üretken değeri olmayan ev işlerinin işgal ettiği ve toplumsal üretimden tümüyle uzaklaşmış emekçi kadın, olağan dönemlerde, mensubu olduğu işçi sınıfının temel reflekslerini de yitirir. Onun için önemli olan yalnızca ailesidir. Ev işinden geri kalan zamanını ya kendi gibi ev kadınlarıyla günlük dar yaşamlarının problemlerinin ötesine taşmayan konularda konuşarak ya da burjuva ideolojisinin damardan zerk edildiği televizyon programlarının esiri olarak geçiren kadın, toplumsal yozlaşmanın her gün yeniden üretilmesinin aracı haline gelmektedir. Sınıfının genel sorunlarıyla ilgilenmek şöyle dursun, evinden birkaç yüz metre ötesi onun ilgi alanının dışına çıkar. Çünkü bu atomizasyonu ve apolitikliği ortadan kaldırmanın önkoşullarını yaratacak, bir sınıfa mensup olduğu fikrini güçlendirecek, ona birliğin gücünü hissettirecek çalışma ortamından yoksundur.
İnsanlığı her gün biraz daha fazla bataklığa çeken ve yok oluşa sürükleyen kapitalist toplumda, kadın cinsinin toplumsal üretime katılması sadece kadının kurtuluşunun değil, toplumsal kurtuluşun da temel koşulunu oluşturuyor. Ne var ki, üretimin insanların ihtiyaçlarının karşılanması için değil kâr amacıyla yapıldığı, tam istihdamın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı ve işsizler ordusunun her geçen gün daha da büyüdüğü kapitalizm altında, bu temel koşulun dahi tüm kadın cinsini kapsayacak şekilde yerine gelmesi mümkün değildir. Bunun için, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelini ortadan kaldırılacak ve insanlığı sınıfsız topluma doğru ilerletecek proleter devrimler gerekmektedir.
Bu bakımdan, 1917 Ekim Devrimi ve bu devrimle dünyaya gözünü açan işçi sovyetleri iktidarı (proleter devlet), nihai hedefine ulaşamamış bile olsa, işçilerin hayatında kökleri en derinlere uzanan değişimlerin gerçekleştirilmesi bakımından paha biçilmez bir örnek oluşturuyor.
Ekim Devriminin tuttuğu ışık
Bilindiği gibi, tarihe damgasını vuran ve burjuvazinin tüm çabalarına rağmen izleri halen silinemeyen Ekim Devriminin kıvılcımını çakan olay, 1917 Şubatında (modern takvime göre Martında) kadın tekstil işçilerinin genel grev çağrısıyla devasa bir gösteriye dönüşen Dünya Emekçi Kadınlar Günü mitingi olmuştu. İzleyen günlerde kadın işçilerin gösterileri daha da yığınsallaşmış ve tüm işçileri kapsayan genel bir işçi ayaklanmasına dönüşmüştü. Bir hafta boyunca kitleselleşerek büyüyen bu işçi ayaklanmasıyla Çar II. Nikola 14 Martta tahtını terk etmek zorunda kalacak ve Ekim Devriminin başlangıcı niteliğinde olup tarihe Şubat Devrimi olarak geçen bu olay sonucunda dünya tarihinde yeni bir sayfa açılacaktı.
İlk ateşi böylece Şubatta tutuşturulan Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşında ekonomisi tümüyle çöken ve köylülüğün çoğunlukta olduğu geri bir ülkede patlak vermişti. Bütün bu gerilik koşullarına ek olarak, Avrupa’da beklenen devrimlerin gerçekleşmemesi nedeniyle Ekim Devrimi yalnız kalmış ve yalıtılmıştı. Ve nihayetinde de, bu olumsuz koşulların beslediği ortamda gelişen bürokratik bir karşı-devrimle ortadan kaldırılmıştı. Dolayısıyla Ekim Devriminin yarattığı proleter devlet, önüne koyduğu hedeflere ulaşamadan yıkılıp gitti. Fakat bu kısa süre içinde gerçekleştirilenler dahi, Rus toplumunu hallaç pamuğu gibi atmaya ve tüm dünya işçi sınıfına paha biçilmez deneyimlerin aktarılmasına yetecekti.
Devrimden önce, üretimin ezici ağırlığını tarımın oluşturduğu Rusya’da kadınların çok büyük bir kesimi tarım alanında çalışıyordu. Bunların önemli bir kısmını ise çalışması karşılığında herhangi bir ücret almayan aile işçileri oluşturuyordu. Kentlerde çalışan kadınlar ise çoğunlukla kalifiye olmayan işlerde ve erkeklere göre çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlardı. Bazı işkollarında 16 saati bulan ağır çalışma koşulları içinde 8 saatlik işgünü onlar için bir hayaldi. Evde babanın ve kocanın baskısına maruz kalan kadınlar, iş yaşamında patronun tehdit ve şiddetine maruz kalarak bu baskıyı katmerli biçimde yaşıyorlardı. Kadınların yaklaşık %80’i okuma-yazma bilmiyordu ve eğitim düzeyinin düşüklüğü nedeniyle vasıflı işlerde çalışamıyorlardı. Çarlık yasalarına göre kadın “bir ev kadını olarak, ailenin reisi olan kocasının sözünü dinlemek, onu sevmek, ona saygı göstermek, sınırsız bir itaatle bağlı kalmak, her türlü yardımda bulunmak ve her türlü sevecenliği göstermek” zorundaydı. İşte Ekim Devrimi, özellikle bizimki gibi Doğu toplumlarında bugün hâlâ canlılığını koruyan bu ataerkil değer yargıları başta olmak üzere, eskiye ait pek çok şeyi yıkıp parçalayacaktı.
Devrimin ilk günlerinde 8 saatlik işgününün, eşit işe eşit ücretin, eşit oy hakkının yasalaşması, kadınla erkek arasında ayrımcılık yapan yasaların tümüyle ortadan kaldırılması, kadınların hayatında yeni bir çığır açıyordu. 1920’de kürtajın yasal hale getirilmesi ve gebelikten korunma yöntemlerinin yaygınlaştırılması, sağlıksız ortamlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilen kürtajlar sonucunda kadın ölümlerinin artmasının önemli ölçüde önüne geçmişti. Evlilik ve boşanma basit bir işlem haline getirilmiş, her iki eşe de birbirlerinin soyadını alma ya da her iki soyadı birden kullanma hakkı tanınmıştı (örneğin Troçki resmi olarak eşi Natalya Sedova’nın soyadını almıştı ve çocukları da annelerinin soyadını taşıyorlardı). Resmi ve gayri resmi (fiili) evliliklerden doğan tüm çocuklar yasalar önünde eşit haklara ve devlet güvencesine sahipti. Devrimi izleyen ilk on yıl içinde, düzenlenen okuma-yazma kampanyalarıyla ve 7 yıllık zorunlu eğitimle, okur-yazarlık sorunu büyük ölçüde aşılmıştı.
Devrim sonrasında oluşturulan ortak yemekhaneler, çamaşırhaneler, kreşler, kadının eve bağımlılığının ve toplumsal üretime katılmasının önündeki engellerin yıkılması amacını güdüyordu. Fakat ne yazık ki savaşın ve iç savaşın yol açtığı yıkım, Bolşeviklerin programatik olarak önlerine koydukları bu hedeflerin yerine getirilmesini sekteye uğratıyordu. Hedeflenenlerle gerçekleştirilebilinenler arasında muazzam bir uçurum söz konusuydu.
Sovyet kadınları, Birinci Emperyalist Savaşın ve işçi devriminin ardından başlayan iç savaşın harabeye döndürdüğü bir ülkeyi ayağa kaldırmak için büyük fedakârlıklarda bulunmuş ve hiç de kolay erişilmeyen önemli kazanımlar elde etmişlerdi. Savaşın ve iç savaşın harabeye çevirdiği, kıtlıkla yüz yüze getirdiği geri bir köylü ülkesinde iktidara gelen proletaryanın ve emekçi kitlelerin çektiği zorlukları, kadınlar iki kat ağır biçimde yaşadılar. Bununla birlikte, kadınların yaşadığı bu katmerli sorunlar Lenin önderliğindeki Bolşevikler tarafından hiçbir çarpıtmaya meydan bırakmaksızın ve üstü örtülmeksizin açıkça ortaya koyulmaktaydı. Lenin döneminde Bolşevikler kadınların toplumsal üretim sürecinden dışlanmaması için alınabilecek tüm önlemleri almaya çalışmışlar, işsiz kalan kadınlar için üretim kooperatifleri kurmuşlardı. Ayrıca partinin kadınlar arasında örgütlenmesine özel bir önem atfedilmekte ve kadınların politikaya aktif olarak katılmalarını sağlamak için özel bir çaba sarf edilmekteydi.
Ne var ki Bolşeviklerin devrimin ilk yıllarındaki bu komünist yaklaşımı, Stalinist bürokrasinin giderek egemenliğini pekiştirmesiyle birlikte her alanda tasfiye edilecekti. Bürokratik diktatörlük 1936 Anayasasıyla, kadın ve aileye ilişkin pek çok yasayı da değişikliğe uğratmaya girişti. “Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olduğu sosyalizme geçildiğini şaşaalı biçimde ilan eden ‘36 Anayasası, bir yandan da “Sovyet ailesinin sağlamlaştırılması”na dair yasalar içeriyor ve bunu bir devlet politikası haline getiriyordu. Bu politikanın bir uzantısı olarak, önce kürtaj yasaklanarak büyük aileleri teşvik eden kampanyalar ve uygulamalar başlatıldı. Boşanma zorlaştırılıp pahalı bir işlem haline getirilirken, daha önce nüfus cüzdanlarına işlenmediği halde işlenmesi zorunlu kılındı. Artık kız çocukları okullarda annelik ve ev kadınlığı rolüne uygun bir eğitimden geçiriliyorlardı. Her ne kadar fiili evlilikle resmi evlilik yasalar önünde eşit muamele görüyorsa da devlet resmi evliliği teşvik edici propagandaya hız vermişti.
Troçki, Ocak 1938 tarihli Sovyet Hükümeti Yirmi Yıl Önce Benimsenen Prensipleri Hâlâ İzliyor mu? adlı yazısında, bürokrasinin kadının ev içi köleliğini nasıl canlandırdığı hususuna dikkat çekmektedir:
Kadının konumu, bir toplumsal sistemi ve devlet politikasını değerlendirmek için en canlı ve en etkili göstergedir. Ekim Devrimi, bayrağının üzerine kadınların kurtuluşu şiarını yazdı ve evlilik ve aile konusunda tarihteki en ilerici yasaları çıkardı. Kuşkusuz bu Sovyet kadını için “mutlu bir hayat”ın derhal hazırlandığı anlamına gelmiyor. Kadınların gerçek kurtuluşu ekonomi ve kültürde genel bir yükseliş olmaksızın, küçük-burjuva ekonomisinin aile birimi yıkılmaksızın, toplumsallaşmış yemek üretimi ve eğitim olmaksızın düşünülemez. Bu arada bürokrasi, muhafazakâr içgüdüsünün rehberliğinde, ailenin “dağılması” konusunda alarma geçmiştir. Aile yemeklerine ve aile çamaşırhanelerine, yani kadının ev köleliğine övgüler düzmeye başlamıştır. Bürokrasi, hepsinin üstüne tüy dikip, kürtajı yeniden cezai bir suç sayarak kadınları yük hayvanı statüsüne resmen geri döndürmüştür. Komünizmin ABC’sine tamamen zıt bir şekilde, egemen kast, böylece sınıf sisteminin en gerici ve en karanlık çekirdeğini, yani küçük-burjuva aileyi yeniden canlandırmıştır.[2]
1944’te çıkarılan kararname kadını çocuk üretme makinesi olarak kutsuyor ve ‘36 Anayasasının açtığı yolu daha da düzlüyordu. Bu kararnameyle fiili evlilik yasal olmaktan çıkarılmış ve boşanma iyice zorlaştırılmıştı. Artık SSCB kadınları doğurdukları çocuk sayısıyla orantılı olarak “kahraman anne” sıfatına hak kazanıyor, “annelik onur nişanı”na ve “annelik madalyası”na sahip olma şerefine nail oluyorlardı. Çocuksuz ailelere ise daha fazla vergi ödeme cezası getirilmişti. Sovyet devleti kurulduğunda çocukların bakımı ve eğitimi toplumsal bir görev olarak tespit edilirken ve bundan esas olarak devlet sorumlu tutulurken, bu dönemde, çocukların bakım ve eğitiminden temel olarak sorumlu olanın aile olduğu ilan ediliyordu.
Böylece tüm işçi sınıfı için ulaşılması imkânsız görülen bir hayali birkaç yıllığına da olsa cisimleştiren Ekim Devriminin tüm kazanımları, kadınların elde ettiği kazanımlarla birlikte, despotik-bürokratik diktatörlük tarafından bir bir gasp edildi.
Dünyayı sarsan Ekim devriminin ardından yaşananlar iki açıdan paha biçilmez derslerle doludur: Birincisi, bu devrim, sınıfsız toplum yolunda ilerleyen bir işçi iktidarı altında yaşanan büyük toplumsal dönüşümlerin işçi ve emekçi sınıfların ve elbette kadınların hayatını nasıl sıçramalı bir biçimde değiştireceğini göstermiştir. İkincisi ise, dünya devrimine dönüşemediği ve varolan kazanımlar bizzat proletaryanın önderliğinde ve koruyuculuğunda kalıcı hale getirilemediği takdirde kurtuluş yolunun nasıl karartılabileceğinin kanıtı olmuştur. Ekim Devrimi bugün hâlâ, kadınıyla erkeğiyle tüm ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri özgürlük ve kurtuluş mücadelesine tutulan en güçlü ışık olmaya devam ediyor. Ekim Devriminin ve onun Leninist-Bolşevik önderliğinin teşkil ettiği örnek, dünya işçi sınıfının ileriki atılımlarında ona kılavuzluk edecek ve yanlış yollara sapmamasını sağlayacak en büyük rehberimizdir.
[1] Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, İnter Yay., Ekim 2000, s.187-88
[2] Troçki, Writings of Leon Trotsky (1937-38), s.170

link: İlkay Meriç, Kadın Sorunu ve Ekim Devrimi, Ekim 2005, https://marksist.net/node/942
Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları


Geçmişin inkârı temelinde inşa edilen Kemalist rejim, Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan aydınlanma çabalarını, bu doğrultuda atılan adımları, bu uğurda verilen tarihsel mücadeleleri yok sayarak, cumhuriyet sonrasında gerçekleştirilen reformları “ulu önder”in bir lütfuymuş gibi göstermiş ve bugüne dek bunu temel bir propaganda unsuru olarak kullanmaktan vazgeçmemiştir. Vitrin süsü yapılmaya pek müsait olan kadın hakları meselesi de aynı anlayışla Kemalist propaganda aygıtının malzemesi haline getirilmiştir. Resmi ideolojiye ve onun cansiperane savunucusu Kemalistlere göre, TC’den önce toplumsal alanda hiçbir varlığı olmayan, hiçbir hakkı bulunmayan, sessiz ve zavallı kadınlara seçme-seçilme hakkı başta gelmek üzere tüm hakları “bahşeden” Atatürk, onları çağdaş kadın kimliğine kavuşturmuştur. Oysa tarihsel gerçekler, bu baskıcı devletin gerek Osmanlı’da gerekse cumhuriyet rejimi altında hiçbir hakkı toplumsal bir basınç olmaksızın tepeden bahşetmediğini, kadın haklarına yönelik reformlarda da böylesi bir “ihsan”ın söz konusu olmadığını gösteriyor.
Nitekim, despotlukta sürekliliği koruyup, işine gelen konularda her türlü manipülasyona başvurarak tarihsel bir kopuş yaşanmış izlenimi yaratmakta mahir olan Kemalist rejimin, tarihin tozlu rafları arasına gömerek on yıllar boyunca unutturduğu konulardan biri de Osmanlı’da yükselmeye başlayan ve devleti kadın hakları konusunda ciddi adımlar atmak zorunda bırakan bir kadın hareketi olduğu gerçeğidir. Bu unutturma operasyonunun böylesine kolay bir şekilde başarılabilmesinin nedenlerinden biri, kadın hareketinin 1930’lardan itibaren Kemalist tek parti rejimine tümüyle entegre edilerek ortadan kaldırılmasıdır. Diğer bir nedense, Latin alfabesine geçişle birlikte, yeni kuşaklar içinde Osmanlı döneminden kalma arşivleri ve materyalleri inceleyecek Osmanlıca bilen insanların sayısının son derece az olmasıdır. Osmanlı döneminde kadın hareketine ve elde ettiği kazanımlara ilişkin gerçekler, ne yazık ki ancak feminist hareketin yeni bir yükseliş dönemi yaşadığı 80’li ve 90’lı yıllarda bazı feminist sosyolog kadınların Osmanlıca kaynakları araştırıp incelemeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır.[1]
TC’nin kuruluş döneminde, tümüyle düzen sınırları içine hapsolmuş bir burjuva feminist hareket söz konusu olmasına rağmen Kemalist rejimin tahammülsüzlüğünün Osmanlı’yı aratmaması, hatta Osmanlı dönemindeki radikal kadın hareketinin cumhuriyet rejimi tarafından tümüyle yok edilmesi diğer bir dikkat çekici husustur. Kemalist rejimin çizdiği sınırları zorlamaya kalkan her türlü hareketin yok edildiği tek parti döneminde, en ileri talep olarak seçme ve seçilme hakkını yükselten kadın hakları savunucuları bile dışlanmış, engellenmiş ve baskıyla yıldırılmaya çalışılmıştır. Bugün kadınların ortaçağ karanlığına geri döndürülmek istendiğini savunan Kemalist ulusalcılar, asr-ı saadet olarak gördükleri tek parti döneminde erkeklerle eşit haklara sahip olmak isteyen kadınlara karşı uygulanan baskılardan ya bihaberdirler ya da bilinçli olarak üstünü örtmektedirler.
Şimdi, Osmanlı döneminde başlayan, cumhuriyetin ilanının ardından yaklaşık on yıl boyunca varlığını koruyan ve ironik biçimde, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı 1934 sonrasında yok edilen feminist hareketin bu topraklarda nasıl şekillendiğine bakalım.
Derin uykudan uyanışa…
“Biz Osmanlı kadınları şimdiye kadar derin bir uykuda idik. O uykuda müthiş, muzlim, korkunç rüyalar görerek muztarib oluyor idik. Bu uykumuz senelerden beri devam ediyordu. Fakat edemezdi. Nihayet başımıza gelen felâketler, nur-u marifetin gözümüzü yakarcasına şiddeti bizi uyandırdı. Bu uyanmamız pek tabiidir. Kanun-u tabiat iktizasıdır.” (Kadınlar Dünyası, 3 Ekim 1913)
Osmanlı, dinin devlet eliyle hukuksal ve toplumsal yaşamı şekillendirdiği ve bireyin özgürlüklerinin devlet eliyle gasp edildiği bir Doğu toplumu idi. Bu toplumda kadınların özgürlüğü, din faktörünün de etkisiyle, Batılı hemcinslerine göre bile misliyle kısıtlanmıştı. Kadınlar istedikleri yere gidemezler, istedikleri camide ibadet edemezler, her yerden alış-veriş yapamazlar, ulaşım araçlarının ancak kendilerine ayrılan özel bölümlerinde yolculuk yapabilirlerdi. Erkek “boş ol” dediğinde kendini kapının önünde bulan kadın, çocuklar üzerinde de hiçbir hakka sahip değildi.
Tanzimat’la birlikte aydınlanma çabalarının hız kazandığı Osmanlı’da, buna rağmen kadınlar sadece kız okullarına gidebilirlerdi. Ne var ki kız rüşdiyelerinin (ortaokul) sayısı son derece sınırlıydı ve neredeyse tümü İstanbul’daydı. 1911 yılından itibaren kurulmaya başlanan kız liseleri de İstanbul’daki birkaç okuldan ibaretti. 1914’te İnas (Kızlar) Darülfünunu kuruluncaya dek kadınların gidebilecekleri bir üniversite de yoktu.
Osmanlı kadınlarının istedikleri mesleğe sahip olmaları onlar için bir hayal olduğu gibi, çalışacakları alanlar da son derece sınırlıydı. Kadınların devlet dairelerinde, demiryolu şirketlerinde, posta ya da telefon idaresi gibi işletmelerde çalışmaları yasakken, sanayinin gelişmemişliği iş alanlarını alabildiğine kısıtlıyordu. Bu durum giderek özellikle egemen sınıfın eğitimli kadınları için yüksek sesle dillendirilen bir sıkıntı kaynağı haline gelmişti. Bunlar daha liberal görüşlere sahip asker-sivil bürokratların eşleri, kızları vb. idi.
Özel öğretmenler tarafından eğitilen, birkaç dil bilen bu kadınlar, 1870’lerden itibaren çeşitli kadın gazeteleri ve dergileri çıkarmaya başladılar. Bunların ağırlıklı bir kısmı, ev işleri, çocuk terbiyesi, eğitim, sağlık, moda gibi konuları işleyen ve böylelikle sistemin kadına biçtiği iyi bir eş ve anne olma rolünü pekiştirmeye hizmet eden yayınlardı. Yazılarda, kadınlara, süs püs için israfa kaçan harcamalarda bulunmamak tavsiye ediliyordu. Aslında bu bile çoğunun kadın dendiğinde kendi dar çevresindeki aristokrat kadından başkasını tasavvur etmediğini göstermekteydi. Eğitimin önemi sürekli vurgulanıyor, ancak bu sık sık “vatana millete hayırlı kuşaklar yetiştirme” göreviyle ilişkilendiriliyordu.
İlerleyen dönemlerde bunlara aslında Avrupa’daki feminist hareketten çeşitli düzeylerde etkilenen ancak bunu farklı tonlarda yansıtan yayınlar eklenecekti. Yazarların sınıfsal zemini de orta katmanlara doğru genişleyecekti. Kadınlar giderek daha fazla seslerini yükseltiyorlar ve “biz buradayız” diyorlardı. Buna paralel olarak, yönetimi ve yazarları tümüyle kadınlardan oluşan gazete ve dergilerin sayısı da artmaktaydı. 1886’da yayınlanmaya başlayan Şükûfezar bunlardan ilkiydi. Onu, 1895’te yayınlanmaya başlayan ve 1908’e dek toplam 604 sayı olarak yayınlanacak olan Hanımlara Mahsus Gazete izleyecekti. Derginin ilk sayısında, “terbiyeli çocuklar yetiştirmeleri” için kadınların eğitimli olmalarının önemli olduğu vurgulanıyor ve yayın amaçlarından birinin bu olduğu ifade ediliyordu. Diğer bir amaçsa kadınları Osmanlı’da ve dünyada kadınlara ilişkin olaylar ve gelişmeler hakkında bilgilendirmekti. Yazı kadrosunu Fatma Aliye, Emine Semiye, Şair Nigâr gibi entelektüel kadınlar oluşturuyordu ve bunların tümü devletlû sınıfa mensuptu. Burjuva feminizmin tohumları her yerde olduğu gibi Osmanlı’da da doğal olarak egemen sınıfın kadınları arasında boy veriyordu.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra kadın dergilerinin sayısı patlamalı bir şekilde arttı. Bunlar arasında birkaç sayı yayınlanıp yayın hayatı son bulanlar da olacaktı. Ancak çok sayıda derginin olması kadınların erkek işi olarak görülen bir alana girme cesaretini göstermeleri açısından önemliydi. Bu dönemde yayınlanan kadın dergilerinin yavaş yavaş siyasi konulara da el atmalarıysa çok daha önemli bir gelişmenin işaretiydi. Kadın hareketi artık bir dönemeç noktasına geliyordu ve açık açık “feminist” olduklarını söyleyen kadınlar yazın hayatında boy göstermeye başlıyordu. Oysa o zamana dek feminizm kavramına oldukça mesafeli durulmuştu. Osmanlı’nın sosyal ve siyasal koşulları dikkate alındığında, yeşeren bu feminist hareket oldukça ilerici bir rol oynayacaktı.
Kendisini “kadınlara mahsus ilmi, siyasi mecmua” olarak tanımlayan ilk dergi Demet adını taşıyordu. Yazı kadrosunda Mehmet Akif, Mehmet Emin, Selim Sırrı gibi ünlü erkek yazarların yanı sıra Halide Salih (Edip), İsmet Hakkı gibi ünlü kadın yazarlar da yer almaktaydı. Örneğin İsmet Hakkı, kendisinin kahir ekseriyetin tersine anti-feminist olmadığını vurgulayan, kız okullarına fen dersleri konmasını savunan, eğitimde eşitlik isteyen, daha çok kadın yazarın olması gerektiğini söyleyen bir yazardı.
Kadınlar Dünyası ise daha radikal görüşlerin savunulduğu feminist bir dergiydi. Yazarlarının ve yönetim kadrosunun tamamı kadınlardan oluşuyordu. Derginin Temmuz 1913 tarihli nüshasında, erkeklerin İkinci Meşrutiyet’le kavuştuğu haklara kadınların da kavuşması gerektiği söyleniyor ve bunun için gerekirse zor kullanılması salık veriliyordu: “Kadınlar, kadınlar!... Hürriyeti erkeklerimize vermediler, onlar cebren aldılar. ‘Hukuk verilmez alınır’ diyorlar. Biz kadınlar da hukuk-ı tabiiye ve medeniyetimizi isteyelim, vermezlerse biz de cebren alalım. Yaşasın hürriyet!”
Yazı kadrosunda Ulviye Mevlan, Mükerrem Belkıs, Nimet Cemil, Nebile Akif, Yaşar Nezihe gibi yazarların bulunduğu Kadınlar Dünyası’nın okur kitlesi Müslüman kadınlarla sınırlı değildi. Osmanlı’nın Rum ve Ermeni kadınları da dergiyi ilgiyle takip ediyorlar, mektuplar yazıyorlardı. Bir süre günlük, daha sonra haftalık çıkan 16 sayfalık bu derginin tirajının bugünün koşullarında bile azımsanamayacak ölçekte olması dikkat çekicidir. Olağan tirajına dair bir bilgi olmamakla birlikte, 165. sayısının kâğıt sıkıntısı nedeniyle 3000 adetle sınırlı basılabileceğinin duyurulması, normal koşullarda çok daha yüksek sayıda basıldığını göstermektedir.
Dergi yazarları, kadınların erkeklerin zevk aracı olarak görülmesinden, aşağılanmasından, insan yerine konmamasından şikâyetlerini dile getiriyorlardı: “Türk erkeklerinin felsefesince, kadınlar dünyaya erkeklerin rahatını temin için gelmiştir… Bu memlekette kadınlığın hayat hakkı yoktur. Kadınlar erkekler için yaşarlar, hürriyetleri yoktur. Erkeklerin esiridirler.” Fatma Zerrin adlı bu yazar, erkeklerin kadınları, “salon kadınları”, “orta halliler”, “hali vakti yerinde olmayanlar” olarak üçe ayırdıklarını; salon kadınlarını “tatlı bir meyve”, orta hallileri “hizmetçi”, hali vakti olmayanları “esir” olarak gördüklerini söylüyordu.[2]
Feminizmi de sosyalizm gibi ezilen kesimlerin ideolojisi olarak tanımlayan Mükerrem Belkıs ise radikal bir politik yaklaşıma sahipti. Osmanlı’da feminizm cereyanının sosyalizmi geçtiğini söyleyen Belkıs, “Bizim memlekette sosyalizm henüz inkişaf edemediği halde feminizm oldukça yaygındır” diyordu. Fransız Devriminin hürriyet kanatlarıyla insanlığın bütün eskileri çiğnediğini, bu kanatların insanlığı daha özgür âlemlere uçurduğunu söylüyordu. Ancak insanların mutluluğa tam anlamıyla ulaşamadıklarını, oraya uçmak için daha ilmi, daha büyük kanatlara gerek duyulduğunu, bu iki kanattan birinin sosyalizm, diğerinin feminizm olduğunu ifade ediyordu (age, s.120).
Kadınlar Dünyası, sadece bir dergi olarak kalmayacak, örgütlenme ihtiyacı ve talebi kendini dayatınca, yayın hayatına başladıktan kısa bir süre sonra dergi yönetimindeki Ulviye Mevlan öncülüğünde bir de dernek kurulacaktı: Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti (Osmanlı Kadın Haklarını Savunma Cemiyeti). 1913 Mayısında kurulan bu dernek, kadınların örgütlendiği çeşitli yardım cemiyetlerinden farklı olarak feminist niteliğiyle öne çıkacaktı. Kadını boğan geleneklere, kadın-erkek eşitsizliğine ve eğitimsizliğe bayrak açan dernek, kadınların sanayide, ticarette, devlet idaresinde ve siyasette yer almamalarının nedeninin onların yeteneksizliği değil toplumsal koşullar olduğunu söyleyerek bir “toplumsal inkılâba” ihtiyaç bulunduğunu dile getiriyordu. Üç temel amaç belirlenmişti: Dış kıyafetlerin ıslahı, işçilik hayatının iyileştirilmesi, eğitimin yaygınlaştırılması.
İlköğretimin zorunlu olması, kız liselerinin tüm yurda yayılması ve kızlara yüksek öğrenim hakkının verilmesi, derneğin programında yer alan talepler arasındaydı. Dernek, çok eşliliğin yasaklanmasını, kadına boşanma hakkının tanınmasını istiyor, eşlerin görücü usulüyle değil birbirleriyle görüşüp tanışarak evlenmesini savunuyordu. Savunduğu bu radikal fikirlerle paşa kızlarının ve eşlerinin ağırlıkta olduğu kadın hakları savunucularının bile oklarını üzerine çeken ve aşırılıkla suçlanan Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti, aslında burjuva feminizminden çok küçük-burjuva feminizmine yakındı. Nitekim destekleyicileri de egemen sınıfın kadınlarından ziyade “daha orta halli halk kadınları” idi (age, s.64). Dernek ve çıkardığı Kadınlar Dünyası dergisi, kadının sesinin her şekilde kısıldığı bir toplumda, ilerici bir rol oynayarak, etkisi hiç de küçümsenmeyecek bir kadın hareketi yaratmayı başaracaktı.
Kadınların çalışma yaşamına katılması için çeşitli çalışmalar yürüten dernek, 1913’te Müslüman Osmanlı kadınlarının ilk kez bir kamu kuruluşuna girmesini sağlayarak önemli bir kazanım elde etti. Bir Fransız şirketinin yönetiminde olan telefon şirketine başvuran kadınlardan yedisi, derneğin mücadelesi ve yılmaz çabaları sonucunda İstanbul Telefon İdaresine kabul edildiler. Alınan memurelerden Bedra Hanım aynı zamanda iş müfettişi olarak tayin edilecekti. O zamana dek 200’ü aşkın Müslüman kadın başvuru yapmasına rağmen, şirket Fransızca ve Rumca bilmedikleri bahanesiyle başvuruları reddetmişti. Kadınlar Dünyası, Fransızcayı ancak yüksek tabakadan ailelere mensup kadınların bildiğini, onların da böyle şirketlere başvurmak gibi bir dertlerinin olmadığını, işe, işçiliğe muhtaç olan kadınlarınsa Türkçeden başka bir dil bilmediklerini belirterek, şirketin tavrının kabul edilemez olduğunu yazıyordu. Şirket sonunda bu mücadele karşısında pes etmek zorunda kalmıştı.
Aynı yıl, imparatorluğun tek kadın öğretmen okulu olan ve 9’u taşradan gelecek öğrencilere ait olmak üzere toplam 28 kişilik kontenjanı bulunan Darülmuallimat’a 300’ün üzerinde kız öğrenci başvurdu. Bu arada Kadınlar Dünyası kızlara üniversitede okuma hakkının verilmesi için ısrarlı bir mücadele yürütüyordu. Şöyle diyordu yazarlarından biri olan Mükerrem Belkıs: “Şimdi biz bir inkılâp yapacağız, terakki edeceğiz. Bunun için kaptanlara ihtiyacımız var. Hiç şüphe yok ki büyük dimağları, rehberleri bize Darülfünun yetiştirecektir.” Kadınların yürüttüğü kararlı mücadele sonucunda, önce bu hak sınırlı bir şekilde tanınarak 1914’te, ilk “kızlar üniversitesi” olan İnas Darülfünunu açıldı. 1921 yılında ise yükseköğretim karma hale getirildi. Ancak bunun pratiğe geçmesi o kadar da kolay olmayacak ve kadınlar bu noktada da dirençle karşılaşacaklardı. Maarif Nazırının (eğitim bakanı) karma eğitime geçilmesi yönündeki emri karşısında İstanbul Üniversitesi Rektörü Babanzade Ahmet Naim Bey şunları söyleyerek emre karşı çıkıyordu: “Ben bunu tatbik edemem, kız ve erkek çocukların diz dize oturmalarına razı olamam, bu benim dinime muhaliftir.” Ne var ki kız ve erkek öğrenciler bu durumu sessizlikle karşılamamışlardı. Türk Ocağı’nda toplanan öğrenciler okula toplu halde girmişler, rektörün polis çağırması karşısında geri adım atmamışlar ve sonunda rektörü karma eğitime geçmeyi kabul etmeye mecbur etmişlerdi.
1921 yılı, kadınların seçme ve seçilme hakkı mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti sekiz yıl önce kurulurken bu talep “henüz zamanı gelmediği” düşüncesiyle programa dahil edilmezken, 1921’de programa eklenecekti. Bunda, yakından takip edilen Avrupa feminist hareketinin elde ettiği oy hakkı başarılarının da payı olsa gerek. Zira 1921 Şubatında Arnavutluk’ta kadınlara oy hakkının tanınması, Kadınlar Dünyası’nın sayfalarında sevinç nidalarıyla yer almıştı: “Türk kadınının zaferini ne vakit ilan edebileceğiz? Bütün münevver kadınlık, hakkının peşinde… Biz daha uyanmayacak mıyız? Mesud ve muzaffer Arnavut hemşirelerime samimi selamlar ve tebrikler.”
Kadınlar Dünyası mütareke yıllarının İstanbul’unun zorlu koşulları ve maddi sorunlar karşısında dayanamayıp 1921 yılında kapandı. Ancak mücadele yaşamın her alanında meyvelerini vermeye başlamıştı bir kez. Kadınlar daha önce geri çevrildikleri işlere artık daha rahat kabul ediliyorlardı. 1921’de İstanbul Postanesinde çalışan kadınların sayısı 85’i Müslüman olmak üzere 90’a çıkmıştı. Kadınlar postanenin havale, telgraf ve muhasebe bölümlerinde görevliydiler. Ancak ücretleri son derece düşüktü ve erkeklerle aralarında ücret eşitsizliği söz konusuydu.
Kadın işçilerin ayrı dünyaları, ayrı sorunları
Egemen sınıfın kadınları “süs eşyası” olarak görülmekten ve bir köşede oturup modayla ilgilenmekten sıkılıp, dikkate alınmanın ve sınıfsal mevkilerine uygun işler aracılığıyla toplumsal yaşama katılmanın mücadelesini verirken, emekçi sınıfın kadınlarının bambaşka sorunları vardı. Gerek kentte, gerekse kırdaki emekçi kadının süs eşyası olarak bir köşede oturma “lüksü” hiçbir zaman olmamıştı. Burjuva kadın hareketini, kadınların saygın işlerde çalışmalarının önünün açılması, seçme ve seçilme hakkının tanınması, eğitim haklarının önündeki engellerin kaldırılması gibi talepler belirlerken, işçi sınıfının kadınları için esas olan, daha yaygın iş olanağı, daha insani çalışma koşulları ve daha yüksek ücretlerdi.
Kırda kadınlar erkekle aynı işi yapıp, hatta işin daha büyük bir kısmını üstlenirken, kentlerde dokumacılık, gıda sanayi, dikimhaneler kadınların ağırlıklı olarak çalıştıkları sektörlerdi. Örneğin sadece Şark Halı Şirketinin tezgâhlarında 15 bin kadın ve çocuk işçi çalışmaktaydı. Ne var ki kadınlar aynı işi yapan erkeklere göre çok daha düşük ücretler almaktaydı. Vasıflı bir kadın işçinin ücreti, erkek işçinin ücretinin yarısı ya da üçte biri kadardı. Kadın tarım işçilerinin durumu da aynıydı.
Çok daha düşük ücret almalarına rağmen kadın işçilerin çalışma süreleri erkek işçilerle aynıydı. 1920 yılında İstanbul’daki fabrikalarda ortalama çalışma süresi 9-10 saatti. İşçiler resmi tatiller dışında ücretli izin hakkı olmaksızın 6 ya da 6,5 gün çalışıyordu. Üstelik bu, çalışma sürelerinin 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanının ardından yaşanan yaygın grevler sonrasında nispeten iyileşmiş haliydi.
Egemen sınıfın kadınları yazıp çizerek kadınlık bilincini yaymaya çalışırlarken, işçi kadınlar grevlerde erkek işçilerle birlikte hak arama mücadelesi peşindeydiler. 1872-1907 yılları arasında gerçekleşen 50 grevin 9’u kadınların çalıştığı işkollarında gerçekleşmişti. Örneğin 1876 Ağustosunda Feshane’de çalışan 50 kadar Rum ve Ermeni kadın işçi, Babıali’ye yürüyüp, ödenmeyen ücretlerinin ödenmesi talebiyle Sadrazam’a dilekçe vermişlerdi.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanını takiben her yerde büyük bir grev dalgası patlak verecek, kadınlar da erkekler gibi bu grevlerde yer alacaklar, işçi eşleri ve kızları grevcileri yalnız bırakmayacaklardı. Sonrasında “İlân-ı Hürriyet” grevleri olarak anılacak olan bu hareket öylesine güçlüydü ki, meşrutiyetin ilanını izleyen üç aylık dönemde on binlerce işçi birbiri peşi sıra greve gitmişti. O günkü nüfus ve sınai gelişme dikkate alındığında bu muazzam bir rakamdı. Bu yüzdendir ki, hükümet işçilerin isyanının önünü 1909’da çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu ile almaya çalışacaktı.
“Tatil-i eşgal” iş bırakma anlamına geliyordu ve kanun iş bırakma eylemlerine yönelik düzenlemeleri içeriyordu. Kanun, demiryolu, tramvay, liman, aydınlatma kuruluşları gibi “kamuya yönelik hizmet veren” kuruluşlardaki işçileri kapsıyordu. Bunlar işçi sınıfının sayıca yoğunlaştığı ve sermayelerinin büyük bir bölümü yabancı şirketlere ait olan kuruluşlardı. Kanun, bu kuruluşlarda çalışan işçilerin sendikalaşmasını yasaklıyor ve aksi davranış gösterenlerin cezalandırılmasını öngörüyordu. İşçilerle işveren arasında ortaya çıkacak anlaşmazlıkların devletin de dahil olduğu bir uyuşmazlık kurulunca görüşülüp sonuca bağlanamaması durumunda işçiye grev hakkı tanınıyordu. Ancak, “çalışma özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik eylem ve gösteriler” yasaklanıyor, “cebir ve şiddet kullanma” gibi durumlar ceza nedeni olarak sıralanıyordu. “Kamu hizmetlerinde istikrarı sağlama” adı altında gerekli durumlarda “kamu güçlerini kullanma” yetkisinin verilmesi ise grevi fiilen olanaksız kılacak bir madde olarak devletin eline büyük bir koz veriyordu. Savaş ve savaş tehlikesi halleri de hükümetin işçi taleplerini incelemeyi ertelemesi ya da tümüyle reddetmesine bahane teşkil edecek olağanüstü durumlar olarak sıralanıyordu.[3]
Buna rağmen hükümet grevleri engellemekte zorluk çekecekti. Kanun kapsamına girmeyen sektörlerde de kitlesel grevler yaşanacak ve bu grevlerde kadınlar da erkek işçiler gibi kararlı bir duruş sergileyeceklerdi. Örneğin 1910 yılında Bursa’da greve giden 30 bin işçiden çoğu kadındı. Bilecik’te de 1000’in üzerinde kadın ipek işçisi greve gitmişti.
Kadın hareketinin savaş karşısındaki tutumu
Kapitalizmin tarihi, büyük savaşlarda ortaya çıkan işgücü açığının kadınların kitleler halinde sanayiye çekilmesiyle doldurulmasının ve savaş bittikten sonra tekrar eve gönderilmelerinin örnekleriyle doludur. 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşına, ganimete ortak olmak isteyen bir imparatorluk olarak katılan Osmanlı da, erkek nüfusun savaş cephelerine gönderilmesiyle doğan işgücü ihtiyacını kadın işçilerle karşılama kararı almıştır. Daha önce kadınların çalışmasına bin bir zorluk çıkaran despotik devlet, 1915’te kadınlar için “zorunlu hizmet kanunu” çıkarmış ve hemen ardından Adana ve civarında kadın amale taburları oluşturulmuştur.
1916’da ise İttihat ve Terakki, Enver Paşa’nın girişimiyle Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi adı altında bir dernek kurup kadınları işçiliğe teşvik etmeye girişmiştir. Yönetimini devletlû erkeklerin oluşturduğu bu dernek, İstanbul’un çeşitli semtlerinde sadece kadınların çalıştığı dokuma ve konfeksiyon fabrikaları açmıştır. Kendi bünyesi dışındaki fabrikalarla da anlaşma yapan dernek oralara da kadın işçiler yerleştiriyordu. “Fabrikalara ilgi büyük olmuş, ilk haftada on bir bin kadın iş başvurusunda bulunmuştu. Sadece bu fabrikaların temizliği için 300 kadın işe alınmıştı. Dernek aracılığıyla kadınlar gönüllü olarak askere de alınmıştı. Geri hizmette çalıştırılmak üzere oluşturulan ‘kadın işçi taburları’na girmenin koşulu, 18-30 yaş arasında, güçlü kuvvetli ve Osmanlı uyruklu olmaktı. Bir diğer koşul kadının ehl-i namus ve iffetli olduğunun mahalli mercilerce belgelenmesi, kucakta taşınan çocuğunun olmamasıdır.” (Serpil Çakır, age, s.51)
Dikimevlerinde ve dokumahanelerde daha ziyade asker çamaşırları üretiliyordu ve bu işi organize eden tek dernek İttihat Terakki’nin kurduğu cemiyet değildi. Kadınların örgütlediği çeşitli dernekler de savaşta egemenlerin yanında saf tutup cansiperane çalışacaklardı. Erkeklerle eşit olduklarını ispatlamanın yollarından birini de “biz de askerlik yaparız” diyerek gösteren bu burjuva feministler, tıpkı Batı ülkelerinde olduğu gibi bu topraklarda da haksız ve emperyalist savaşlarda sömürücü erkekleriyle ve devletleriyle el ele vereceklerdi. Barış dönemlerinde savaşın nedeni erkeklerin barbarlığıdır diye basbas bağıran burjuva feministler, savaş patlak verdiğinde apoletlilerin ve devletlûların karşısında hazrola geçmekten geri durmayacaklardı. Nitekim pek çok kadın derneği ve dergisi, savaşta sultanlarının ve Osmanlı hükümetinin emrine amade oldu. Milliyetçilikte erkeklerle yarışıldı, hatta “vatanın bu hallere düşmesi” erkeklerin yeterince milliyetçi olmamalarına bağlandı! Sadece burjuva feministler değil küçük-burjuva olanlar da aynı yolun yolcusuydu. Kadınlar Dünyası’nın pek çok yazarı savaşta gönüllü hemşirelik vb. yapmak üzere “kadınlık davası”nı ve dergiyi dört yıl boyunca askıya aldılar.
O sırada işçi sınıfının kadınlarıysa, erkekleri savaş cephelerinde katledilirken, çocuklarının ve kendilerinin karınlarını doyurmak için en ağır koşullarda, sefalet ücretleri karşılığında çalıştırılacak da olsalar bir iş bulabilme derdindeydiler. Savaştan önce 60 bin olan dul sayısı savaş nedeniyle 800 bine fırlamıştı ve ezilen sınıftan aileler için korkunç bir sefalet baş göstermişti. Dolayısıyla fabrika ve işliklerde çalışan kadın sayısı katlamalı olarak artmaktaydı. Burjuva feminizmini savunan bazı kadın yazarlara göre bu bir “kadın inkılâbı”ydı!
Bu arada, İttihat ve Terakki Cemiyeti öncülüğünde körüklenen milliyetçilik Balkan Savaşlarının ardından tırmanışa geçmişken, bunun üstüne patlak veren dünya savaşı ırkçılığı iyice azgın hale getirmişti. İttihat Terakki önderliğinde yükseltilen gayrimüslimlerden alış-veriş yapmama kampanyasının (Müslüman Boykotajı) hararetli savunucularından biri de Nezihe Muhiddin’di. Kendisi, ceza hâkimi olan bir babanın “hususi öğretmenlerle” yetiştirilmiş kızıydı. Çeşitli gazetelerde yazarlığın yanı sıra kız okullarında öğretmenlik yapıyordu. Savaş henüz patlak vermeden önce bile yazıları buram buram gayrimüslim ve Avrupa düşmanlığıyla bezeli bir şovenizm kokuyordu. Hatta bu nedenle Kadınlar Dünyası dergisindeki çeşitli yazarlar tarafından eleştirilmekteydi. Daha sonra Türkiye’nin ilk ve son kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkasının da kurucusu olarak Nezihe Muhiddin, erken cumhuriyet döneminde feminist hareketin önemli bir şahsiyeti olacaktır. Ancak, yazımızın ikinci bölümünde ele alacağımız üzere, rejime bağlılığı ve milliyetçiliği, onu Kemalist diktatörlüğün gadrine uğramaktan kurtaramayacaktır.

link: İlkay Meriç, Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları, 1 Mart 2010, https://marksist.net/node/2401
Ekim Devriminin Kadın Kahramanları


Devrim ezilenlerin bayramıdır diyordu Marx. Büyük Ekim Devrimi işçilerin, yoksul köylülerin, ezilen ulusların ve elbette emekçi kadınların tarih sahnesine fırladıkları muazzam bir toplumsal fırtınaydı. Kollontay Ekim Devriminin kadınlarını şöyle anlatıyor: “Başlarında eşarp (çok nadiren kızıl bir bandana), eski bir etek, yamalı bir kışlık ceket… Genç ve yaşlı, kadın işçiler ve asker eşleri, köylü kadınlar ve kentli yoksul ev kadınları. Daha nadiren, o günlerde çok daha nadirdi, büro işçileri ve profesyonel meslek sahibi kadınlar, eğitimli ve kültürlü kadınlar. Fakat Ekim zaferinde kızıl bayrak taşıyanlar arasında aydın kesimden kadınlar da vardı; öğretmenler, büro çalışanları, lise ve üniversitelerdeki genç öğrenciler, kadın doktorlar. Onlar, diğerkâm, neşeli ve kararlı bir şekilde yürüdüler. Gönderildikleri her yere gittiler. Cepheye de mi? Evet, bir asker kepi taktılar ve Kızıl Ordu savaşçısı oldular. Eğer kırmızı kol bantları takıyorlarsa, Gatçina’da Kerenski’ye karşı Kızıl Cepheye yardım etmek için ilkyardım istasyonlarına gidiyorlardı. Ordu haberleşmesinde de görev aldılar. Çok büyük bir şey oluyor ve bizler hepimiz ‘tek bir devrim çarkının küçük dişlileriyiz’ inancıyla dolu olarak neşe içinde çalışıyorlardı.”
1871’de Paris Komünü saflarında savaşan kadın militan Louise Michel, Komün’ün yenilgisinin ardından çıkarıldığı karşı-devrim mahkemesinde erkek yoldaşlarıyla eşit biçimde ölmeyi talep etmiş, savcının yüzüne şöyle haykırmıştı: “Mademki özgürlük için çarpan her yüreğe bir parça kurşun nasip oluyor, ben de hakkımı isterim! Eğer yaşamama izin verirseniz intikam diye haykırmaktan usanmayacağım.” 18. ve 19. yüzyıl devrimlerinde toplumsal mücadelelerde yeni yeni yer almaya başlayan kadınlar, hiç değilse karşı-devrim tarafından öldürülürken eşit kabul edilmeyi talep ediyorlardı. İnsanlık özgürleşme yolunda ilerleyebilmek için ne büyük bedeller ödüyor!
Rus Devriminin kadınları, tarihin en devrimci partisinin inşasında ter akıtmış, otokrasinin sonunu getiren Şubat devriminin kıvılcımını 8 Mart gösterileriyle çakmış, Ekim fırtınasının ve zorlu iç savaş yıllarının fedakâr militanları olarak, eşitliği ve özgürlüğü kazanma yolunda gerçekleştirilen tarihsel atılımların parçası haline gelmişlerdir. Kadının cinsel, sınıfsal ya da ulusal ezilmişliğinin ortadan kaldırılmasının toplumsal bir devrim sorunu olduğunu kavrayan kadınlar Ekim Devriminin saflarında savaştılar.
Devrimin binlerce adsız kahramanını unutmayacağız. Bir de adlarını devrim tarihine kazımış kadın militanları!
Nadejda Konstantinovna Krupskaya
Narodnikler Çar 2. Aleksandr’a suikast düzenleyince çok sayıda devrimci tutuklandı. Onlardan biri de henüz 10 yaşındaki Krupskaya’nın öğretmeniydi. Krupskaya hapse düşen öğretmeni sayesinde devrimcilere sempati duymaya başlamış ve öğretmen olmaya karar vermişti. 1890’da işçilerin eğitimi için kurulan okullardan birinde öğretmenlik yaparken işçilerle birlikte gidip geldiği bir dernekte Marksizmle tanıştı. 1894’te de Lenin’le tanıştı. 1895’te Lenin ve arkadaşlarıyla birlikte “İşçilerin Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’ni kurdular.
Krupskaya örgütün yayınları için yazılar kaleme alıyor, illegal yayınların işçilere dağıtılmasında ve fabrikalara yönelik ajitasyonda sorumluluk üstleniyordu. 1896’da örgütün yürüttüğü başarılı bir tekstil grevinin ardından tutuklandı. Lenin’le birlikte Ufa’da sürgündeyken aynı yerde kalabilmek için Lenin’le nikâhlandılar.
Krupskaya, Avrupa sürgünlüğü sırasında Lenin’in özel sekreteri gibi çalışıyor, Iskra’nın illegal dağıtım ağının örgütlenmesi ve denetlenmesinde önemli sorumluluklar üstleniyor, Lenin’in Rusya ile yazışmalarını düzenliyor, Rusya’dan gelen mektuplar ve habercilerden derlediği taze bilgilerle, orada olup bitenleri günü gününe Lenin’e aktarıyordu. Bolşeviklerin Avrupa’da yayınladıkları hemen hemen tüm yayınların, esas olarak da Vperyod (İleri) ve Proletari (Proleter) gazetelerinin yazı kurullarında görev alan Krupskaya’nın örgütçü rolü esas olarak bu dönemde ortaya çıktı.
Sürgünden döner dönmez, gençlik çalışmasında sorumluluk üstlendi. Gençlik içindeki teorik ve pratik çabaları, işçi sınıfının taze ve dinç güçlerinin Bolşevik Parti saflarında örgütlenmesini sağladı. Gençlik ve kadın çalışmalarının bir işçi çalışması olarak şekillenmesini savunan Krupskaya, “6 saatlik işgünü ve gece mesailerine son!” taleplerinin öne çıkarılmasını sağladı.
Lenin’in uğradığı suikast sonrası sağlık durumunun kötüleştiği dönemlerde başucunda hep Nadya vardı. Yaşamının son yıllarında Lenin’in politik yaşamın dışına düşmemesinde de Krupskaya’nın çok önemli bir rolü oldu.
Aleksandra Kollontay
Varlıklı bir ailede dünyaya gelen Kollontay neden komünist olduğunu şöyle açıklıyordu: “1200 erkek ve kadın işçinin çalıştırıldığı ünlü büyük Krengolm dokuma fabrikasına yaptığım ziyaret benim yazgımı belirledi. İşçi kitlesi böylesine korkunç biçimde köleleştirilmişken ben mutlu, huzurlu bir yaşam sürdüremezdim. Bu hareketin içinde yer almalıydım.” (Kollontay, Özgür Bir Kadın Komünistin Otobiyografisi, Belge Y., s.14)
1905 devrimi sırasında ve sonrasında partinin kadın sorununa ilişkin politika geliştirmesinde Kollontay’ın önemli katkıları oldu. Kollontay burjuva feminizmine de vuruyordu. 1917 yılında Lenin’in parti programında işçi iktidarına yönelme doğrultusunda değişiklik öneren Nisan Tezlerini ilk destekleyen de oydu. Parti yayınlarına makaleler yazdı. Devrim döneminde partinin en iyi ajitatörlerinden biri olarak öne çıktı. Nisanda Sovyet Yürütme Kurulu’nun ilk kadın üyesiydi. Kadınların devrime örgütlenmesinde önemli rol oynadı. Kollontay devrimin ardından Sovyetler’in ilk kadın elçisi oldu. Kadının özgürleşme mücadelesini Komünist Enternasyonal’in saflarına taşıdı.
Natalia Sedova
Troçki’nin ikinci eşi Natalia Ivanovna Sedova, Rus Devriminde aktif olarak rol almış bir militandı. Marksizmde kültür sorunu ile ilgili makaleler yazdı. Ekim Devriminden sonra işçi devletinin sorunlarının çözülmesi noktasında önemli görevler üstlendi. Stalinist karşı-devrimin Troçki’yi sürgün etmesi üzerine hayat arkadaşı Sedova da Troçki’yle aynı kaderi paylaştı. Bolşevik-Leninist hareketin lideri eşi Troçki, hareketin öndeki unsurlarından biri olan oğlu Lev Sedov ve politikaya uzak durarak doktorluk yapan diğer oğlu Sergei Sedov, Stalin’in ajanları tarafından katledildiler. Sedova, Troçki suikastından sonra da sürgün olarak Meksika’da yaşamaya ve sürgündeki diğer devrimcilerle ilişkiler kurmaya devam etti. Komünist inançlarla sürdürdüğü ömrünün son yıllarında Troçki’nin biyografisini yazdı. İspanya’daki Bolşevik-Leninist seksiyonla da yakın ilişkiler sürdürdü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Troçki’nin görüşlerini sahiplendiğini ileri süren IV. Enternasyonal’in yürütme komitesine de bayrak açtı. Troçki sonrası Troçkist hareketi, hatalarını düzeltmekten kaçınmakla, ölü formüllere takılıp kalmakla, Stalinist devlete işçi devleti sıfatı yakıştırmakla, dolayısıyla da Troçki’nin görüşlerini dondurarak devrimci Marksizmden uzaklaşmakla eleştirdi. Nihayet 9 Mayıs 1951’de sert eleştiriler içeren bir mektup kaleme alarak IV. Enternasyonal’den istifa etti. Natalia Sedova, Ekim Devrimi öncesinde de sonrasında da, eşinin ve oğullarının katledilmesinin ardından da devrimci Marksizme olan inancını yitirmedi. Devrimci mücadele azmi ve inancıyla yaşadı ve 23 Ocak 1962’de bu inançla yaşama veda etti.
Anna Ilyiniçna Yelizarova
Lenin’in kız kardeşi Anna 1864’te doğdu. 1 Mart 1887’de Çar’a suikast hazırlığında bulunmak suçuyla ağabeyi Aleksandr ile birlikte tutuklandı ve 5 yıl hapse mahkûm edildi. Bu, tutuklamalarla, hapislerle ve sürgünlerle geçen profesyonel devrimci yaşamının başlangıcıydı. Anna 1912-14 yılları arasında Bolşevik Partinin yayın organı Pravda Prosveşçe ve Rabotnitsa (kadın işçi) yayınları için çalıştı. “Kadın İşçi” dergisinin uzun süre editörlüğünü yaptı. Parti için maddi yardım fonu oluşturma işinde ve parti yayınlarının ülkeye sokulmasının örgütlenmesinde çalıştı. Parti yöneticilerinin çoğu yurtdışında bulunduğu için yurtdışındaki merkez komiteyle yazışmalar oldukça kısıtlıydı. “Dzhems” kod adını kullanan Anna Ilyiniçna, Lenin Sibirya’da sürgündeyken partiyle Lenin’in bağını kuran tek kişiydi. Kitapların satır aralarına görünmez mürekkeple mektuplar yazıyordu. Onun sayesinde Lenin Petrograd, Moskova ve diğer şehirlerdeki parti komiteleriyle iletişimini sürdürebildi. Anna Şubat devriminin hemen öncesinde tutuklanmıştı, ayaklanan halk sayesinde özgürlüğüne kavuştu. Pravda’nın sekreteri olarak işe koyuldu. Kent ve kır işçileriyle ve askerlerle ilişki içerisindeydi. Bolşevik fikirlerle donanan Anna, Tkaç (Dokumacı) dergisinin editörlüğünü de yürütüyordu.
Maria Ilyiniçna Ulyanova
1878 yılında doğan Maria’nın devrimcilik yaşamı 18 yaşındayken Petersburg’a gelmesiyle başladı. Ağabeyi Lenin’in yolundan yürüyen Maria, 21 yaşındayken sürgün edildi. Sürgünün ardından Moskova’ya gelerek yeniden işe koyuldu. 1901’de tutuklanıp tekrar sürgün edildi. Sürgün edildiği Samara’da da otokrasiye karşı mücadelesini sürdürdü. Sürgünden döndüğünde polis tarafından adım adım izleniyordu. Ülke içinde faaliyet yürütemez hale gelince yurtdışına Lenin’in yanına gitti. Bolşevik Partiyi yaratma mücadelesinde Lenin’in yanında yer aldı. Marx’ın Kugelman’a Mektupları’nı çevirdi. 1910 yılında Saratov’a gitti ancak tekrar sürgün edildi. Sürgün edildiği Volokta’da demiryolu işçilerinin Bolşevik Partiye örgütlenmesi çalışmalarına katıldı. Ekim Devriminin ardından parti yayın organı Pravda’nın sekreterliğini üstlendi. Gazetenin yazı kurulu üyesi olarak “işçi kadın” sayfasını hazırlıyor, işçi ve köylü kadınların sorunlarına eğiliyordu. Sovyet Kontrol Komisyonu’nda sovyet örgütlerinin faaliyetlerindeki hataların düzelmesi için çalıştı. 1937’de sınıfının davasına bağlı komünist bir militan olarak hayat koşusunu tamamladı.
Yelena Dmitriyevna Stassova
Devrimci parti çalışması değişik tipte ve yetenekte militanları kolektif bir çalışma içerisinde organik bir bütünün parçaları haline getirir. Böyle bir örgütlülük içerisinde militanların saklı potansiyelleri açığa çıkar. Yelena Stassova, uygun işe uygun insanı seçebilmek gibi parti örgütlenmesi açısından hayati değer taşıyan niteliklere sahip bir devrimciydi.
Parti militanlığı insana kapitalistlerin hayal bile edemeyecekleri üstün ahlâki özellikler kazandırır. Öne çıkmadan davaya hizmet edebilmek, davaya adanmış bir hayat sürdürmek, zihnini, kavrayışını, her şeyini parti çalışmasına sunmak… İşte Yelena bu özellikleri taşıyan saygıdeğer bir komünistti. Yelena, Lenin’in zorlu yeraltı çalışması yıllarında yan yana çalıştığı disiplinli bir yoldaşı, Parti Merkez Komitesi sekreteri olarak davasına hizmet etti.
Kollontay yoldaşı Stassova’yı şöyle anlatıyor: “Birçok önemli işin sorumluluğunu taşırdı, o fırtınalı günlerde bir yoldaş sıkıntıya ya da üzüntüye düşecek olursa daima ilgilenir … ve elinden gelen her şeyi yapardı. Tümüyle çalışmaya dalmıştı ve daima görevinin başındaydı. Daima görevinin başında, ama asla ön sıraya, ön plana çıkmadan. İlgi odağı olmaktan hiç hoşlanmazdı. Derdi kendisi değil, davaydı.”
Inessa Armand
Bolşevizm saflarına katılan en ilginç karakterlerden biri de hiç şüphesiz Inessa Armand’dır. 1874’te Paris’te doğan Inessa, burjuva kültürünü edinmiş sanatçı bir aileden geliyor. Bir tekstil fabrikatörünün oğluyla evlenip Moskova’ya yerleşen ve 5 çocuk doğuran Armand, işçi kadınlar için bir okul açmasına izin verilmemesi üzerine otokrasiyi sorgulamaya başladı. 1903’te RSDİP’e katılan Armand 1904’te 30 yaşındayken eşini terk edip feminist harekete katılmak üzere İsveç’e gitti. Bu süreçte Lenin, Troçki ve diğer Rus devrimci liderlerinin eserlerini okuyan Armand nihayet Bolşeviklere katılmaya karar verdi. 1905 Haziranında tutuklandı, birkaç ay sonra 1905 devriminin patlak vermesiyle özgürlüğüne kavuştu. 1907’de illegal propaganda yaptığı gerekçesiyle tutuklanıp Sibirya’ya sürgüne gönderildi. 1910’da Paris’te Lenin, Zinovyev ve Kamanev gibi sürgündeki Bolşevik liderlerle tanıştı. Batı Avrupa’daki tüm Bolşevik grupları koordine eden Yurtdışı Örgütlenme Komitesi’nin sekreterliğini üstlendi.
1912’de Rusya’ya dönen Armand Bolşeviklerin Duma seçimlerine yönelik kampanyasının örgütlenmesine katıldı. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi üzerine Brüksel’de toplanan II. Enternasyonal konferansına Lenin, Armand’ı gönderdi. 1915 Martında Rabotnitsa (Kadın İşçi) dergisinin editörleri Krupskaya, Kollontay ve Armand, Bern’de toplanan Sosyalist Kadın Konferansına katıldılar. Ekim Devriminin ardından Moskova sovyetinin yönetici bir üyesiydi. Komünist Partide ve sendikalarda kadınların eşitliğini sağlamaya dönük örgütlenmeler yaptı. 1920’de Komünist Kadınlar Enternasyonal Konferansının toplanmasını sağladı ve başkanlığını yürüttü. Zorlu iç savaş yılları boyunca durup dinlenmeden devrimci faaliyetini sürdüren Armand 1921 yılında koleradan öldü. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesine tutkuyla bağlanan Armand, bunun yegâne yolunun işçi sınıfının devrim mücadelesi olduğunu kavradığı için hem burjuva köklerinden kopmayı, hem de burjuva feminizmiyle yollarını ayırmayı başarmıştı.
Klavdia Nikolayeva
Nikolayeva, 1908’de henüz 16 yaşındayken Bolşevik Partiye katıldı. Uzun yıllar matbaa işçiliği yaptı. Defalarca tutuklandı. Hapiste ve sürgünde geçirdiği yıllar iradesini çelikleştirdi. Vologda’da sürgündeyken bir keten bezi fabrikasının işçilerine yönelik örgütlenme faaliyeti yürüttü. 1917 Şubat Devrimi başlayınca Petrograd’a dönebildi. Emekçi kadın gazetesi Kommunitska’nın kalbi haline geldi. Emekçi kadınlar arasında parti örgütlenmesini omuzladı. Komünist Parti Merkez Komitesinin çalışan kadınlar bölümüne başkanlık etti. Kadın işçilerin, asker eşlerinin ve köylü kadınların partiye çekilmesi gerektiğini söylüyor, bunun için çabalıyordu.
Konkordia Samoilova
Devrimci parti çalışmasının yarattığı karakterlerden biri de Konkordia Samoilova idi. Varlığını işçi sınıfının kurtuluşuna fedakârca adayan Samoilova, sade görünümü ve etkileyici konuşmasıyla kadın işçilerin güvenini ve sevgisini kazandı. Leningrad’da kadın işçi hareketinin yaratıcılarından biri olarak tarihe geçti. Disipline çok önem veren Samoilova, bunu yaşam biçimi haline getirmişti ve etrafındaki yoldaşlarının da alınan kararlara uymasını beklerdi. İşte bu özellikleri sayesinde mücadeleyi başarıya taşıyan ve hayranlıkla anılan Konkordia Samoilova devrimin unutulmaz kahramanlarından biridir.
Varvara Nikolayevna Yakovleva
1884’te Moskova’da doğan Varvara, orta sınıf bir ailenin çocuğuydu. 20 yaşında Bolşevik Partiye katıldı. 1917’de parti merkez komitesi üyeliğine adaydı. Yeni kurulan işçi devletinin gizli servisinde yöneticiydi. 1918 Ekiminde Almanlarla barış imzalanmasına karşı çıkan sol kanat komünistler arasında yer aldı. 1922’de eğitim halk komiserliğini üstlendi. 1923 sol muhalefetinde yer alan Yakovleva işçi devletinin bürokratik yozlaşmasına ve karşı-devrimle yok edilmesine karşı verilen mücadelede yerini aldı. Stalinist bürokratik karşı-devrim onu terörist bir gruba üye olma iftirasıyla tutuklayıp 20 yıl hapse mahkûm etti. Ancak karşı-devrim, Moskova barikatlarında devrim için dövüşmüş bu kararlı devrimcinin yaşamasına müsaade etmeyecekti. İkinci Dünya Savaşı sırasında Oryol merkez cezaevinde vurularak infaz edildi. 1958 yılında haksız yere suçlandığı kabul edilerek itibarı iade edildi.
Ekim Devriminin kadın karakterlerinin yaşam öyküleri ciltler dolusu yazılmayı hak ediyor aslında. Ama biliyoruz ki bu kadın kahramanlar, kitap sayfalarından ziyade, dünya devrimini zafere taşıyacak işçi kuşaklarının ve kadın militanların mücadelelerinde yaşayacaklar.

link: Zehra Aras, Ekim Devriminin Kadın Kahramanları, Kasım 2011, https://marksist.net/node/2810
8 Mart ve Feminizm


Burjuva ideolojisinin her alanda etkisini gösterdiği, sözde aydın küçük-burjuvaların “birey olma” sevdasına kapıldıkları 12 Eylül sonrasına, tam bir sınıftan kopuş ve kaçış ideolojisi hakimdi. Kendini bireysel değil toplumsal kurtuluşa adamış binlerce devrimcinin zindanlara gömüldüğü ya da sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldığı askeri diktatörlük dönemi ve sonrasında, Türkiye her açıdan en karanlık dönemlerinden birini yaşadı. Tüm dünyayı neoliberalizm rüzgârlarının sardığı bu dönemde, uluslararası arenada da muazzam bir gericilik ve gerileme söz konusuydu. Fakat Türkiye’de yaşanan elbette bunun çok katmerlisiydi. Uygulanan baskı ve sindirme politikası uzun yıllar boyunca şiddetinden hiçbir şey yitirmediği gibi, Kürt ulusal mücadelesinin yükselişiyle daha da arttı.
Sınıf mücadelesinin dibe vurduğu, her türlü devrimci değerin ayaklar altına alınıp çiğnendiği, topluma derin bir korkunun hakim kılındığı bu dönemde, politikadan tümüyle uzaklaştırılan gençliğe burjuva ideolojisinin sinsi bir şekilde şırınga edildiğini görürüz. Gençler, yaşları gereği zaten meraklı oldukları cinsellik, psikoloji gibi konulara kanalize ediliyor, piyasa bu tür kitaplardan geçilmiyordu. Böylece, yalnızca kendini düşünen, bireyci, toplumsal sorunlara duyarsız bir gençlik “imal” edildi.
’80 sonrası liberal dalganın bir parçası da, Türkiye’de feminist hareketin boy göstermeye başlamasıydı. Her türlü küçük-burjuva ve burjuva ideolojisinin binbir çehreyle boy gösterdiği bir ortamda, feministlerin olmaması elbette mümkün değildi! Sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi, ortalığı “kadın” sorununu irdeleyen filmler, feminist yazarların kitapları, çeşitli feminist dergiler ve çevreler sarıverdi. Filmlerde ve yazınsal eserlerde ele alınan kadınların, daha çok, “entel”, yalnız, bunalımlı burjuva ya da küçük-burjuva tipler olmasıysa feminizmin kadın sorununu nasıl ele aldığına işaret ediyordu.
Kuşkusuz ne o dönemde ne de bugün yekpare bir feminist hareketten söz edilemez. Feminist hareket, sosyalist feministlerden burjuva feminizmine kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Fakat kendine sosyalist feminist diyenler de dahil olmak üzere hepsinin ortak yanı, temel sorunun sınıfsal olduğunu görmemeleri ya da görmek istememeleridir.
Feminizm kadın sorununu kadın-erkek çatışmasına indirger
Marksizm, kadın sorununu, işbölümüyle ve toplumun sınıflara ayrılmasıyla birlikte ortaya çıkmış ve ancak bunların ortadan kalkmasıyla birlikte yok olacak bir sorun olarak görür. Feministlerin büyük bir bölümüyse, kadının ezilmesini erkeğin doğasından kaynaklanan sınıflar üstü bir sorun olarak ele alır. Kadın sorununu kadınlarla erkekler arasındaki bir çatışmaya indirgeyen feministler, sorunu yanlış tahlil ettikleri için çözümünü de doğru yerde aramazlar. Onlara göre kadın sorununa yönelik Marksist sınıfsal tahlil yanlıştır, sınıflardan önce de kadın sorunu mevcuttur ve bu sorunun ortadan kalkmasının sınıfların ortadan kalkmasıyla bir ilgisi yoktur. Sorun böyle konulduğunda, kendiliğinden bir çözümsüzlüğe de itilmiş olur. Dolayısıyla, diyalektik ve materyalist bakış açısından yoksun olan bu küçük-burjuva kavrayış, kadının kurtuluş mücadelesini sınıflardan bağımsız olarak yürütülecek tümüyle düzen içi bir mücadeleye indirger.
Feministler, her sınıftan kadınların ortak birtakım sorunları olduğundan, bunun için ortak mücadele vermeleri gerektiğinden dem vururlar. Oysa kadın sorunu sınıfsal bir sorundur ve insanlığın bir parçası olan kadınlar da sınıflara bölünmüşlerdir. Sınıflı toplumun başlangıcından bu yana var olan kadının ezilmişliği sorunu, her sınıftan kadında farklı farklı yansımasını bulmuştur. Ezilen sınıfların kadınları ezilmişliği ve sömürüyü katmerli yaşarken, ezen sınıfın kadını bu ezme ve sömürme ilişkisinde erkeğinin saflarında yer almıştır. Bu kapitalist toplumda da aynen geçerlidir.
Ait olunan sınıflar arasındaki fark ne denli büyükse, bu sınıflara mensup olan kadınların yaşadıkları sorunlar arasındaki uçurumlar da o denli derinleşmektedir. İşçi sınıfının kadınları en kötü koşullarda ve en düşük ücretlerle ağır bir sömürüye tâbi tutulurken, her türlü eşitsizliğe maruz bırakılırken, işin yanı sıra bir de evin yükünü sırtlanırken, burjuva kadınlar bütün bunlardan uzakta, işçilerin el koyulan artı-değerini kocalarıyla paylaşmakla meşguldürler. Kapitalist toplumun gerçekliği böyleyken, kadınların “kadın olmaktan” gelen ortak sorunlarını bulmak da olanaksızlaşmaktadır. Açıktır ki, “özgür kız”ların sorunlarıyla emekçi kadınların sorunlarının hiçbir ortak noktası bulunmamaktadır.
8 Mart etkinliklerinin ortaya çıkardıkları
Burjuvazi uzun yıllardır 8 Mart’ın içini boşaltıp, onu “Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü”nden “Dünya Kadınlar Günü”ne dönüştürmeye çalışıyor. Feministler de buna ellerinden gelen katkıyı sunuyorlar. Oysa 8 Martlar kadın işçilerin ve emekçilerin kapitalist düzene karşı verdikleri mücadelenin bir simgesidir ve bu içeriğine uygun olarak kutlanmalıdır.
Her 8 Martta yaşanan tartışmalar ve alınan politik tutumlar, kadın sorununa kimin nereden baktığını da çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Feminist kadın gruplarından, çeşitli karma (kadın ve erkeklerden oluşan) örgütlere bağlı kadınlardan ve bireysel katılım gösteren kadınlardan oluşan 8 Mart etkinlik komitesi içinde hemen her yıl, mitinglere ya da etkinliklere erkeklerin katılımı konusunda şiddetli tartışmalar yaşanıyor. Feministler mitinglere ve etkinliklere tek bir erkeğin dahi katılmamasını savunuyorlar. Karma örgütlerden (bir bölümü sosyalist) gelen kadınlarsa, temsil ettikleri kitlenin büyüklüğüne ve komite içindeki sayılarının fazlalığına rağmen genellikle feministlere boyun eğiyorlar.
İşin dikkat çekici bir diğer yanı da, kendilerine Marksist diyen ve sosyalist feminizmi savunanların takındığı tutumdur. Bunlar “bağımsız kadın gruplarının” mitinglere erkeklerin katılmaması yönündeki ısrarlarını tümüyle haklı buluyorlar ve şunları söylüyorlar:
“Erkek egemen bir sistemin varlığı ortaya konduktan ve bu sistem içerisinde kadınların ezildiğini ve/veya sömürüldüğünü saptadıktan sonra bu sisteme karşı kadınların mücadelesinin erkeklerle birlikte verilmesi gerektiğini düşünmek; devrimci değil fazlasıyla aydınlanmacı bir tavır olur. Erkeklerin de bir parçası olduğu erkek egemenliğine karşı mücadele sadece kadınlarla verilebilir ve erkek egemen düzeni yıkacak olan da kadınlar olacaktır.”[1]
Her şeyden evvel belirtmek gerekir ki söz konusu sistem kapitalizmdir ve kendinden önceki diğer sınıflı toplumlar gibi o da erkek egemen bir sistemdir. Erkek egemenliğinin yanı sıra kapitalizmde daha pek çok sorun mevcuttur. Fakat temel sorunlardan hiçbirisi kapitalist sistemi tümüyle ortadan kaldırmaksızın çözülemez ve bunu yapabilecek tek sınıf kadınıyla erkeğiyle devrimci işçi sınıfıdır. Bugünün sınıflı toplumu olan kapitalizme cepheden karşı çıkmayan ve onu yıkma mücadelesine katılmayan hiçbir akım, mevcut sorunlardan herhangi birine karşı ciddi bir savaşım veremez. Bu çevre sorununda ne kadar böyleyse kadın sorununda da o kadar böyledir.
Dolayısıyla kadın sorununu bir sistem sorunu, bugün erkek egemenliğinin yeniden-üreticisi ve sürdürücüsü olan kapitalist sistemin yıkılması sorunu olarak ele alıyorsak (ki Marksistlere göre bu böyledir), tek devrimci bakış açısı “bu sisteme karşı kadınların mücadelesinin erkeklerle birlikte verilmesi gerektiğini düşünmek”tir. Kendi tavrını devrimci olarak bulup Marksist tavrı “aydınlanmacılık” olarak nitelendirenlere ise ne desek boş!
Bizler düzenlenen etkinliklerin organizasyonunda (güvenliğin sağlanması da dahil) asıl inisiyatifin emekçi kadınlarda olması ve mitinglerde emekçi kadın kortejlerine özel bir öncelik verilmesi gerektiği düşüncesine tümüyle olumlu yaklaşırız. Ancak mitinglere ve kapalı alan etkinliklerine erkeklerin hiçbir şekilde alınmamasını savunmak tümüyle sınıf bölücü bir küçük-burjuva feminist bakış açısının ürünüdür. Öncelik emekçi kadınlarda olmak üzere ve organizasyon komitesinin uyulmasını istediği disiplini bozmamak koşuluyla bu etkinliklere karma kortejler ve erkekler de katılabilmelidir.
“Erkeklerin de bir parçası olduğu erkek egemenliğine karşı mücadele sadece kadınlarla verilebilir ve erkek egemen düzeni yıkacak olan da kadınlar olacaktır” diyenler, sorunu kadınların erkeklere karşı verecekleri mücadeleye indirgiyorlar. Oysa her gün yeniden ve yeniden üretilen erkek egemen sistemin (bugün bu kapitalizmdir) bir bütün olarak işçi sınıfının devrimci mücadelesi olmaksızın yıkılması mümkün değildir.
Söz konusu sosyalist feministler, kadın mücadelesinin “karma” örgütlerin önderliğinde yürütülemeyeceğini ve önderliğin bağımsız feminist örgütlere bırakılması gerektiğini düşünüyorlar. Bunun için eylem organizasyonlarında bu örgütlere temsiliyette ağırlık verilmesini savunuyorlar. Ama bir yandan da, “bağımsız kadın örgütlerinin karma örgütlerdeki kadınların taleplerini görmezden gelerek, kadın hareketini orta sınıf kadınlarının talepleriyle sınırlaması ve düzene muhalif niteliğini yitirerek gittikçe reformcu bir çizgiye sürüklenmesi tehlikesi”nden dem vuruyorlar.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu bir “tehlike” olmayıp bir gerçektir. Sosyalist feministler “orta sınıf” kadınların kuyruğuna takılıp reformizmin bataklığına batmış durumdadırlar. Lafzen emekçi kadınların da mücadeleye çekilmeleri gerektiğini söyleseler bile, bunun için şimdiye kadar hiçbir ciddi adım atmadıkları ortadadır.
Açıkça söylemek gerekiyor ki, rahat mekânlarında oturup Marksizmi kadın sorununda yetersiz ve kör olmakla suçlayanlara, Komünist Manifesto’nun “cinsiyet-kör” yaklaşımlarını keşfetmek gibi “derin” çalışmalara gömülenlere, fabrikalarda, sendikalarda, işçi mahallelerinde emekçi kadınlar arasında devrimci çalışma yürütmek yıldızlar kadar uzak geliyor.
Kapitalizm ortadan kaldırılmadan kadın sorunu çözülemez
Kadın sorununun işçi devrimiyle birlikte otomatik bir çözüme kavuşamayacağı doğrudur. Fakat bu sorunun çözülmeye başlanabileceği yegâne ortamı ancak sınıfsız topluma giden zorunlu bir uğrak noktası olarak işçi iktidarı yaratabilir. Kadın sorunun nihai çözümü ise ancak işbölümünün ortadan kalkacağı, eskinin tüm alışkanlıklarının, değer yargılarının yok olup insanın insan olarak tarihinin başlayacağı komünist toplumda mümkün olacaktır. Yine ancak bu toplumda, kadın ile erkek arasındaki ilişki, her türlü çıkardan ve bencilce duygudan arınmış, salt sevgiye dayalı bir ilişki haline gelecektir.
Bu, komünist topluma kadar hiçbir mücadele verilmeyeceği anlamına gelmiyor. Nasıl işçi sınıfının kurtuluşu ancak sosyalizmle mümkünken bugünden her alanda mücadele veriyorsak, kadınların sorunlarının çözülmesi için de bugünden her türlü mücadeleyi yürütmemiz gerekiyor. İşçi sınıfı uzun mücadeleler içinde bu konuda sayısız talepler geliştirmiştir. Bunlardan güncel olan bazılarını şöyle sıralamak mümkün.
* İşyerlerinde kadınlara yönelik her türlü negatif ayrımcılığa son verilmesi, eşit işe eşit ücret
* Çalışan annelere doğum öncesinde ve sonrasında ücretli doğum izninin arttırılması, dilerse çocuk bakım iznini babanın kullanması
* Tüm işyerlerine kreş ve çocukların ve eşlerin de yararlanabileceği sağlık ünitesi
* Kadını aşağılayan, ikinci sınıf insan konumuna düşüren tüm yasaların kaldırılması, cinsel suçların cezalarının arttırılması
* Semtlerde, emekçi kadın komitelerinin yönetiminde kadın sığınma evlerinin kurulması, buralara sığınan kadınların her türlü güvenliklerinin sağlanması ve hukuksal sorunlarıyla ilgilenilmesi için gereken desteğin verilmesi
* Ağır işçilik yaptıkları halde “ev kadını” denerek eşleri çalışmadığı takdirde her türlü sosyal güvencenin dışına itilen “ev çalışanlarının”, sağlık ve emeklilik güvencesi sistemi kapsamına alınması
* Bir ev kölesi olarak, televizyon sayesinde 24 saat burjuva ideolojisinin etkisi altında kalan, ev işlerinin rutinliği ve çocuk bakımının zorluğu ve gerginliği nedeniyle fiziksel ve ruhsal sağlığını yitiren, ekonomik bağımlılığı nedeniyle zincirlerini kırması çok güç olan kadınlar için ücretsiz kreşlerin, çamaşırhanelerin, yemekhanelerin örgütlenmesi sayesinde, sırtlarına yüklenen yükün biraz olsun hafifletilmesi ve kadının doğrudan üretim sürecine katılmasının sağlanması.
Şimdiden uğruna mücadele verilmesi gerekenlerden birkaçı bunlardır. Fakat bunlar için dahi işçi ve emekçi kadınların, erkek sınıf kardeşlerini de bu mücadeleye dahil etmeleri ve kapitalist sistemin duvarlarını dövmeleri gerekiyor.
Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, kadınlar olmaksızın işçi sınıfının kurtuluşu, kapitalizmden kurtulmaksızın da kadınının kurtuluşu mümkün değildir!
[1] İşçi Mücadelesi, “8 Mart’a Doğru”, sayı 2 (Mart-Nisan 2003), s.52

link: Zeynep Güneş, 8 Mart ve Feminizm, 9 Mart 2004, https://marksist.net/node/251
Başörtüsü ve Kadının Özgürlüğüne Dair


Türkiye’de yıllardır kangrene dönüşen başörtüsü meselesi giderek evrensel bir sorun haline geliyor. Fransa’da başörtüsünün de aralarında sayıldığı dini sembollerle ilk ve orta dereceli okullara girilmesinin yasaklanması, Almanya’da benzer uygulamaların başlatılması, İngiltere’de her fırsatta dikkatleri bu meseleye odaklama çabaları, Hollanda’nın peçe türü yüzü kapatan giysilerle sokakta dolaşmayı yasaklamaya çalışması gibi birbirinin peşi sıra gelen son gelişmeler, sorunun evrenselleşmekte olduğunu görmemiz için yeterli. Kuşkusuz bu durum bir tesadüf değildir ve yayılmakta olan emperyalist savaşla doğrudan ilişkilidir. Emperyalist güçlerin bu savaşta dünya halklarını birbirine kırdırmak üzere kutuplaştırma çabalarında, İslamı öcüleştirme uğraşı başat bir yer tutmaktadır. Tam da bu noktada, başörtüsü ve benzeri örtüler, karşımıza “medeniyetlerin uzlaşmaz ve çatışkılı farklılığının” bir sembolü olarak çıkarılmakta ve düşmanlaştırılan unsurların ilk sıralarında başörtülü kadınlar yer almaktadır. 11 Eylül saldırılarından sonra başta ABD olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde örtülü kadınlara öcü gözüyle bakılması, bunların sokaklarda saldırıya uğraması, toplu taşıma araçlarına binemez hale gelişleri, durumun ulaştığı vahim boyutun bir göstergesidir.
Batılı kapitalist devletlerin tesettürü yasaklama girişimlerinin ardında, halklar arasında kutuplaşma doğuracak bir ırkçılığı teşvik etmenin yanı sıra işçi sınıfının dikkatini işsizlik, yoksulluk ve çalışma koşullarına yönelik saldırılar gibi gerçek sorunlardan uzaklaştırma amacı da yatıyor. Burjuvazinin yoğun ideolojik bombardımanının etkisinde kalan insanlar açısından tesettür ve onun simgelediği İslam bir kez terörizmle özdeşleştiği andan itibaren, sokakta görülen her tesettürlü kadın bunlar için potansiyel bir terörist haline gelebiliyor. Dolayısıyla türban, çarşaf gibi örtü ve giysiler, “terör” algısını sürekli diri tutan bir mekanizmaya dönüşmüş oluyor ve etkili bir uyarıcı işlevi görüyor.
Bu uyarı mekanizması Hıristiyan Batı ülkelerinde “terör” algısı biçiminde işlerken, nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olduğu söylenen Türkiye ve Tunus[*] gibi ülkelerde “irtica” algısını dürtmektedir. Devlet eliyle yürütülen seksen küsur yıllık tepeden Batılılaştırma ya da “aydınlatma” çabalarının önündeki en büyük engellerden biri olarak görülen “irtica tehlikesi”, Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tehditler sıralamasının ilk başlarında yer almıştır. Şu ya da bu şekle bürünen kadın tesettürü ise, devletlûlar tarafından irticaın en temel sembollerinden biri sayılagelmiştir.
Onyıllardır laikliği söylem düzeyinde takıntı haline getirmesine rağmen hiçbir zaman gerçek anlamda laik olmayan Kemalist TC, İslamı da kendine göre tarif etmiştir. Batıyı model olarak almalarına rağmen despotik geleneklerden asla vazgeçmeyen devletlûlar, dinin güncel gerekliliklerle bağdaşmayan ya da Batı uygarlığıyla çelişen yönlerini İslama dışsal şeyler olarak gösterme çabasına girmişlerdir. Böylece devlet her konuya olduğu gibi dine de burnunu sokmaktan geri durmamış, bir yandan laik geçinip öte yandan kendi tasavvuruna uygun bir Türkiye İslamiyeti yaratmaya çalışmıştır. Fakat devletin icat ettiği bu yapay dinle kendi dinlerini bağdaştıramayanlar arasında daima bir çatışma yaşanmıştır. Bu çatışma karşısında devletin benimsediği yol ise her zaman olduğu gibi, “yasakla, bastır ve yok et” politikası olmuştur.
Başörtüsü meselesinde izlenen yöntem de aynısıdır. Ne var ki baskı çoğu kez tepkiyi doğurur ve buna maruz kalan tarafı aksine daha inatçı ve kararlı hale getirir. Eğer böyle olmasaydı, Kemalistlerin “Türkiye her geçen yıl daha da geriye gidiyor” diye dövünmelerinin maddi temeli kalmamış olurdu ve İslami giysi olarak bilinen giysilerle dolaşanlar mevcut devlet baskısı karşısında her geçen gün azalarak silinip giderlerdi. Fakat gerçeklik hiç de böyle değildir.
Baskının yarattığı mağduriyet ve haklılık duygusunun bir sonucu da, baskıya uğrayan tarafın giderek politikleşmesidir. Üniversitede okumaları ya da kamu kurumlarında çalışmaları engellenen başörtülü kadınların, kendi yaş gruplarından başı açık olanlara göre oransal olarak çok daha politik olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Hakları için mücadele etmenin onları politikleştirmesinin yanı sıra başörtüsünü bir politik sembol haline getirdiği de açıktır.
Benzer bir durum Batı ülkelerinde de yaşanıyor. İslam düşmanlaştırıldıkça ve tesettürlü kadınlar dışlandıkça, bu dışlanmışlığa ve baskıya duyulan tepkiye paralel olarak Batıda da örtünen Müslüman kadınların sayısı her geçen gün artmaktadır. Başörtüsünü politik bir sembol olarak, bir tür başkaldırı bayrağı olarak kullanan kadınların geliştirdiği bu tepki bilinçli ve politik bir nitelik kazanmaktadır. Tıpkı örtünmeyi zorunlu görmediği halde, İsrail zulmüne inat Araplığını ve Müslümanlığını dışa vurmak için örtünerek sokağa çıktığını belirten ve bu şekilde İsrail askerlerinin karşısına dikildiğini söyleyen Filistinli bir kadının geliştirdiği tepki gibi.
Bütün bunlar, başörtüsü sorununun mevcut dünya ve Türkiye şartlarında yeni bir politik bağlam kazanmış olduğunun göstergeleridir. Burjuvazinin statükocu kanadı özellikle üniversitelerdeki türbanlı öğrencilerin kıyafetlerinin “politik bir sembol” olduğunu söyleyip yasaklama yoluna gidiyor. Oysa resminden heykeline, büstünden rozetine, her alanda boğazına kadar Kemalizmin sembollerine boğulan bir devletin, birileri kendi hoşuna gitmeyen politik semboller taşıyor diye çileden çıkması, tam bir totaliterliğin ve ikiyüzlülüğün ifadesidir. 12 Eylül faşizmiyle politikayı sakınılması gereken bir öcü olarak beyinlere kazıyan bu devlet, “politik simge” olarak ilan ettiği bir şeyle yürütülecek mücadelenin de kitleler tarafından meşru olarak görüleceğini düşünüyor. Politika kötü bir şeyse onu simgeleyen şeyler de kötü demektir! Elbette ki devletin resmi politikası olan Kemalizm ve onun simgeleri hariç!
Ne yazık ki Kemalizmin bu yasakçı ve baskıcı tutumlarını ilericilik adına sahiplenen ya da bu konuda suskun kalan sol kesimler de bulunmaktadır. Solda yaygın olan bu anlayış ile devrimci Marksizmin meseleye yaklaşımının tümüyle farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bizler herkesin dini inancını ya da inançsızlığını serbestçe ifade edebilmesini ve yaşayabilmesini, devletin dinden elini çekmesini, her türlü dinsel-mezhepsel ayrımcılığa ve baskıya son verilmesini savunuyoruz. Burjuva devletin tüm baskıcı uygulamalarına karşı mücadele etmek, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfının en temel görevlerinden biridir.
Başörtüsü yasağının amacı kadını özgür kılmak mı?
Hatırlayacak olursak, ABD’nin Afganistan’ı işgali sırasında öne çıkarılan ideolojik öğelerden biri, bu savaşın Taliban’ın burkaya soktuğu ezilmiş kadını özgürleştirme mücadelesi olarak sunulmasıydı. Sanki yıllar yılı en gerici rejimler tarafından ezilen, sefalete itilen, geriliğin en koyusuna mahkûm edilen Afgan kadın ve erkeklerinin o hale gelmesinden sorumlu olan ve Taliban’ın da aralarında olduğu gerici rejimlere arka çıkan, bizzat ABD emperyalizmi ve genel olarak emperyalist güçler değilmiş gibi.
Türkiye’de de Kemalistler aynı argümana sarılıyorlar: “Başörtüsü esareti altındaki kadını özgürleştirmek!” Oysa nasıl ABD’nin amacı Afgan kadınlara ve erkeklere özgürlük getirmek değilse Kemalist burjuvazinin amacı da bu değildir. Son yıllarda İslamcı sermayenin güç kazanmasının ve bunların temsilcilerinin devletin en “yüce” makamlarında boy göstermeye başlamasının, devleti babasının malı olarak gören Kemalist asker-sivil bürokrasiyi fazlasıyla tedirgin ettiği ortadadır. Bu tedirginliğin hezeyana dönüştüğünün kendini en açıktan gösterdiği noktalardan biri de başörtüsü konusudur. İlk önce kutsal mabetleri olarak gördükleri üniversitelerde başörtülü kızların sayılarının giderek artmasıyla çileden çıkmaya başlamışlar ve bu “tehdidi” bunların okumalarını yasaklayarak savuşturma yoluna gitmişlerdir. Daha sonra ise işi, başbakanın, bakanların ve cumhurbaşkanından sonra en yüce makam sahibi olarak görülen meclis başkanının, devlet protokolüne başörtülü eşleriyle birlikte katılmalarını fiilen engellemeye kadar vardırmışlardır.
Ne var ki başörtüsü gibi İslami giysilerin bu kesimde yarattığı özel hassasiyetin ve alerjinin, kökü derinlere uzanan bir yönü de var: aşağılık kompleksi. Bizim gibi geç kapitalistleşen ülkelerin Batının rahle-i tedrisinden geçen burjuva aydınları arasında sıkça görülen bu kompleks, Batının Doğululukla özdeşleştirip küçümsediği ve dışladığı her şeyden utanma refleksiyle karakterize olmaktadır. Bu kompleks bizim Kemalist aydınımızda, laik burjuvazimizde, bürokratımızda belki de diğer Doğu ülkelerinden çok daha fazla yaygındır. Batı medeniyeti denince bunların aklına özden çok biçim gelir ki, bu biçimin önemli bir unsuru da kılık-kıyafettir. Batınınkilerle uyuşmayan her görüntü bunlar için bir utanç kaynağıdır. Örneğin Türkiye’ye gelen Batılıların köy insanını fotoğraflaması bunların pek bir gururuna dokunur: “Bizi geri göstermek istiyorlar!” (Çok ileriyiz ya!) Oysa kendi has kentleri olarak gördükleri eski ve yeni başkentlerinin (İstanbul, Ankara) merkezi yerleri dışındaki yaşam bunları ilgilendirmediği gibi, yaşanan gerilik ve sefalet de yabancılar görmediği zaman zat-ı muhteremleri pek rahatsız etmez. Cumhuriyet kurulalı beri taşrada yoğun bir şekilde çarşafla-peçeyle dolaşan kadınlar bu beylerin huzurunu kaçırmaz; ama bunlar göç edip İstanbul, Ankara ve İzmir sokaklarında boy göstermeye başlayınca efendilerin rahatları bozulur ve şeriat geliyor diye feryat etmeye başlarlar. Oysa tek değişiklik, taşranın kente taşınarak göze batar hale gelmiş olmasıdır.
Aslında seçkinci bir tavır olarak, başörtüsü takanlara muazzam bir küçümsemeyle yaklaştıkları halde, başörtüsünü yasaklamanın bahanesi olarak kadınların erkek baskısıyla örtündükleri iddiasına sarılan Kemalistlerin, sözde onların koruyuculuğuna soyunan tutumları da tam bir sahtekârlık ve ikiyüzlülüktür. Kadınları yasaklarla, cezalarla, baskıyla başlarını açmaya zorlamak, zorla örtünmelerini istemek kadar zorbalıktır.
Kadının özgürlüğünü başının açık ya da kapalı olmasına indirgeyen bu baskıcı zihniyetin, gerçekte özgürlükle, demokrasiyle en ufak bir alâkası yoktur. Kadınları özgürleştireceğiz diye kafalarındaki başörtüsünü zorla çıkarıp atmayı savunanlar, onları zorla çarşafa sokmaya kalkanlar kadar, kadını iradesiz, kişiliksiz, ikinci sınıf bir varlık olarak görmekte, onun üzerinde egemenlik kurma hakkına sahip olduklarını düşünmektedirler. Özünde gerici olan bu zihniyetin kendini demokrat pozlara bürümesi, kadınları özgür kılma bahanesinin ardına saklanması kimseyi yanıltmamalıdır. Fakat bu gerici, ırkçı, şoven zihniyetin çeşitli düzeylerde uygulamaya soktuğu başörtüsü yasağı, ne yazık ki sol içinde bile bir kafa karışıklığına yol açabilmektedir. Türkiye’de statükocuların üniversitelerde başörtüsü yasağını polisiye önlemlerle hayata geçirmeye başladığı dönemlerde “Türban Neyi Örtüyor” diye broşürler çıkararak devletin en gerici ve kıyıcı kesimine hizmet edenleri unutmadık. Bunlar sözde kadın özgürlüğünü savunmak adına başörtüsünün yasaklanmasına arka çıkıyorlardı. Aynı tutumu Avrupa solu içinde de görmek mümkün.
Örneğin 2004 Şubatında sağcı Fransız hükümeti orta dereceli okullarda başörtüsü takılmasının yasaklanmasını içeren bir karar çıkardığında, aralarında feministlerin ve bazı komünist örgütlerin de bulunduğu kimi sol çevrelerden hükümetin bu yasakçı kararına destek geldi. Kadına yönelik baskının simgesi olduğu gerekçesiyle başörtüsünün yasaklanmasını ilerici bir adım olarak değerlendiren bu çevreler böylece uluslararası ölçekte planlanan ve sağcı Fransız hükümetin de katıldığı haçlı seferine ortak oldular. Meselâ Fransa’nın en büyük Troçkist örgütlerinden Lutte Ouvriere, o dönemde yasağı, üstelik de kadın haklarını savunmak adına şöyle destekliyordu: “Başörtüsü giymeyi yasaklamak, başörtüsü takmak istemeyen genç kızların, aile baskısına, köktendincilerin ve erkek şovenistlerin basıncına direnmelerine olanak vermektir. Bu, mücadelelerinde onlara yardım etmek için bir araçtır.”
Başörtüsü yasağını kadınların özgürlük mücadelesine yardımcı olacağı gerekçesiyle savunmak tam bir abesle iştigal olduğu halde, ne yazık ki benzeri yaklaşımları savunanlar hiç de az değiller. Bunlar, başörtülü kadınların eğitim ve çalışma haklarının ellerinden alınması ya da kısıtlanmasının onların otomatik olarak eve, yani dört duvar arasına kapanmasına yol açacağını, yani özgürleştirme kılıfına sokulan bu saldırının esaretin katmerlisiyle sonuçlanacağını görmezden geliyorlar. Ve burjuvazinin gerici saldırılarına karşı en uyanık olunması gereken bir dönemde, burjuva ideolojisinin sosyalist sola bile nasıl da sirayet edebildiğini bu tutumlarıyla pratikte bir kez daha kanıtlamış oluyorlar. Şurası çok açıktır ki, kadınların esaretten kurtulmaları için burjuva devletlerin baskıcı yasalarından medet umulamayacağı, burjuvazinin ırkçı, milliyetçi ve baskıcı politikalarına verilen en küçük bir desteğin işçi sınıfı içindeki yapay bölünmüşlüğü artırmaktan öte bir amaca hizmet etmeyeceği gerçeği bizzat sosyalistler tarafından kavranmadığı takdirde, işçi sınıfı sol adına burjuva politikasının kuyruğuna takılmaktan asla kurtulamayacaktır.
Başörtüsü özgürlüğün sembolü müdür?
Başörtüsü konusunun bir başka boyutunu ise, İslami çevrelere hâkim olan ve Kemalizmin ve emperyalizmin saldırıları karşısında sol liberallerin de sahip çıktığı bir görüş oluşturuyor. İslamcı ideologlar ve liberaller, örtünen kadınların bunu erkek baskısı yüzünden değil Allaha olan inançlarının bir gereği olarak yaptıklarını söylüyorlar ve bunu başörtüsünün erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olmadığının bir kanıtı olarak gösteriyorlar. Aynı şekilde başörtüsünün kadının özgürlüğünün bir sembolü olduğunu iddia ediyorlar. Oysa kadının erkek baskısından dolayı değil inançlarının bir gereği olarak örtünmesi, örtünmenin erkek egemenliğinin özgül bir sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmiyor. Tıpkı kadının başörtüsünü özgürlüğünün bir simgesi olarak görmesinin onun bir esaret sembolü olduğu gerçeğini değiştirmeye yetmemesi gibi.
Aylarca işsiz kalıp nihayet karnını doyuracağı bir iş bulabilen ve patronuna minnet duyan bir işçiyi ele alalım. Bu işçiye sömürüldüğü söylendiğinde, sömürülmediğini, çünkü bu işte gönüllü olarak çalıştığını ve patronunun çok iyi bir insan olduğunu söyleyebilir size. Ama işçinin bu içten kanaati ne onun patron tarafından iliklerine kadar sömürüldüğü gerçeğini değiştirir ne de işçilerin yaşamak için sermayenin emrinde çalışmak zorunda kalan bir ücretli köle oldukları gerçeğini.
Başörtüsünün esaretin değil özgürlüğün simgesi olduğunu “gönüllülük” savıyla kanıtlamaya çalışmak da buna benziyor. Normalde hiç de farkında olunmayan toplumsal basınçla kendini kapanmak zorunda hisseden kadının “seçimi”, yaşamak için çalışmak zorunda olan bir işçinin ücretli köleliği “seçmek” zorunda olması gibi, sahte bir özgürlüğün sonucudur. Örtüsüz kadının namussuz olarak görüldüğü ve her türlü saldırıya açık kaldığı, kapanmazsa cehennemde yanacağı tehdidiyle yüz yüze kaldığı bir toplumda, kadının örtünmeyi tercih etmesi, onun özgürlüğünün değil olsa olsa toplumsal baskı sonucu “gönüllü olarak” kabul edilmek zorunda kalınan bir esaretin göstergesidir. Ve esaretin “gönüllüsü” esareti esaret olmaktan çıkarmaz.
Örtülü pek çok kadın, örtünmenin kendilerini cinsel tacizden ve bir seks sembolü olarak görülmekten koruduğunu, sokakta daha rahat dolaşmalarını sağladığını ve saygınlıklarını arttırdığını düşünüyor. Bazılarıysa tesettürü kadınla erkeğin eşitlenmesine yardımcı olan bir araç olarak değerlendiriyor. İşi daha bilimsel kisveye büründürmeye çalışanlar, eski Yunan’da bile köle ve fahişe olmayanların, yani “saygın” kadınların başörtüsü kullandıklarını, bunun bir asalet ve özgürlük sembolü olduğunu söylüyorlar. Bu iddiaların bilimsellikle hiçbir ilgisinin bulunmadığını ve safsatadan ibaret olduğunu görmek için, çıplak heykellerle sembolize edilen onlarca Yunan tanrıçasına bakmak yeterlidir. Herhalde tanrıçalar esir ve “namussuz” kadınları simgelemiyorlardı! Yine Sümerlilerde de durumun sözü edilenin tam tersi olduğuna dair güçlü kanıtlar bulunduğunu belirtelim.
Tarihe bakacak olursak, başörtüsünün tüm tek tanrılı dinlerde kadına yüklenen dini bir zorunluluk olduğunu görürüz. Ama bu “dini zorunluluk” tüm tek tanrılı dinlerin erkek egemenliğini kutsayıp kadını kimliksizleştiren bir anlayışın ürünü olduğunu gösterir. Kadına yönelik her türlü cinsel şiddetin suçunu Şeytana atma cinliğini göstererek kendini pirüpak kılan erkek, onu sözde korumak için örtülerin ve duvarların ardına hapsetmeyi de Tanrı emri olarak kutsallaştırıp işin içinden sıyrılıvermiştir. Geçtiğimiz Ekim ayında Mısır kökenli Avustralya müftüsünün hutbesinde sarf edilen şu sözler, din kisvesine bürünen bu erkek egemen bakış açısını çok güzel özetliyor:
“Üstü örtülmemiş bir eti sokağa ya da bahçeye koyarsanız, bir süre sonra kediler gelir ve onu yer. Şimdi bu kimin kabahati? Kedinin mi yoksa üstü örtülmemiş etin mi? Eğer kadın odasında, evinde otursa, başını kapamış olsa o zaman hiçbir sorun çıkmazdı. Sonra karşınıza merhametsiz bir yargıç çıkıp size 65 yıl hapis cezası veriyor.”
Bu sözler tekil bir şahsın ağzından çıkan istisnai sözler olmayıp, yaygın bir anlayışın ifadesidirler ve sadece Müslüman toplumlarda değil her dinden toplumda bu erkek egemen gerici anlayışa şu ya da bu ölçüde rastlamak mümkündür. Örtüsüz kadını üstü açık ete benzeten ve erkeklerin ona saldırmalarını meşru gören, bununla da kalmayıp tecavüz karşısında verilen cezayı merhametsiz bulan bu anlayış, kimilerince özgürlüğün simgesi olarak görülen örtünün, aslında ne kadar gerici bir bakış açısının ürünü olduğunu ve nasıl bir baskıyı ve esareti simgelediğini görmemiz için yeterlidir. Zaten, toplumun kötülüklerinden koruma bahanesiyle kadını eve tıkan, örtü ve duvar kâr etmeyip tecavüz gerçekleştiğindeyse onu çekip vuran erkeğin töre diyerek ardına saklandığı anlayış da, örtünerek koruma ve korunma anlayışının basit bir uzantısı değil midir?
Şurası çok açıktır ki, erkek egemen toplumun pisliklerinden, erkeğin tacizinden, tecavüzünden kurtulmak, örtülerin ve duvarların ardına saklanarak mümkün olamıyor. Kadın ve erkek çıplaklığının gayet doğal olarak görüldüğü ilkel toplulukların günümüze kalan örnekleri bile bize bir gerçeği kanıtlıyor: cinsellik tabu haline getirildiği, kadın kapatılıp dört duvar arasına hapsedildiği ve ona ulaşmak zorlaştığı ölçüde zorbalık ve tecavüz artar.
* * *
Birçok sorunda olduğu gibi başörtüsü sorununda da işçi sınıfı tuzaklı bir ikilemin içine çekilmeye çalışılıyor: ya tesettür yanlısı ya da karşıtı olmak. Bu tuzağa düşmemek için başta komünistler ve bilinçli işçiler olmak üzere tüm işçi sınıfının, birbirine dolaşık boyutlar kazanmış bu meselede, eğriyle doğruyu dikkatli biçimde ayıran tutumlar geliştirmesi zorunludur. Ne emperyalizmin yeni haçlı seferinin ve Türkiye’deki despotik Kemalizmin değirmenine su taşıyan bir konuma düşülmeli, ne de kadının kapatılmasında sanki bir sorun yokmuş gibi göz yumucu bir tutum benimsenmelidir.
Bunun yanı sıra başörtüsünün kadınlar arasındaki sınıfsal uçurumu ortadan kaldırmadığı, işçi kadın ile burjuva hatta küçük-burjuva kadının başörtüsü bağlamındaki sorunlarının da hiçbir zaman aynı olmadığı unutulmamalıdır. Çalışmak, hatta sokağa çıkmak için ailesiyle boğuşmak ve kurtuluş yolu olarak başörtüsüne sarılmak zorunda kalan bir işçi kadın ile bir tesettür kıyafetine asgari ücretten fazlasını bayılan burjuva ya da küçük-burjuva kadının sorunları aynı olabilir mi? Ya da tekstil atölyesinde suyu sıkılan işçi kız ile Amerika’da öğrenimlerini sürdüren İslamcı burjuvaların kızlarının sorunları? Çok açıktır ki bunların hiçbir sorunları ortak olmadığı gibi başörtüsü meselesini de bambaşka boyutlarda yaşamaktadırlar.
Ne var ki tüm bu gerçekliğe rağmen bizler, başörtüsü yüzünden hiçbir kadının haklarının kısıtlanmamasını ve baskı görmemesini savunuruz. Ama tesettürün kadının özgürlüğünün değil esaretinin sembollerinden biri olduğu gerçeğinin de üstünü asla örtmeyiz. Tüm işçi ve emekçi kadınlar şunu çok iyi bilmelidirler ki, ister başı açık ister kapalı olsunlar, erkek egemen sistemlerin sonuncusu olan kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmadıkça onlara özgürlük yolu daima kapalı kalacaktır. Kadını tüm gerici fikirlerden, değer yargılarından ve örtülerden kurtaracak ve özgürleştirecek olansa, onun kapitalist sisteme karşı yürüteceği mücadeledir.
[*] Geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan bir olay, Müslüman halkın çoğunluğu oluşturduğu devletler arasında Türk devletinin bu tutumunun emsalsiz olmadığını göstermesi bakımından ilginçti. Müslümanların resmi verilere göre yüzde 99 gibi ezici bir çoğunluğu teşkil ettikleri Tunus’ta başörtüsüyle okullara ve devlet dairelerine girmek 1981 yılından bu yana yasakken, söz konusu olay bu uygulamanın artık sokaklara kadar taşırıldığını gösteriyordu. Başörtülü bir kadın, pazarda dolaşırken polislerin kendisini karakola götürerek başörtüsünü açmaya zorladığını ve ancak bir daha başını örtmeyeceğine dair bir kâğıt imzalayarak serbest kalabildiğini belirtiyordu. Zaman zaman orucun dahi yasaklandığı Tunus’un M. Kemal’in tepeden reformlarından en çok etkilenen ve onu örnek aldığı söylenen ülke olmasıysa dikkat çekici bir başka husustur.

link: İlkay Meriç, Başörtüsü ve Kadının Özgürlüğüne Dair, Aralık 2006, https://marksist.net/node/1489