Kadınlar toplantılarda, derneklerde, barikatlarda
Savaş, yıkım ve ardından Thiers hükümetinin saldırısına tepki olarak yükselip Paris Komünüyle sonuçlanan devrim dalgası, emekçileri hızlı bir politikleşme sürecine itmişti. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla işçiler, emekçiler, daha ziyade toplantı mekânlarına dönüştürdükleri kiliselerde geceleri bir araya gelerek çeşitli konular üzerinde tartışıyor, düşüncelerini dile getiriyorlardı. Bu toplantılara kadınların katılımı en az erkekler kadar, bazı durumlardaysa onlardan daha fazlaydı. Buralardan çeşitli kulüpler, dernekler de doğmuştu. Bunlar arasında kadın dernekleri de vardı. Sıradan işçi, emekçi kadınların gittiği bu derneklerde, her biri Komünün ünlü isimleri haline gelecek olan sosyalist kadınlar da konuşmalar yapıyordu. Bebeğini emziren kadın da oradaydı, kuşağında silahı olan da.
Bu derneklerden birine giden bir Times muhabirinin, kürsüdeki bir kadının sözleri karşısında ürktüğü anlaşılıyordu. Bu kadın, kendilerini yaratılışın efendileri olarak görenlerin ahmak olduğunu, savaşmak için yaratılmış olmaktan şikâyet eden ve durmadan dertleri üzerine mızmızlanan erkeklerin gidip Versailles’daki ödlekler takımına katılabileceklerini, kadınların erkekler olmadan da kenti savunacaklarını söylüyordu. “Gaz yağımız var, el baltalarımız ve güçlü yüreklerimiz var, yorulmaya biz de erkekler kadar dayanabiliriz” diyordu kadın.[1]
Tartışılan ya da üzerinde söz alınan konular çok çeşitliydi. Devrimin her türlü sorunu, ilerletilmesi için yapılması gerekenler, savaştan kaçan erkekler, devrim düşmanı egemenler, kadınlar için siyasi haklar, ücretlerin yükseltilmesi, evlilik, boşanma, kiliseye duyulan öfke ve daha pek çok konu. Aile meselelerine ve kiliseye yönelik tartışmalar son derece radikal hale gelebiliyor ve bu durum en çok da burjuvaziyi rahatsız ediyordu. Zira onun “toplum düzeni” dediği şey esas olarak din ve aile ayakları üzerine oturuyordu ve buradaki bir sarsıntının düzenin dikişlerini attıracağından korkuyordu.
Bu derneklerin politik açıdan en ileri olanı ise Union des Femmes, yani Kadınlar Birliğiydi. Tam adı “Paris’in Savunulması ve Yaralılara Yardım için Kadınlar Birliği” olan bu derneğin kurucusu, henüz 20 yaşında olan Elizaveta Dmitriyeva (1850-1910) idi. 18 yaşındayken Rusya’dan ayrılan ve Londra’ya giden bu genç kadın, o dönemde Enternasyonal’e katılan Rus siyasi göçmenler arasındaydı. Bunların Marx’a saygıları çok büyüktü. Enternasyonal’in Rusya seksiyonunun oluşturulmasında temel görev Marx’a verilmişti. Elizaveta da Londra’da Marx ve kızlarıyla tanışıp yakın dost olmuştu.
Elizaveta, Fransa’daki gelişmeleri yakından takip etmek ve Londra’daki merkezle iletişimi sağlamak için Marx tarafından görevlendirip Paris’e gittiğinde devrim yeni başlamıştı. Kendini bir anda işçi sınıfı tarihinin o güne dek yaşanan en önemli olayının içinde bulan bu genç kadın, vakit kaybetmeksizin devrime katılmış ve Louise Michel, Andre Leo ve Anna Jaclard’la birlikte emekçi kadınları örgütleme çalışmalarına başlamıştı. Birkaç hafta sonra ise onun öncülüğünde Kadınlar Birliği adıyla bir dernek kurulacaktı. Bu dernek, Enternasyonal’in Fransız seksiyonunun kadın örgütü olacaktı aynı zamanda. Kadınlar Birliği, 11 Nisanda yayınladığı ilk bildirisinde şöyle sesleniyordu kadın emekçilere:
“Parisli yurttaşlar! Paris ablukaya alınmış, bombardımana tutulmuştur. … Bu, Fransa’yı kuşatan bir kardeş katliamı çılgınlığı, bu ölümcül bir savaş; bu adaletle kaba güç, emekle sömürü, halkla onun cellâtları arasındaki ebedi uzlaşmazlığın finalidir! Bizim düşmanlarımız hep bizim alın terimizle yaşamış, bizim ekmeğimizi elimizden alarak palazlanmışlardır… Halk, onların gözü önünde «hak olmadan yükümlülük, yükümlülük olmadan hak olmaz» sloganıyla ayaklanmıştır. Biz emekten ve emeğin meyvelerinden yararlanmaktan yanayız. Sömürücülere, patronlara ihtiyaç yok. Gerekli olan emek ve herkes için refah, halkın özyönetimidir. Gerekli olan Komündür. Ya birlikte özgürce yaşayıp çalışacağız ya da savaşarak öleceğiz!”
Bildiri, halkı Paris’i savunmaya çağırırken asıl düşmana da işaret ediyordu:
“Fransa’ya bu saldırıyı yabancılar mı düzenledi? Birleşmiş Avrupalı tiranların lejyonları mı öldürüyor bizim kardeşlerimizi bu yüce kentle birlikte, kanımız pahasına elde edilmiş ölümsüz zafer anılarımızı da yok etmeyi umarak? Hayır, bunlar düşmanlar, bunlar halkın ve özgürlüğün katilleri, Fransız hainler de bunlara dâhil!”
“Parisli yurttaşlar... Fransız halkının anneleri, eşleri ve kızkardeşleri, yoksulluk ve cahilliğin çocuklarımızı birbirine düşman yapmasına, babanın evladına, kardeşin kardeşe karşı koymasına, onların ilk önce Paris’i Prusyalılara satan, şimdi de yok etmek isteyen zalimlerin kaprisi yüzünden gözlerimizin önünde birbirlerini öldürmesine izin mi vereceğiz?... Kolları sıvadık; ya kazanmak ya da ölmek zorundayız.”[2]
Kadınlar Birliğinin üyelerini esas olarak işçiler oluşturuyordu. Dikişçiler, şapkacılar, ayakkabıcılar, örgücüler, ciltçiler, çamaşırcılar… Birlik, devrimi savunmak için kadınları örgütleyip somut işler etrafında seferber etmeye çalışıyordu. Seyyar hastanelerde, mutfaklarda, barikatların inşasında çalışacak ve bizzat savaşacak kadınları kaydedecek, gönüllü yardım fonlarını yönetecek, kadınları örgütleyecek bölge komiteleri kurulmuştu.
Kadınlar Birliği, feminist kadınlardan farklı olarak, kadın sorununu sınıflardan bağımsız görmediği gibi, kadınların Komünü desteklemesini de erkeklerle olan ilişkileri üzerinden temellendirmiyordu. Paris’in erkek ve kadın emekçilerinin çıkarları da davaları da ortaktı. Devrimi korumak “herkesin hakkı ve görevi”ydi. “Tam dayanışma içindeki erkek ve kadın işçiler muzaffer olduklarında, ortak çıkarlarını savunabilecek ve nihai bir çabayla, sömürünün tüm izlerini ve sömürücüleri ortadan kaldıracaklardır” deniliyor ve sermayenin iktidarı yerine emeğin iktidarının kurulması savunuluyordu. Bunun için toplumsal bir devrimin gerekli olduğu ifade ediliyordu.
Kadınlar Birliğinin Komünün Emek ve Borsa Komisyonuna yazdığı bir mektupta, ekonominin toplumsal temellerde yeniden örgütlenmesi için, patronları Paris’ten kaçtığı ya da devrimden korktuğu için kapanan fabrikalara el konulması ve bunların bizzat oralarda çalışan işçiler tarafından kooperatifler şeklinde yeniden çalışmaya başlaması öneriliyordu. Böylece, üreten işçilerin kendi emeklerini yönetmeleri de mümkün kılınacaktı. Ayrıca, işin bizzat işçiler tarafından örgütlenmesi, onun insanlık dışı niteliğinin ortadan kalkmasının da yolunu açacaktı: çalışma sürelerinin, işin temposunun insani koşullara göre ayarlanması, insan sağlığını tehdit eden tekdüze hareketlerin mümkün olduğunca ortadan kaldırılması gibi… Kâr için üretim anlayışına son verilmesi, işçiler arasındaki rekabete son verilmesini de sağlayacaktı.
Uzun vadede bir Kadın Dernekleri Federasyonunun kurulmasını öneren Kadınlar Birliği, kadın emeğine yönelik köklü reformlar yapılmasının zorunluluğuna da dikkat çekiyordu. Eski düzende en çok sömürülen emeğin kadın emeği olduğunu dile getirirken, “kadın ve erkek işçiler arasındaki her türlü rekabetin sonlandırılması” ve “eşit işe eşit ücret” çağrısında bulunuyordu. Fransa’da “eşit işe eşit ücret” talebinin geniş bir kadın işçi grubu tarafından dile getirilmesi ilk kez Kadınlar Birliği sayesinde olmuştu. Versailles birlikleri Paris’e girip Komünü ezmeden bir gün önce ise, Komün erkeklerle kadınların ücretlerinin eşit olacağını ilan etmişti.
İşçi kadınların çalıştığı fabrikalarda kreşler kurulması için çalışmalar başlatan Kadınlar Birliği, genel olarak eğitim sorununa da eğildi. O dönemde Parisli çocukların üçte biri düzenli eğitim görmemişti. Görenlerse daha ziyade kilise okullarına gönderilmişti. Kilisenin kız çocuklar üzerindeki tahakkümü çok daha fazlaydı. Komün, eğitimi sekülerleştirirken, bilimsel hale getirmek için de önemli adımlar attı. Bu noktada sosyalist eğitimli kadınlar çeşitli komisyonlar kurup bu doğrultuda programlar hazırladılar. Kız çocukların eğitimine ise özel bir önem verdiler. Kadınlara boşanma hakkı, evlilik içi ve dışı çocuk ayrımının kaldırılması, Kadınlar Birliğinin mücadelesini yürüttüğü diğer talepler arasındaydı.
Kadınlar Birliğinin direngen, savaşçı işçi kadınlarıyla, zoru gördüğünde yalpalayıp kaçan, Komünün değil kendisinin ve ailesinin çıkarını düşünen uzlaşmacı küçük-burjuva kadınlar arasında da en ufak bir ortaklık yoktu. Örneğin 3 Mayısta, bir grup kadın Paris sokaklarını “herkes barış istiyor” diyen ve “ateşkes” diye yalvaran uzlaşmacı bildirilerle donatmıştı. Bildiride, kadınların acı çekmekten usandıkları, talihsizliklerinden yıldıkları, çocuklarını ve kocalarını korumak istedikleri söyleniyor ve erkeklere “savaşa son verin” çağrısı yapılıyordu. Kadınlar Birliği, “utanç verici” olarak nitelendirdiği bu bildiriye şiddetle karşı çıkan sert bir açıklama yayınladı.
“Ülke, onur ve insanlık” adına konuştuklarını söyleyen bu kadınların aksine Kadınlar Birliği, “toplumsal devrim, çalışma hakkı, eşitlik, adalet, Komüne olan bağlılık ve sosyalist cumhuriyetçi ilkeler” adına konuştuğunu dile getirdi. “Versailles’ın yüce gönüllülüğü” denen şeyin “korkak katillerin yüce gönüllülüğü” olduğunu; taraflar arasında uzlaşmanın “özgürlük ve despotluk arasında uzlaşma” olacağını ve bunun ihanet anlamına geldiğini ifade etti.[3] “Taviz yok, barış için pazarlık yenilgiyle eşdeğerdir!” diyordu açıklamasında Kadınlar Birliği. Onlar “barış değil topyekûn savaş ve zafer” istiyorlardı!
Louise Michel, Andre Leo, Paule Mink, Nathalie Lemel, Anna Jaclard gibi sosyalist kadınlar da hem Kadınlar Birliğinin hem de Enternasyonal’in üyeleriydiler.
Kadınlar Birliğinin yöneticilerinden ve örgütçülerinden Nathalie Lemel (1827-1921), kitap ciltleme işinde çalışan, sınıf hareketi içinde ve sendikal mücadelede deneyimli bir işçiydi. Kadınlar Birliğinin bildirilerini kaleme alan isimlerden biri de Elizaveta’nın yanı sıra oydu. Versailles birliklerine karşı mücadelede belirleyici an geldiğinde, Nathalie Lemel şöyle sesleniyordu kadın Komünarlara: “Ulusumuz için ölmemiz gereken nihai ana geldik. Daha fazla zayıflık yok! Daha fazla tereddüt yok! Tüm kadınlar silahlara! Tüm kadınlar göreve! Versailles yok edilmelidir!”
Anna Jaclard (1843-1887) da Elizaveta gibi Rustu ve Enternasyonal’in Rus seksiyonunun üyesiydi. Soylu bir aileden gelen bu sosyalist kadın, uzun yıllar Narodnik hareket içinde yer almış ve 1869’da Rusya’yı terk etmişti. Komünde hem Kadınlar Birliği hem de Montmartre Teyakkuz Komitesi içinde çalışıyordu.
Louise Michel (1830-1905) ise Komünün efsanevi kadın savaşçısı idi. Atılganlığı ve azmi ile öne çıkan bu cesur kadın, devrim öncesinde bir yandan öğretmenlik yaparken bir yandan da çeşitli kadın derneklerinde çalışmalar yürüten sosyalist bir işçiydi. Politik olarak Bakunin taraftarı bir anarşistti. Savaş ilan edildikten sonra savaş karşıtı eylemlere katılan Louise, Komünün de ilk gününden itibaren içindeydi.
Louise Michel, Komündeki önemli gruplardan biri olan Montmartre Teyakkuz Komitesinin başkanıydı aynı zamanda. Komitenin kadın ve erkekler için iki ayrı seksiyonu bulunuyordu ve Louise Michel ikisine de dâhildi. Kadınlar hemşirelik hizmetlerini, askerlerin eşlerine yardımı, çalışma ekiplerini örgütlüyorlar, kulüplere konuşmacılar gönderiyorlardı. Kadınlar Birliği ve teyakkuz komiteleri, silahlı kadın taburları da oluşturmuştu. Bu savaşçı kadınlar haklı bir nam salmışlardı ve hatta onlar için yazılıp Komün gazetelerinde yayınlanan bir şiir kısa sürede bestelenip dilden dile dolaşan bir şarkıya dönüşmüştü:[4]
Öylesine güzel ve o kadar hoşlar ki Her törene uyar hepsi de Fransa’nın en iyi alayı bu Thiers’ciler hesaba katmalı bunu Hem de cesur bizim kızlar! Hepsi de Amazon kıyafetinde Toplanıp tek taburda Sıcak kurşun eritiyorlar Versailles’lıların tepesinde!
Komün için savaşan kadınları cesaretleri, güçleri ve beceriklilikleriyle öven Louise Michel, yazdığı Komün tarihinde şöyle diyecekti: “Kadınlar bir şeyin olanaklı olup olmadığını değil, yararlı olup olmadığını sorarlar; sonra da onu yaparlar.”[5]
Michel, Montmartre belediye başkanına gönderdiği bir mektupta, terk edilmiş evlere el koyularak buralarda yaşlı, engelli ve çocukların korumaya alınmasını, genelevlerin kapatılmasını talep etmişti. Bazı erkekler “yaralılar temiz ellerle bakılmalı” diyerek buralardan gelen kadınların seyyar hastanelerde ve ambülanslarda çalışmalarına izin vermek istemezken, o Komünün yanında yer alan bu kadınların her türlü görevi almalarını savundu ve bunu sağlamaya çalıştı.
Komünün kadın gazetecisi Andre Leo (1824-1900), aynı zamanda kadın sorununa eğilen tek gazeteciydi. Asıl adı Leodile Brea Champseix idi. Yazar olarak, ikiz oğullarının adlarının bileşimi olan Andre Leo adını kullanan ve bu isimle ünlenen Leodile, önce romanlarıyla tanınmış, ancak daha sonra kadın hakları ve politika üzerine yazmaya başlamıştı. 1860’lardan itibaren, çeşitli tartışma kulüplerinde sosyalist ve feminist düşüncelerin savunuculuğunu yapıyordu. Erkek egemen bakış açısını keskin bir dille eleştiriyor, burjuvaların ezilen, sömürülen kadınlara yaklaşımına ise öfke kusuyordu.
Andre Leo işçi sınıfını, “tüm dünyaya yayılacak çürümeden kaçan ve eşitlik ile adaleti bulan tek sınıf” olarak nitelendiriyordu. Erkeklerle kadınların “gerçek kardeşliği”ne inanıyor ve Komünde kadınların erkeklerle omuz omuza savaşmaları gerektiğini savunuyordu. Komün yöneticilerinin kadınların Komüne yardım önerilerini geri çevirmelerini ise yaygın erkek egemen anlayışın bir ürünü olarak değerlendirip eleştiriyordu. “Kadınlar olmadan devrim yapabileceğinizi mi sanıyorsunuz?” diye soran Leo, 1789 Fransız Devriminde kadınlara “kadın yurttaş” statüsü verilmesine rağmen yurttaşlık haklarının tanınmadığına atıfta bulunarak, “seksen yıl önce bunu denediler ama biz bir daha izin vermeyeceğiz” diyordu. Bu dışlanmışlığın kadınları Katolikliğe itip gerici bir güç haline getirdiğini ve sonuçta devrimin kaybedildiğini söylüyordu. “Cumhuriyetçi erkekler bunun yeterince uzun sürdüğünü ne zaman fark edecekler? Kadınların tarafsız olmak istemediklerini ve olamayacaklarını ne zaman öğrenecekler? Kadınların düşmanlığı ile bağlılığı arasında bir seçim yapmak gerekiyor” diyerek, kadınları devrime kazanmanın devrimin kazanmasının da tek yolu olduğuna işaret ediyordu. Devrim, hiçbir ırk ya da cinsiyet ayrımı olmadan tüm insanların sorumluluğundaydı. Bundan daha aşağı herhangi bir görüş, özgürlük ve adaletin yayılmasına herhangi bir kısıtlama, herhangi bir hiyerarşi, devrime inanan ve onu savunmaya hazır olanlara karşı herhangi bir ayrımcılık, Komün’e ihanet demekti! [6]
Onun ilgilendiği konu sadece kadın sorunu değil tüm toplumsal sorunlardı. Örneğin köylüleri Komüne kazanmanın devrim için ne kadar önemli olduğunu görüp, sadece işçilere değil onlara da sesleniyordu: “Kardeşim, seni yanıltıyorlar. Bizim çıkarlarımız ortaktır. Benim istediğim şeyi sen de istiyorsun. Benim talep ettiğim özgürleşme, aynı zamanda senin özgürleşmendir. Paris’in istediği şey, toprağın köylüye, iş araçlarının işçiye ait olmasıdır.” Bu sözlerin yer aldığı bildiriler balonlarla taşraya dağıtılmıştı![7]
Komünün sosyalist kadın ajitatörlerinden ve örgütçülerinden biri de Paule Mink (Adèle Paulina Mekarska) idi. Soylu bir aileden gelen ve iyi bir eğitim gören Paule Mink (1839-1901), Louise Michel ve Andre Leo ile birlikte 1860’lı yıllarda çeşitli kadın çalışmaları yürütmüş, dersler vermişti. Çalışan kadınların haklarını ilerletmek, eşit işe eşit ücret mücadelesi vb. bu çalışmalarda önemli bir yer tutuyordu. Komün sırasında, kadınları eğitmek, politik olarak bilinçlendirmek için fazlasıyla ihtiyaç duyulan eğitimli sosyalist kadınlardan biri olarak öne çıkacaktı.
Mink, hiçbir şeyi dert etmeksizin sadece içip eğlenen zenginleri de, kiliseyi de “mevcut toplumun şeytanları” olarak görüyor ve “onlardan kurtulmalıyız” diyordu. “Biz ancak patronsuz, zenginsiz ve rahipsiz olduğumuzda mutlu olacağız.” Çeşitli kulüplerde konuşmalar yapan, tartışmalara katılan Mink, kentin dört bir yanında dolaşan devrim propagandistlerinden biriydi. Seyyar hastanelerin örgütlenmesi için çalışırken, yoksul kız çocuklar için bir okul da kurmuştu.
Burjuvazinin kanlı intikamı ve direnç
Komünarlar kadınıyla erkeğiyle, Versailles’a karşı 72 gün boyunca kahramanca direndiler. Ancak 28 Mayısta yenik düştüler. Devrim son nefesini verirken barikatlarda direnenler arasında 120 kadından oluşan bir müfreze de bulunuyordu. Günlerce devam ettirdikleri direnişin ardından o barikatta hayatlarını kaybettiler.
Çarpışmalar bittikten sonra ise tam bir katliam yaşandı. Lissagaray’ın yazdığı gibi, Thiers, “sosyalizm bitti” diyebilmek için mümkün olan en büyük şiddetten yanaydı! Askerler “bize kimseyi tutsak almamamız emredildi” diyorlardı. Bunun anlamı “kimseyi sağ bırakmayın” idi!
Kışlalar, cezaevleri, garlar, okullar, yani Komünarların toplanıp götürüldükleri her yer toplu infaz alanına dönüşmüştü. Burjuvazi için bu kan gölü, yürek ferahlatıcı bir intikamdı; ezilen, sömürülen, horgörülen “ayaktakımı”nın 72 günlük iktidarının intikamı! Burjuva gazeteler askerleri daha da şevklendirmek için birbiriyle yarışıyordu. Üstelik sadece Fransa’dakiler değil! Ve sadece gazeteler de değil; canilik burjuvazinin saygın “bilim yuvaları”ndan da fışkırıyordu. Bir İngiliz tıp dergisi, tutsak Komünarların denek olarak kullanılması çağrısında bulunuyordu örneğin![8]
Bu süreçte kadınlar, zulmün ve vahşetin en aşağılık biçimlerine maruz bırakıldılar. Emekçileri barbarlar olarak gösteren “asil, uygar” egemenler, kadınların çırılçıplak idam edilmesini, yol ortasında tecavüz edilerek katledilmesini, süngülerle vücutlarının paramparça edilmesini teşvik ediyorlardı.
“İntikam” çığlıklarında burjuva kadınlar önde gidiyordu. Komünü en sert eleştirenlerden biri olan Maxime Du Camp bile burjuva kadınların davranışıyla sarsılmıştı: “Bir grup tutuklu göründüğünde insanlar onlara doğru koşturuyor, onlara eşlik eden ve onları koruyan asker kordonunu kırmaya çalışıyordu. Kadınlar, her zamanki gibi, en heyecanlı olanlardı. Asker saflarını yarıp tutuklulara şemsiyelerle vuruyor ve şöyle haykırıyorlardı: Katilleri öldürün! Kundakçıları yakın!”
Büyük gruplar halinde tutuklanan Komünarlar zengin mahallelerdeki kiliselerin önünden geçerken, diz çökmeye zorlanıyorlardı. “Ölüm! Ölüm!” diye haykırıyordu “zarif” genç kızlar: “Uzağa götürmeyin, burada kurşuna dizin hepsini!”
Ancak Komünarlar onca zulme rağmen bakışlarıyla bu züppeleri ezmeye devam ediyorlardı. Özellikle de işçi kadınlar. 29 Mayıs tarihli Times gazetesi şöyle yazıyordu: “Gözlerini yere dikmiş tutsakların arasında, ulusal muhafız üniforması giymiş bir genç kızın başı yukarıda yürüdüğünü gördüm. Uzun boylu ve uzun sarı saçları omuzlarında dalgalanan bu genç kız bakışıyla tüm dünyaya meydan okuyordu. Kalabalık ona hakaretler yağdırıyor, o gözünü bile kırpmıyordu ve Stoacı tavrıyla erkeklerin yüzünü kızartıyordu.”[9]
Burjuva kadınları da erkekleri de çileden çıkaran işte bu gurur ve cesaretti! İntikamını ise en aşağılık yollarla almaya çalışıyordu egemenler. Paris’in Komünarlar tarafından ateşe verildiğini iddia eden ve yangınları abartan burjuvazi ve kalemşorları, bu yangınların sorumlusunun “petrolcüler” adını taktıkları kadın “kundakçılar” olduğunu ileri sürdüler. Kadınların gazyağı dolu şişeleri evlere, dükkânlara atarak kenti yaktığını öne süren bu efsane alabildiğine yayılırken, Komünarlara, ama özellikle de kadın Komünarlara yönelik öfkenin kışkırtılması hedefleniyordu.
Burjuvazi öç almaya doymuyordu. Katliam o boyutlara varmıştı ki, sokaklar, nehirler, üst üste yığılmış cesetlerle doluydu. Bunlar “ibret olsun” diye günlerce teşhir edildi. Ne var ki şişmiş, parçalanmış binlerce cesedin veba gibi salgın hastalıkları tetiklemesi korkusu büyüyüp yayılınca infazlara son verildi ve temizliğe girişildi. Ölü bedenler kimlik tespiti bile yapılmadan toplu mezarlara gömüldüler. Gömülecek yer kalmayınca ise yakmalar başladı; bunun yapıldığı bölgede kalın bir duman bulutu günler boyu göğü kapladı.
Haziran ortasına kadar devam eden vahşette 25 bine yakın Komünar katledilirken, kadın, erkek, çocuk on binlercesi de tutuklanıp türlü işkencelere maruz bırakıldılar. Düzen güçleri kadınları aşağılamak için adeta özel bir çaba sarf ediyordu. Fakat kadınların sergilediği cesaret ve direnç, tıpkı savaşırken olduğu gibi destansıydı.
İki askeri öldürmekle suçlanan bir kadın bu suçlamaya “Tanrı beni daha fazlasını öldürmediğim için cezalandırsın. Issy’de iki oğlum vardı, ikisi de öldürüldü; iki oğlum da Neully’de. Kocam bu barikatta öldü... Şimdi bana istediğinizi yapabilirsiniz” diye karşılık vermişti. Bu cevabın ardından elbiseleri çıkarılıp kurşuna dizilirken gururla vermişti son nefesini.[10]
Komün yenildikten sonra tutuklanan diğer tutsaklar gibi aylarca berbat koşullarda tutulan Louise Michel, yargılanmaya başladığında mahkeme heyetinin yüzüne şöyle bağırıyordu:
“Kendimi savunmak istemiyorum, kimsenin beni savunmasını da istemiyorum! Ben her şeyimle toplumsal devrime aidim ve yaptığım her eylemin sorumluluğunu kabul ettiğimi ilan ediyorum. … Beni generallerin infazına katılmakla mı suçluyorsunuz? İşte yanıtım: Evet, onlar halkın üzerine ateş etmek istediği zaman Montmartre’de olsaydım, bu türden emirler veren insanların üzerine tetiği çekmek için bir an bile duraksamazdım.”
Hakkında ölüm cezası istendiği açıklandığında, “Mademki özgürlük için atan yüreğin yalnızca bir kurşun hakkı var, ben de kendi payımı istiyorum. Eğer yaşamama izin verirseniz intikam diye bağırmaktan vazgeçmem ve Af Komisyonundaki katillerden kardeşlerimin intikamını alırım. Eğer korkak değilseniz, beni öldürürsünüz” dedi. [11] Ama onu idam etmeye cesaret edemediler ve ömür boyu hapis cezasıyla Yeni Kaledonya’ya sürgüne gönderdiler.
Resmi rakamlara göre, 1058’i kadın, 651’i çocuk olmak üzere 39 bine yakın Komünar tutuklanmıştı. Gerçek sayının 50 bine yakın olduğu tahmin ediliyordu. Tutsak Komünarlar toplu olarak götürüldükleri zindanlarda en insanlık dışı koşullarda tutuldular. Aylar süren bekleyişin ardından sıkıyönetim mahkemelerine ve askeri mahkemelere çıkarıldılar. Bu mahkemelerin amacı, Komünarları cezalandırırken aynı zamanda Komünü ve temsil ettiği değerleri gözden düşürmek ve işçi sınıfına bir daha devrime kalkışmaması için gözdağı vermekti. Bu mahkemeler tümüyle düzmece duruşmalarla tutsaklar hakkında keyfi hükümler verdiler. İdamlar, müebbete varan ağır hapis cezaları… Fransa İmparatorluğunun denizaşırı hapishane olarak kullandığı Yeni Kaledonya gibi yerlere sürgün edilenlerin sayısı 15 bini buluyordu.
Yukarıda adlarına yer verdiğimiz sosyalist kadınlar da ömür boyu hapis cezası alanlar arasındaydı. Ancak bir kısmı ülke dışına çıkmayı başardıkları için bu kararlar gıyaplarında verilmişti. Nathalie Lemel, tutsak düşüp Yeni Kaledonya’ya sürgün edilenler arasındaydı. Elizaveta Dmitriyeva tutuklanmaktan Rusya’ya kaçarak kurtulmuştu. Anna Jaclard tutuklanmasına rağmen İngiltere’ye kaçmayı başaracak ve orada bir süre Marxların evinde kalacaktı. Paule Mink ise İsviçre’ye kaçarak politik faaliyetlerini orada devam ettirecekti.
Binlerce Komünar canını yurtdışına kaçarak kurtarabilmişti. Ancak bunlar tespit edildiklerinde çoğu kez bulundukları ülkelerin hükümetleri tarafından Fransa’ya teslim ediliyorlardı. Victor Hugo Brüksel’de, kaçakların geri verilmesini kabul eden Belçika hükümetini bir mektupla protesto etmiş ve tam bir siyasi lince maruz bırakılmış ve sonunda ülkeden kovulmuştu. Yani pek çok ülkede baskı bu derece yoğundu. Bu yüzden Komünarların çoğu, Fransa’da genel affın ilan edildiği 1880 yılına dek, bulundukları her yerde kaçak yaşamak zorunda kaldı. Bu süreçte Enternasyonal, dayanışma kampanyaları düzenleyerek elinden geldiğince bu insanlara sahip çıkmaya çalıştı. Burjuvazi linç kampanyaları düzenlerken, pek çok ülkede işçiler Parisli kardeşleri için kitlesel cenaze törenleri düzenlediler. İngiltere, Belçika, Almanya ve İsviçre’de Komünle dayanışma için dev gösteriler yapıldı, kıyımcılara nefretler yağdırıldı, Versailles’a tepki göstermeyen hükümetler suç ortağı ilan edildi.[12]
Marx, Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyinin Avrupa ve ABD’deki tüm birlik üyelerine çağrısı olarak kaleme aldığı 30 Mayıs 1871 tarihli “Fransa’da İç Savaş” başlıklı metni şu sözlerle sonlandırıyordu:
“İşçi Paris, Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının büyük yüreğinde sevgi ve saygı ile korunmuştur. Kıyıcılarına gelince, tarih onları daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır.”
İşçi sınıfı her 18 Martta, Komünü ve “göğü fethe çıkan Komünarları” saygı ve sevgi ile yâd etmeye devam ediyor ve onların intikamını Komünün kızıl bayrağını tüm dünyada dalgalandırarak alacağı günlere hazırlanıyor.
Selam olsun Paris Komününe! Selam olsun onun yiğit kadın ve erkeklerine! Ve selam olsun onların yolundan gidenlere!
[1] Gay L. Gullickson, s.164
[2] Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak, c.4, Evrensel Yay., 2.bsk., s.263
[3] Gay L. Gullickson, Komünün Asi Kadınları, s.181-82
[4] Galina Serebryakova, s.277
[5] Gay L. Gullickson, s.216
[6] Gay L. Gullickson, s.188-190
[7] Prosper Olivier Lissagaray, 1871 Paris Komünü Tarihi, c.1, s.249
[8] Prosper Olivier Lissagaray, 1871 Paris Komünü Tarihi, c.2, s.91
[9] Prosper Olivier Lissagaray, c.2, s.98, 99
[10] Tony Cliff, Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi, s.50
[11] Prosper Olivier Lissagaray, c.2, s.137
[12] Prosper Olivier Lissagaray, c.2, s.109
link: İlkay Meriç, Paris Komünü ve Kadın Komünarlar /2, 18 Mart 2018, https://marksist.net/node/6265