İşçi sınıfının ilk iktidar deneyimi olarak 72 gün boyunca ayakta kalan Paris Komünü, aynı zamanda proletaryanın hem iç hem de dış düşmana karşı verdiği destansı bir direnişin de adıdır. İşçi sınıfının kadınları proletaryanın mücadele sahnesine çıktığı günden bu yana gerçekleşen tüm devrimlerde ve devrimci hareketlerde, ön saflardaki rolleriyle sınıf kardeşlerine cesaret ve güven aşılarken, düşmanlarına da korku salmışlardır. Emekçi kadınların mücadele tarihinin en parlak sayfalarından birini de Paris Komünü oluşturmaktadır. Gerek Komünün gerekse onun içinde kadınların büyük bir rol oynamalarının nesnel zeminini, tarihteki devrimlerin pek çoğunda görüldüğü gibi, bir savaş süreci döşemiştir. Bu süreci kısaca hatırlayalım ve ardından kadın emekçilerin kahramanca mücadelelerine dönelim.
Komüne giden yol
Ekonomik ve politik olarak içinde bulunduğu zorlu durumu, egemenlerin pek çok kez yaptıkları gibi savaşla aşmayı amaçlayan Louis Bonaparte 15 Temmuz 1870’te Prusya’ya meydan okumuş, ne var ki bu meydan okuma bir buçuk ay sonra Fransa’nın yenilgisiyle neticelenmişti. Bu yenilgiyi fazlasıyla “onur kırıcı” hale getirense, Bonaparte’ın Prusya ordusuna esir düşmesiydi. Bu haber Paris’e ulaştığında Paris halkı sokaklara döküldü ve ertesi gün, yani 4 Eylülde, eski yasama meclisi üyelerinin toplantısını bastı. Bunun sonucu cumhuriyetin yeniden ilan edilmesi oldu. Ama Prusya orduları kapıdaydı ve imparatorluk ordusu dağılıp esir düşmüş durumdaydı. Bu arada eski yasama meclisinin Paris milletvekillerinden oluşan bir “ulusal savunma hükümeti” kurulmuş, düşmana karşı savunmayı örgütlemek için de eli silah tutan bütün Parisli erkekler, devletin bir milis gücü olarak oluşturduğu Ulusal Muhafız Birliğine yazılmışlardı. Böylece Ulusal Muhafız Birliğinin çoğunluğunu silahlı işçiler teşkil eder hale gelmişti.
18 Eylülde Paris kuşatması başladı ve Ulusal Muhafız kenti savunmak için seferber oldu. Aylar sürecek zorlu bir direniş başlamıştı. Bu süreçte işçilerin ağırlıkta olduğu Ulusal Muhafız ile burjuva hükümet arasındaki çelişkiler de alabildiğine güçlenecekti. Kuşatma altındaki Paris, beş ay boyunca şiddetli soğuk, açlık, hastalık ve bombardımana maruz kalırken, burjuva hükümet 28 Ocakta Prusya ile ateşkes anlaşması imzaladı. Ardından da yeni bir Ulusal Meclis oluşturmak için seçime gidildi. Fakat seçimler öncesinde demokratik güçlere tam bir gözaltı ve tutuklama terörü uygulandı. Tehdit ve baskı eşliğindeki bu seçimin demokrasiyle en ufak bir ilgisi yoktu. İşçilerin çoğu bu koşullarda yapılan seçimlere katılmadı. Nihayetinde seçimlerden monarşist sağ ezici bir zaferle çıktı ve yeni hükümetin başına yaşlı bir monarşist olan Adolphe Thiers getirildi. 26 Şubatta Thiers, Prusyalıların barış koşullarını kabul ederek Alsace’ın büyük bir bölümünü, Lorraine’in üçte birini ve Metz kentini teslim etmeyi, tazminat olarak 5 milyon frank ödemeyi ve Prusya birliklerinin Paris’te bir zafer geçidi yapmalarını onayladı.[1] Parisli emekçiler bu anlaşmayı öğrendiklerinde dehşete düşmüşlerdi. Buna izin vermeye hiç niyeti olmayan emekçiler, oluşturdukları silahlı gruplarla gece gündüz dolaşıp kenti koruma altına almaya giriştiler. Montmartre, Belleville ve La Chapelle gibi işçi mahallelerinde barikatlar kuruldu. Kentin topları, Prusyalılara kaptırılmamak ve kenti savunmak için Montmartre tepesine taşındı. Burjuvazi Prusya işgali esnasında canını kurtarmak için düşmanla işbirliğine giderken ve ülkeyi düşmana teslim ederken, silahlarını hem Prusya hem de Fransız burjuvazisine doğrultarak savaşanlar Parisli işçiler, emekçilerdi.
Prusya birlikleri 1 Martta Paris’e girdiler ama yaptıkları zafer yürüyüşünün ardından dar bir bölgeye çekilip burada da ancak üç gün kalabildiler. Bu arada Parisli emekçiler ciddi bir açlık ve işsizlik sorunu çekiyorlardı. Şubat ayında ekmek isyanları yaşanmıştı. Erkeklerin çoğu Ulusal Muhafız bünyesine alınmıştı ve Ulusal Muhafızların sayısı 300 bine çıkmıştı. Dolayısıyla nüfusun büyük bir kesiminin tek gelir kaynağı, Ulusal Muhafızlara ödenen günlük 1,5 franklık ücretti. İşte tam da böylesi zorlu günlerde, işbirlikçi hükümet emekçilere yönelik peşpeşe saldırı yasaları çıkarmaya başladı. Ulusal Muhafızın sayısının azaltılması kararı alınıp, ancak çok ihtiyacı olduğunu kanıtlayanlara ücret verilmeye devam edileceği açıklandı. Belediyeye ait rehinci dükkânlarındaki malların satılacağı duyuruldu. Bu karar, Paris kuşatma altındayken ellerindeki eşyaların büyük bir kısmı haczedilen yoksul emekçiler için büyük bir yıkım anlamına geliyordu. Versailles (Versay) hükümeti radikal gazeteleri kapatıp, Auguste Blanqui ve Gustave Flourens gibi işçi sınıfı önderleri hakkında idam kararı da aldı. Ayrıca Paris kuşatması başladığından beri Bordeaux’da toplanmakta olan Ulusal Meclisin Paris’in on beş kilometre uzaklıktaki Versailles’e taşınmasına, böylelikle Paris’in başkentlikten düşürülmesine karar verildi.
Tüm bunlar emekçilerin öfkesini arttırırken, Thiers’in Ulusal Muhafızın elindeki ağır silahları ve topları toplatma kararı alıp 18 Martta askeri birlikleri Paris’e göndermesi her şeyin üstüne tüy dikmiş oldu. Burjuvazi silahlı işçileri büyük bir tehdit kaynağı olarak görüyor ve derhal silahsızlandırmak istiyordu. Ülke işgal altında olsa da mülk sahiplerinin derdi bir an önce “huzurlu”, “sakin” günlere dönüp para kazanmaya devam etmekti. İşçilerse ne silahlarından ne de Paris’ten vazgeçme niyetindeydiler. Thiers’in bu kararını bir savaş ilanı olarak görmüş ve “davet”e icabet etmişlerdi!
Devrim başlıyor, iktidar alınıyor
18 Martta Thiers ve hükümeti Paris’ten Versailles’a çekilirken, Montmartre tepesindeki topları taşımak için atlar gönderdi. Ancak beklemediği bir direnişle karşılaştı. Harekete ilk geçenler kadınlardı. Kadınlar mitralyözlerin çevresini sarıp askerleri sıkıştırdılar. Onlara “bu yaptığınız korkunç bir şey”, “burada işiniz yok” diye bağırıyorlardı. Ateş emri verilen askerlere, “Bize mi ateş edeceksiniz? Bize, kardeşlerinize? Siz, kocalarımız, çocuklarımız?” diye sesleniyorlardı. Bu konuşmalar emekçi sınıflardan gelen askerler üzerinde öyle büyük bir etki yarattı ki, silah bırakıp halkla kucaklaştılar ve daha da ileri gidip generallerini tutukladılar. Daha sonra bir general, “kadınların askerlere yaklaşmasına izin vererek büyük bir hata yaptık” diyecekti. Başka bir bölgede, kadınların tehdit dolu bağırışlarından korkan süvariler atlarını geri sürmüşlerdi. Kadınlar sadece konuşmakla yetinmiyor, atların koşumlarını keserek, topların taşınmasını imkânsız hale getiriyorlardı.
Devrim başlamıştı. Burjuva devlet Paris’i terk etmiş ve kent emekçilerin elinde kalmıştı. 22 Martta Paris’in özerkliği ilan edildi ve 26 Martta bu özerk kenti idare edecek yeni belediye meclisinin, yani Komünün seçimleri yapıldı. 28 Martta ise Paris Komünü ilan edildi. Halk tüm sokakları, balkonları kızıl bayraklarla donatarak, bizzat kendilerinin seçtiği bu yeni yönetimi marşlarla, şarkılarla kutluyordu. “Komüne bağlılık yemini etmiş ulusal muhafız taburları, düzenli ordunun askerleri, topçuları ve deniz piyadeleri başı sonu belli olmayan iki yüz bin kişilik bir kitle, ucuna Frigya başlıkları geçirilmiş bayraklarıyla meydandan geçerek sokaklarda ilerlerken, Seine Nehri boyunca top bataryaları, top atışları ile selam duruyorlardı.”[2]
Komün, ilerleyen günlerde peş peşe aldığı kararlarla, işçi sınıfının iktidarı kendi eline aldığında neler yapabileceğini canlı bir şekilde kanıtlayarak işçilerin kendilerini bile şaşırtacaktı. Öncelikle, Komüne seçilmiş tüm yabancıların görevleri “Komün bayrağı dünya cumhuriyetinin bayrağıdır” denerek onaylandı. Düzenli ordunun kaldırılıp tüm sağlam yurttaşların katılacağı Ulusal Muhafız tek silahlı güç olarak ilan edildi. Belediyenin rehin sandığındaki tüm hacizli eşyaların satışı durduruldu. Komün üyelerinin ücretleri ortalama işçi ücretlerini geçemeyecek şekilde ayarlandı. Kilise ile devletin ayrılması, din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı. Eğitim, okullardan tüm dini simge, dua vb. kaldırılarak sekülerleştirildi. Napoleon’un 1809 savaşından sonra düşmandan alınmış toplarla döktürdüğü Vendome sütunu, şovenizm ve halkları birbirine karşı kışkırtma simgesi olduğu gerekçesiyle yıkıldı. Komün, işliklerin yönetiminin oralarda çalışan işçilere verilmesi başta olmak üzere çalışma hayatına dair de pek çok karar aldı. Fırıncıların gece çalışması onların isteği üzerine kaldırıldı. O dönemde son derece yaygın olan işçi simsarlığı büroları kaldırılıp, bunlar belediyelere bağlı iş bulma büroları haline getirildi. Kadınların iş ve ücret koşullarının araştırılması, eğitim durumlarının iyileştirilmesi için çalışmalar yapıldı. Paris’i savunurken ölen erkeklerin eşlerinin ve çocuklarının bakımı kent tarafından üstlenildi. Engels’in dediği gibi, “Böylece Paris hareketinin önce yabancı istilacılara karşı savaş sırasında geri plana itilen sınıfsal niteliği 18 Marttan itibaren keskin ve açık bir şekilde belirmiş oluyordu. Komünde yalnız işçiler veya işçilerin kabul edilmiş temsilcileri bulunduğundan Komünün kararları proleter bir nitelik taşıyordu. … Buna rağmen, kuşatma altındaki bir şehirde bütün bu şeylerin gerçekleştirilmesine ancak bir başlangıç yapılabilirdi.”[3] Nitekim 3 Nisandan itibaren Versailles birlikleriyle savaş başlamış ve Komünün en önemli uğraşı, kenti savunmak haline dönüşmüştü.
Kadınlar Versailles’a karşı en önde!
Versailles üzerine yürüyecek Komün taburları inşa edilirken, kadınlar onların önünde saf tutmak için gönüllü olarak ileri atılıyorlardı. Her ne kadar Komünün Merkez Komitesinde ve Konseyinde, oy hakları tanınmadığı için tek bir kadın bile olamadıysa da, kadınlar 72 gün boyunca devam edecek zorlu mücadelede pek çok alanda görev alırken, aynı zamanda, erkeklerin onları sürekli olarak dışladıkları siyaset alanına da pratikte el attılar. Akşamları gerçekleştirdikleri toplantılarda her konuda tartışmalar yürüttüler, eğitimlere katıldılar, Komün gazeteleri çıkardılar. Elbette tüm bunları erkek egemen anlayışa karşı büyük bir mücadele vererek gerçekleştirebildiler. Zira bu anlayışa göre, siyaset dünyası erkek dünyasıydı ve kadınların bu dünyada yeri yoktu. Onlara kadın işi olarak görülen işleri vermek ve tersi durumları yadırgamak Komünün erkekleri arasında da yaygın olan bir eğilimdi. Hatta bu durum, onların siyasi liderliğine soyunanların önemli bir bölümü için de geçerliydi ne yazık ki.
Engels’in “küçük köylülük ve zanaatçının sosyalisti” dediği Proudhon (1809-1875) ise bu erkek egemen zihniyeti en gerici formda teorize edenlerden biriydi ve Fransa’da fazlasıyla etkin bir isimdi. Küçük-burjuva tutarsızlıklar temelinde sözde sosyalist görüşler ileri sürerken anarşizmin teorisini yaptığı iddiasında olan Proudhon’a göre kadınlar zayıf bir doğaya sahiptiler. Erkekler fiziksel olarak da zekâ olarak da daha üstündüler; bu yüzden kadın sanatta da, felsefede de, ahlâken de erkekten daha düşük mertebedeydi! Proudhon, kadının evinde oturması, çocuklarını iyi yetiştirmesi, erkeğe itaat etmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Ona göre, kadının erkeğe bağımlılığı, ortadan kaldırılması olanaksız olan bir zorunluluktu!
Bu gerici düşünceler, Marx ve Engels’in kadın sorununa yaklaşımlarıyla taban tabana zıttı. 1864’te kurulan Uluslararası İşçi Birliğinin (Birinci Enternasyonal) Marx yönetimindeki Genel Konseyi kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onaylamıştı. Ancak Fransız delegasyonu karşı oy kullanmıştı. Bu anlaşmazlık, her seksiyonun kendi üyelik koşullarını belirlemesinin kabulüyle sona erdirilmişti.[4] Enternasyonal’in Fransız delegeleri “kadının yeri evidir” düşüncesindeydiler ve aileyi kadınlar için bir sığınak olarak değerlendiriyorlardı. Kadının başka bir toplumsal işlevi olmamalıydı. Bir işçinin karısı parlamenter olursa işçinin çorbasını kim pişirecekti? Sanayi işçiliği onun “doğal düzene” itaat etmesine engel olurdu ve bu kabul edilemezdi, “ne bugünkü toplumda ne de, özellikle, yeni kurulacak sosyalist toplumda”.[5] Enternasyonal üyesi de olan Komün üyelerinin çoğu ne yazık ki Proudhon taraftarıydı ve kadınlar için bu durum büyük bir dezavantaj oluşturuyordu.
Fakat kadın Komünarlar yılmadılar ve Versailles ordularına karşı kahramanca savaşırken, bu zihniyete karşı da mücadele ettiler. Binyılların egemen anlayışının bir çırpıda değişmesi doğal olarak beklenemezdi. Ama buna rağmen binlerce kadın bunu kırmak için engellerin üstüne gitmekten kaçmadı ve mücadele içinde erkek egemen kalıpları bir bir yıktı. Pek çok erkek savaşmaktan kaçarken, önlerinde dili sivri, eli sopalı kadınları buldu.
Nisan ayının başlarına dek, sayıları iki bin kişiye kadar çıkan kalabalık kadın grupları Concorde Meydanında kızıl bayraklarla gösteriler düzenliyorlardı. Bazıları silah taşıyor, savaşmak istemeyen erkekleri “silahları biz sizden daha iyi koruruz” diyerek aşağılıyorlardı. Versailles’a yürüme çağrılarında bulunan kadınlar, bedenlerini erkeklere siper edeceklerini haykırıyorlardı. Günler ilerledikçe bu gösteriler yerini çok daha somut işlere bıraktı.
Kadınlar, kadınlara özgü görülen yiyecek dağıtımı (kantinciler) ve hemşirelik (ambulansçılar) işlerini cephedeki savaşçılarla yan yana yapıyor, yani bizzat ateş hattında bulunuyorlardı. Çocuklarını bırakıp Komün savaşçılarının yanına koşanların sayısı hiç de az değildi. Pek çoğu bu sırada yaşamını yitirdi, yaralandı, kocalarının, kardeşlerinin yaralanmasına, ölümüne tanıklık etti. Ancak bu büyük acıların hiçbiri onları yaptıkları onurlu işi yerine getirmekten vazgeçiremedi. Kadın emekçiler Komünün savunusunda bizzat savaşçı olarak da yer aldılar.
Bir Ulusal Muhafız, Thiers’in gönderdiği askeri birliklere şu sözlerle silah bıraktırmıştı: “İnanın bana, tutunamazsınız; sizin kadınlarınız gözyaşları içinde, ama bizimkiler ağlamıyorlar.”[6]
Bu kadınlar kocalarını alıkoymayıp, tersine çarpışmaya ittiler, siperlere taşıdılar, onlara çalışırken yaptıkları gibi çorba götürdüler. Komün tarihçisi Lissagaray, birçok kadının evine geri dönmek istemediğini, eline silah aldığını anlatmaktadır. Sıradan kadın işçilerdi bunlar. Bu kadınlar 4 Nisanda silahlı çatışmaya girmişler, geri döndüklerinde bir komite oluşturup, kadınları savaşmaya çağıran bildiriler yayınlamışlardı: “Ya kazanmak ya da ölmek zorundayız! «Sevdiğimi kaybedecek olduktan sonra davam kazanmış neye yarar?» diyenler, şunu iyi biliniz ki sevgililerinizi kurtarmanızın tek bir yolu vardır: onlarla birlikte mücadeleye katılmak.”
Bu kadınlar Komünden silah talep ettiler ve çarpışmalarda görev almak istediklerini söylediler. Bu taleplerinin dikkate alınmaması karşısında ise çileden çıktılar. Bir kadın, Komün merkezine şöyle yazıyordu: “Benim, ortada yalnızca savaşmak isteyen ve savaşan kadınları gören yaralı bir yüreğim var. Size bir delege olarak söylediklerimi ihbar anlamında değerlendirmeyiniz. Bunu yapmak aklımdan bile geçmez. Ama yurttaş olarak, Komün üyelerindeki zaafların gelecekteki tasarılarımızı başarısızlığa uğratmasından korkuyorum.”[7]
11 Nisanda, Komünün gazetesinde yayınlanan bir bildiride ise kadınlar bu kez çok daha keskin bir dille hemcinslerini silahlanmaya çağırıyorlardı. Her ne kadar imzasız idiyse de, bu bildiri birkaç gün sonra Kadınlar Birliğinin kurulduğunu duyuracak olan sosyalist kadın işçilere aitti aslında. “Paris’in Kadın Yurttaşlarına Çağrı” başlığıyla yayınlanan bu bildiri kadınlara şöyle sesleniyordu:
“Kadın yurttaşlar, çocuklarımız, erkek kardeşlerimiz, kocalarımız nerede? Gürleyen topları ve kutsal çağrıyı çalan tehlike çanlarını duyuyor musunuz? Haydi silahlara! … Savaşı nihayete erdirme zamanı gelmiştir.”
“Eğer tutukluları vuran ve önderlerimizi öldüren alçaklar tüfeklerini silahsız kadınlara doğrultursa daha bile iyi! Dehşet ve öfke çığlığı Fransa’dan atılacak ve tüm dünya, istediğimize ulaşmamıza yardım edecek!”
“Tüfeklerin ve süngülerin tümü erkek kardeşlerimizce kullanılıyor olsa bile, hainleri ezecek kaldırım taşları yine de vardır.”[8]
Bu çağrıda, Versailles hükümeti yalnızca suçlu değil, Paris halkının düşmanı olarak nitelendiriliyordu. Halkı sömüren, ezen bu hükümet, kardeş katili bir iç savaş başlatmış ve savaş tutsaklarını idam etmişti. Versailles hükümeti ve yandaşları “halkın katilleri, zalimler, Paris’i yok etmek isteyenler”di! Komünse özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin savunucusuydu! “Halkın halk tarafından yönetimi”ni, sömürenlerin ve efendilerin sonunu ve “herkes için iş ve esenlik” istiyordu.[9]
Devrimin zaferi için ölmeye hazır olduklarını söyleyen kadınlar, her bölgede savunma komiteleri kurmak üzere bir araya gelmişlerdi. Kısa adı Union des Femmes (Kadınlar Birliği) olan örgüt de böylece doğmuştu. Enternasyonal üyesi sekiz kadın işçiden oluşan bir merkez komitesi önderliğinde ve bizzat Marx’ın görevlendirdiği Elizaveta Dmitriyeva başkanlığındaki bu örgüt, “Paris’in Savunulması ve Yaralılara Yardım için Kadınlar Birliği” adını taşıyordu ve kararlılığını, “ortak haklarımızı savunma uğruna ya kazanana dek savaşmak ya da ölmek” diyerek duyuruyordu.
Eş ve anne sıfatıyla bir grup kadın, kardeşlerin birbirini tanıyıp barışçıl bir çözüme varacakları düşüncesiyle ateşkes dilediğinde, Union des Femmes, “utanç verici” olarak nitelendirdiği bu bildiriye şöyle yanıt verdi: “Paris’in kadın işçilerinin istediği barış değil, topyekûn savaştır! Bugün uzlaşmak ihanet anlamına gelir! … Paris teslim olmayacak. Paris’in kadınları Fransa’ya ve dünyaya … halk uğruna, Komün uğruna erkek kardeşleri gibi canlarını verebileceklerini kanıtlayacaktır!”[10]
Bu çağrıları ve bildirileri, ilk olarak Prusya kuşatması sırasında kurulan kadın “teyakkuz komiteleri”nin etkinleştirilmeleri takip etti. Kadınlar sokaklarda üniformalı ve silahlı olarak dolaşıyordu. Gizlenerek ya da kenti terk ederek savaştan kaçmaya çalışan erkekleri kıyasıya eleştiriyor, “Versailles katilleri”ne karşı savaşmayı reddeden bu “korkaklar ve uyuşukları” “ciğerlerini sökmek”le tehdit ediyorlardı. Bir kadın, kadın Komünarlara, kocaları savaşmayı reddederse onları vurmayı öğütlüyordu. Kadınlar, erkekler olmasa bile kendilerinin savaşmaya hazır olduklarını duyuruyorlardı.[11] Kadınlar, Komünü savunmak için gerekli silahların üretiminde de görev aldılar. Yaklaşık 3000 kadın fişek yapımıyla uğraşıyor, 1500’e yakını barikatlar için kum torbası hazırlıyordu.
Burjuvazinin tepkisi
Egemen sınıfın erkek ve kadınları, yoksul mahallelerin emekçi kadınlarının cesaretleri ve erkek egemen anlayışa meydan okuma cüreti göstermeleri karşısında resmen şoke olup çılgına dönmüşlerdi. Bu yüzdendir ki, burjuva gazetelerde Komün tehdidi çoğunlukla kadın kılığında sunuldu; hem Komün esnasında, hem de sonrasında! Kadınların mücadelecilikleri ve cesaretleri sınıf kardeşlerinin saygısını kazanırken, sınıf düşmanlarını irkiltip öfkelendiriyordu. Kadınların toplumsal düzene karşı erkek Komünarlardan daha büyük tehdit oluşturduklarını düşünüyordu burjuvazi!
Burjuva yazarlar, çizerler, politikacılar, Komünar kadın imgesini sıkça Fransız Devrimindeki “örgücü” kadınlarla özdeşleştiriyorlardı; giyotinde kesilen kafaları örgü örerek izleyen “vahşi, insanlıktan çıkmış” kadınlar! Onlara göre Komünar kadınlar, “ölüm için uluyan, haykıran, ölüm gerçekleşince ahlâksızca dans eden ve ölenlerin naaşlarına saygısızlık eden sarhoş fahişeler”, “kanın tadını almış aç sırtlanlar”dı! Bu tür benzetmelerin erkekler için değil kadınlar için yapılması dikkat çekiciydi. Erkekler “zenginleri istemiyoruz” diyen “aşağılık budalalardı, kadınlarsa çok tehlikeli yaratıklardı! Gerici bir yazar şöyle diyordu:
“Zayıf cins bu acınası günlerde utanç verici biçimde davrandı. Komün’e katılanlar –ki böyleleri çoktu– tek bir amaca sahipti: erkeklerin kusurlarını abartarak kendilerini onlardan üstün göstermek... Her yerdeydiler; cıyak cıyak sesleriyle bağırdılar, çağırdılar, kışkırttılar... centilmenin terzisi, centilmenin gömlekçisi, çocuklarının öğretmeni... her türden hizmetçiler. Bu kadınların, bu yoksullarevi kaçkınlarının Jan Dark’a öykünmeleri ve kendilerini onunla kıyaslamaları son derece komikti... Komün’ün son günlerinde bu şirret cadalozlar barikatlarda erkeklerden daha uzun süre direndiler.”
Bir başka burjuva yazarsa, “barikatlardaki cesaretleri, savaştaki acımasızlıkları, duvara dayanmış ölüm mangasının karşısındaki soğukkanlılıkları” ile dikkatleri üzerinde toplayan kadın Komünarlardan şöyle söz ediyordu:
“Kadınlar erkekler gibiydiler; ateşli, öfkeli, acımasız. Ölüme meydan okudular ve tehlikelerden yılmadılar; hiçbir zaman bu kadar çok kadın sokağa dökülmemişti. Şarapnellerin, saçmaların ve mermilerin açtığı korkunç yaraları sardılar, görülmemiş işkencelerden sonra acı ve öfke içinde inleyen, hıçkıran ve bağıran insanların yardımına koştular; sonunda gözleri kana alıştı, kulakları paramparça olmuş bedenlerden kopan yürek parçalayıcı çığlıklarla doldu, kararlı bir tavırla tüfekleri kaptılar, aynı yaralara ve aynı ıstıraplara doğru atıldılar.”[12]
Versailles yandaşları ve bunların besleme gazetecileri, Paris’i “Avrupa’nın tüm alçaklarının” toplandığı bir cehennem olarak betimliyor, namuslu kadınların artık sokağa çıkmaya cesaret edemediğini yazıyordu. Oysa işçiler, emekçiler, hayatlarında ilk kez, eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin lafta değil fiiliyatta hayata geçtiği mucizevi günler yaşıyorlardı o Paris’te. Özellikle de kadınlar. Egemenlere karşı öfkeyle dolan yüz binlerce yürek, sevinçte de, tasada da bir atıyordu. Lissagaray’ın ifade ettiği gibi, bu bir inanç ateşiydi, bir özveri, bir umut ateşiydi! Şöyle diyordu Lissagaray: “48 Haziranında olduğu gibi, barikatların arkasına gizlenip kaldırım taşlarından oluşan silahlarla karşı koymaya çalışan umutsuzlar söz konusu değildi şimdi. 1793’ten çok farklı bir biçimde silahlanmış olan 71 Komünü, altmış binden fazla savaşçıya, yüz binlerce tüfeğe, bin iki yüz topa, beş tabyaya, Montmartre, Belleville ve le Pantheon’un kapladığı geniş bir bölgeye, yıllarca yetecek kadar araç gerece sahipti ve eğer isteseydi milyarlara da sahip olabilirdi. Kazanmak için geriye ne kalıyordu? Biraz devrimci içgüdü. Belediye Sarayında buna sahip olduğu için övünmeyen hiç kimse yoktu.”[13]
Burjuvazinin kendini işçi sınıfının tehdidi altında hissettiğinde yüzyıllardır başvurduğu “kullanışlı yalanlar” Paris Komünü sırasında da propagandanın baş unsurlarıydı. Bu değişmezlerden biri olan “dış mihraklar” savının pratikteki ifadesi o dönemde, “Avrupa’nın ayaktakımı Paris’te toplanmış” ya da Uluslararası İşçi Birliği kastedilerek “isyan emri Londra’daki Uluslararası Birlikten geldi” propagandasıydı. Burjuvazi Komünarları tembeller, ayyaşlar, hırsızlar, yağmacılar, fahişeler olarak yansıtıyordu. Kiliselerin yağmalandığı, rahibelere cinsel saldırılarda bulunulduğu yönündeki haberler de en çok işlenen yalanlardan biriydi. Doğrusu insan bunlara baktığında o günden bugüne dünya burjuvazisinin yalanda pek de yaratıcılık kaydetmediğini düşünüyor! Halkın “hassasiyetlerini” kaşıyarak onu karşı-devrimci temelde galeyana getirmeyi amaçlayan aynı bayağı, aynı pespaye yalanlar!
Bu yalan söylenti silsilesinin en çok öne çıkanlarından biri de “petrolcü kadınlar” efsanesiydi. Versailles birlikleri Paris’e girip Komünü ezmeye başladıklarında, öfkeli Komünar kadınların gazyağı dolu şişeleri yakıp binaları ateşe verdikleri söylentisi kaplamıştı ortalığı. Buna benzer birkaç örnek genelleştirilerek Paris’in tamamının bu şekilde ateşe verildiği iddia ediliyordu burjuva gazetelerde. Egemenler her zamanki gibi yalanda ısrarcıydılar ve ellerinde hiçbir kanıt bulunmamasına rağmen yüzlerce kadını bu iddialarla suçlayıp katlettiler. Lissagaray, kötü giyinmiş ya da bir süt güğümü, bir kova, boş bir şişe taşıyan her kadının “petrolcü” olarak damgalandığını, giysilerinin parçalandığını ve en yakın duvarın dibine götürülüp öldürüldüğünü yazmaktadır.
Paris Komünü, kadın sorununu erkek egemenliğe karşı tüm kadınların “kızkardeşlik” ekseninde bir araya gelerek mücadele verecekleri bir sorun olarak gören feminizmin pespaye görüşlerini de pratikte yerle bir etmiştir. Burjuva kadınların savaş, Prusya işgali ve Komün karşısında takındıkları tutumla işçi sınıfının kadınlarının tutumunun en ufak bir ortak noktası yoktu. Aksine bu kadınlar arasında uzlaşmaz keskinlikte bir sınıf düşmanlığı söz konusuydu. İşçi sınıfının kadınları, en az burjuva erkeklerden nefret ettikleri kadar burjuva kadınlardan da nefret ediyorlardı. Burjuva kadınlarsa, Komün yenildikten sonra kadın Komünarların gözlerini oymaktan zevk alacak denli büyük bir nefret duyuyorlardı bu “kızkardeş”lerine!
(devam edecek)
[1] Gay L. Gullickson, Komünün Asi Kadınları, Yordam Yay., 1.bsk, s.35-36
[2] Gay L. Gullickson, s.39
[3] Engels, Fransa’da İç Savaş içinde “Engels’in Önsözü”, Yazın Yay., 1. bsk, s.48-49
[4] Tony Cliff, Kadınların Özgürlüğü ve Sınıf Mücadelesi, Ataol Yay., 1. bsk., s.42
[5] Tony Cliff, s.43
[6] Prosper Olivier Lissagaray, 1871 Paris Komünü Tarihi, NotaBene Yay., c.1, s.227-28
[7] Prosper Olivier Lissagaray, c.1, s.228
[8] Gay L. Gullickson, s.144, 145
[9] Gay L. Gullickson, s.175
[10] Gay L. Gullickson, s.145
[11] Gay L. Gullickson, s.159
[12] Tony Cliff, s.43-44
[13] Prosper Olivier Lissagaray, c.1, s.206
link: İlkay Meriç, Paris Komünü ve Kadın Komünarlar, 6 Mart 2018, https://marksist.net/node/6245