Geçmişin inkârı temelinde inşa edilen Kemalist rejim, Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan aydınlanma çabalarını, bu doğrultuda atılan adımları, bu uğurda verilen tarihsel mücadeleleri yok sayarak, cumhuriyet sonrasında gerçekleştirilen reformları “ulu önder”in bir lütfuymuş gibi göstermiş ve bugüne dek bunu temel bir propaganda unsuru olarak kullanmaktan vazgeçmemiştir. Vitrin süsü yapılmaya pek müsait olan kadın hakları meselesi de aynı anlayışla Kemalist propaganda aygıtının malzemesi haline getirilmiştir. Resmi ideolojiye ve onun cansiperane savunucusu Kemalistlere göre, TC’den önce toplumsal alanda hiçbir varlığı olmayan, hiçbir hakkı bulunmayan, sessiz ve zavallı kadınlara seçme-seçilme hakkı başta gelmek üzere tüm hakları “bahşeden” Atatürk, onları çağdaş kadın kimliğine kavuşturmuştur. Oysa tarihsel gerçekler, bu baskıcı devletin gerek Osmanlı’da gerekse cumhuriyet rejimi altında hiçbir hakkı toplumsal bir basınç olmaksızın tepeden bahşetmediğini, kadın haklarına yönelik reformlarda da böylesi bir “ihsan”ın söz konusu olmadığını gösteriyor.
Nitekim, despotlukta sürekliliği koruyup, işine gelen konularda her türlü manipülasyona başvurarak tarihsel bir kopuş yaşanmış izlenimi yaratmakta mahir olan Kemalist rejimin, tarihin tozlu rafları arasına gömerek on yıllar boyunca unutturduğu konulardan biri de Osmanlı’da yükselmeye başlayan ve devleti kadın hakları konusunda ciddi adımlar atmak zorunda bırakan bir kadın hareketi olduğu gerçeğidir. Bu unutturma operasyonunun böylesine kolay bir şekilde başarılabilmesinin nedenlerinden biri, kadın hareketinin 1930’lardan itibaren Kemalist tek parti rejimine tümüyle entegre edilerek ortadan kaldırılmasıdır. Diğer bir nedense, Latin alfabesine geçişle birlikte, yeni kuşaklar içinde Osmanlı döneminden kalma arşivleri ve materyalleri inceleyecek Osmanlıca bilen insanların sayısının son derece az olmasıdır. Osmanlı döneminde kadın hareketine ve elde ettiği kazanımlara ilişkin gerçekler, ne yazık ki ancak feminist hareketin yeni bir yükseliş dönemi yaşadığı 80’li ve 90’lı yıllarda bazı feminist sosyolog kadınların Osmanlıca kaynakları araştırıp incelemeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır.[1]
TC’nin kuruluş döneminde, tümüyle düzen sınırları içine hapsolmuş bir burjuva feminist hareket söz konusu olmasına rağmen Kemalist rejimin tahammülsüzlüğünün Osmanlı’yı aratmaması, hatta Osmanlı dönemindeki radikal kadın hareketinin cumhuriyet rejimi tarafından tümüyle yok edilmesi diğer bir dikkat çekici husustur. Kemalist rejimin çizdiği sınırları zorlamaya kalkan her türlü hareketin yok edildiği tek parti döneminde, en ileri talep olarak seçme ve seçilme hakkını yükselten kadın hakları savunucuları bile dışlanmış, engellenmiş ve baskıyla yıldırılmaya çalışılmıştır. Bugün kadınların ortaçağ karanlığına geri döndürülmek istendiğini savunan Kemalist ulusalcılar, asr-ı saadet olarak gördükleri tek parti döneminde erkeklerle eşit haklara sahip olmak isteyen kadınlara karşı uygulanan baskılardan ya bihaberdirler ya da bilinçli olarak üstünü örtmektedirler.
Şimdi, Osmanlı döneminde başlayan, cumhuriyetin ilanının ardından yaklaşık on yıl boyunca varlığını koruyan ve ironik biçimde, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı 1934 sonrasında yok edilen feminist hareketin bu topraklarda nasıl şekillendiğine bakalım.
Derin uykudan uyanışa…
“Biz Osmanlı kadınları şimdiye kadar derin bir uykuda idik. O uykuda müthiş, muzlim, korkunç rüyalar görerek muztarib oluyor idik. Bu uykumuz senelerden beri devam ediyordu. Fakat edemezdi. Nihayet başımıza gelen felâketler, nur-u marifetin gözümüzü yakarcasına şiddeti bizi uyandırdı. Bu uyanmamız pek tabiidir. Kanun-u tabiat iktizasıdır.” (Kadınlar Dünyası, 3 Ekim 1913)
Osmanlı, dinin devlet eliyle hukuksal ve toplumsal yaşamı şekillendirdiği ve bireyin özgürlüklerinin devlet eliyle gasp edildiği bir Doğu toplumu idi. Bu toplumda kadınların özgürlüğü, din faktörünün de etkisiyle, Batılı hemcinslerine göre bile misliyle kısıtlanmıştı. Kadınlar istedikleri yere gidemezler, istedikleri camide ibadet edemezler, her yerden alış-veriş yapamazlar, ulaşım araçlarının ancak kendilerine ayrılan özel bölümlerinde yolculuk yapabilirlerdi. Erkek “boş ol” dediğinde kendini kapının önünde bulan kadın, çocuklar üzerinde de hiçbir hakka sahip değildi.
Tanzimat’la birlikte aydınlanma çabalarının hız kazandığı Osmanlı’da, buna rağmen kadınlar sadece kız okullarına gidebilirlerdi. Ne var ki kız rüşdiyelerinin (ortaokul) sayısı son derece sınırlıydı ve neredeyse tümü İstanbul’daydı. 1911 yılından itibaren kurulmaya başlanan kız liseleri de İstanbul’daki birkaç okuldan ibaretti. 1914’te İnas (Kızlar) Darülfünunu kuruluncaya dek kadınların gidebilecekleri bir üniversite de yoktu.
Osmanlı kadınlarının istedikleri mesleğe sahip olmaları onlar için bir hayal olduğu gibi, çalışacakları alanlar da son derece sınırlıydı. Kadınların devlet dairelerinde, demiryolu şirketlerinde, posta ya da telefon idaresi gibi işletmelerde çalışmaları yasakken, sanayinin gelişmemişliği iş alanlarını alabildiğine kısıtlıyordu. Bu durum giderek özellikle egemen sınıfın eğitimli kadınları için yüksek sesle dillendirilen bir sıkıntı kaynağı haline gelmişti. Bunlar daha liberal görüşlere sahip asker-sivil bürokratların eşleri, kızları vb. idi.
Özel öğretmenler tarafından eğitilen, birkaç dil bilen bu kadınlar, 1870’lerden itibaren çeşitli kadın gazeteleri ve dergileri çıkarmaya başladılar. Bunların ağırlıklı bir kısmı, ev işleri, çocuk terbiyesi, eğitim, sağlık, moda gibi konuları işleyen ve böylelikle sistemin kadına biçtiği iyi bir eş ve anne olma rolünü pekiştirmeye hizmet eden yayınlardı. Yazılarda, kadınlara, süs püs için israfa kaçan harcamalarda bulunmamak tavsiye ediliyordu. Aslında bu bile çoğunun kadın dendiğinde kendi dar çevresindeki aristokrat kadından başkasını tasavvur etmediğini göstermekteydi. Eğitimin önemi sürekli vurgulanıyor, ancak bu sık sık “vatana millete hayırlı kuşaklar yetiştirme” göreviyle ilişkilendiriliyordu.
İlerleyen dönemlerde bunlara aslında Avrupa’daki feminist hareketten çeşitli düzeylerde etkilenen ancak bunu farklı tonlarda yansıtan yayınlar eklenecekti. Yazarların sınıfsal zemini de orta katmanlara doğru genişleyecekti. Kadınlar giderek daha fazla seslerini yükseltiyorlar ve “biz buradayız” diyorlardı. Buna paralel olarak, yönetimi ve yazarları tümüyle kadınlardan oluşan gazete ve dergilerin sayısı da artmaktaydı. 1886’da yayınlanmaya başlayan Şükûfezar bunlardan ilkiydi. Onu, 1895’te yayınlanmaya başlayan ve 1908’e dek toplam 604 sayı olarak yayınlanacak olan Hanımlara Mahsus Gazete izleyecekti. Derginin ilk sayısında, “terbiyeli çocuklar yetiştirmeleri” için kadınların eğitimli olmalarının önemli olduğu vurgulanıyor ve yayın amaçlarından birinin bu olduğu ifade ediliyordu. Diğer bir amaçsa kadınları Osmanlı’da ve dünyada kadınlara ilişkin olaylar ve gelişmeler hakkında bilgilendirmekti. Yazı kadrosunu Fatma Aliye, Emine Semiye, Şair Nigâr gibi entelektüel kadınlar oluşturuyordu ve bunların tümü devletlû sınıfa mensuptu. Burjuva feminizmin tohumları her yerde olduğu gibi Osmanlı’da da doğal olarak egemen sınıfın kadınları arasında boy veriyordu.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra kadın dergilerinin sayısı patlamalı bir şekilde arttı. Bunlar arasında birkaç sayı yayınlanıp yayın hayatı son bulanlar da olacaktı. Ancak çok sayıda derginin olması kadınların erkek işi olarak görülen bir alana girme cesaretini göstermeleri açısından önemliydi. Bu dönemde yayınlanan kadın dergilerinin yavaş yavaş siyasi konulara da el atmalarıysa çok daha önemli bir gelişmenin işaretiydi. Kadın hareketi artık bir dönemeç noktasına geliyordu ve açık açık “feminist” olduklarını söyleyen kadınlar yazın hayatında boy göstermeye başlıyordu. Oysa o zamana dek feminizm kavramına oldukça mesafeli durulmuştu. Osmanlı’nın sosyal ve siyasal koşulları dikkate alındığında, yeşeren bu feminist hareket oldukça ilerici bir rol oynayacaktı.
Kendisini “kadınlara mahsus ilmi, siyasi mecmua” olarak tanımlayan ilk dergi Demet adını taşıyordu. Yazı kadrosunda Mehmet Akif, Mehmet Emin, Selim Sırrı gibi ünlü erkek yazarların yanı sıra Halide Salih (Edip), İsmet Hakkı gibi ünlü kadın yazarlar da yer almaktaydı. Örneğin İsmet Hakkı, kendisinin kahir ekseriyetin tersine anti-feminist olmadığını vurgulayan, kız okullarına fen dersleri konmasını savunan, eğitimde eşitlik isteyen, daha çok kadın yazarın olması gerektiğini söyleyen bir yazardı.
Kadınlar Dünyası ise daha radikal görüşlerin savunulduğu feminist bir dergiydi. Yazarlarının ve yönetim kadrosunun tamamı kadınlardan oluşuyordu. Derginin Temmuz 1913 tarihli nüshasında, erkeklerin İkinci Meşrutiyet’le kavuştuğu haklara kadınların da kavuşması gerektiği söyleniyor ve bunun için gerekirse zor kullanılması salık veriliyordu: “Kadınlar, kadınlar!... Hürriyeti erkeklerimize vermediler, onlar cebren aldılar. ‘Hukuk verilmez alınır’ diyorlar. Biz kadınlar da hukuk-ı tabiiye ve medeniyetimizi isteyelim, vermezlerse biz de cebren alalım. Yaşasın hürriyet!”
Yazı kadrosunda Ulviye Mevlan, Mükerrem Belkıs, Nimet Cemil, Nebile Akif, Yaşar Nezihe gibi yazarların bulunduğu Kadınlar Dünyası’nın okur kitlesi Müslüman kadınlarla sınırlı değildi. Osmanlı’nın Rum ve Ermeni kadınları da dergiyi ilgiyle takip ediyorlar, mektuplar yazıyorlardı. Bir süre günlük, daha sonra haftalık çıkan 16 sayfalık bu derginin tirajının bugünün koşullarında bile azımsanamayacak ölçekte olması dikkat çekicidir. Olağan tirajına dair bir bilgi olmamakla birlikte, 165. sayısının kâğıt sıkıntısı nedeniyle 3000 adetle sınırlı basılabileceğinin duyurulması, normal koşullarda çok daha yüksek sayıda basıldığını göstermektedir.
Dergi yazarları, kadınların erkeklerin zevk aracı olarak görülmesinden, aşağılanmasından, insan yerine konmamasından şikâyetlerini dile getiriyorlardı: “Türk erkeklerinin felsefesince, kadınlar dünyaya erkeklerin rahatını temin için gelmiştir… Bu memlekette kadınlığın hayat hakkı yoktur. Kadınlar erkekler için yaşarlar, hürriyetleri yoktur. Erkeklerin esiridirler.” Fatma Zerrin adlı bu yazar, erkeklerin kadınları, “salon kadınları”, “orta halliler”, “hali vakti yerinde olmayanlar” olarak üçe ayırdıklarını; salon kadınlarını “tatlı bir meyve”, orta hallileri “hizmetçi”, hali vakti olmayanları “esir” olarak gördüklerini söylüyordu.[2]
Feminizmi de sosyalizm gibi ezilen kesimlerin ideolojisi olarak tanımlayan Mükerrem Belkıs ise radikal bir politik yaklaşıma sahipti. Osmanlı’da feminizm cereyanının sosyalizmi geçtiğini söyleyen Belkıs, “Bizim memlekette sosyalizm henüz inkişaf edemediği halde feminizm oldukça yaygındır” diyordu. Fransız Devriminin hürriyet kanatlarıyla insanlığın bütün eskileri çiğnediğini, bu kanatların insanlığı daha özgür âlemlere uçurduğunu söylüyordu. Ancak insanların mutluluğa tam anlamıyla ulaşamadıklarını, oraya uçmak için daha ilmi, daha büyük kanatlara gerek duyulduğunu, bu iki kanattan birinin sosyalizm, diğerinin feminizm olduğunu ifade ediyordu (age, s.120).
Kadınlar Dünyası, sadece bir dergi olarak kalmayacak, örgütlenme ihtiyacı ve talebi kendini dayatınca, yayın hayatına başladıktan kısa bir süre sonra dergi yönetimindeki Ulviye Mevlan öncülüğünde bir de dernek kurulacaktı: Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti (Osmanlı Kadın Haklarını Savunma Cemiyeti). 1913 Mayısında kurulan bu dernek, kadınların örgütlendiği çeşitli yardım cemiyetlerinden farklı olarak feminist niteliğiyle öne çıkacaktı. Kadını boğan geleneklere, kadın-erkek eşitsizliğine ve eğitimsizliğe bayrak açan dernek, kadınların sanayide, ticarette, devlet idaresinde ve siyasette yer almamalarının nedeninin onların yeteneksizliği değil toplumsal koşullar olduğunu söyleyerek bir “toplumsal inkılâba” ihtiyaç bulunduğunu dile getiriyordu. Üç temel amaç belirlenmişti: Dış kıyafetlerin ıslahı, işçilik hayatının iyileştirilmesi, eğitimin yaygınlaştırılması.
İlköğretimin zorunlu olması, kız liselerinin tüm yurda yayılması ve kızlara yüksek öğrenim hakkının verilmesi, derneğin programında yer alan talepler arasındaydı. Dernek, çok eşliliğin yasaklanmasını, kadına boşanma hakkının tanınmasını istiyor, eşlerin görücü usulüyle değil birbirleriyle görüşüp tanışarak evlenmesini savunuyordu. Savunduğu bu radikal fikirlerle paşa kızlarının ve eşlerinin ağırlıkta olduğu kadın hakları savunucularının bile oklarını üzerine çeken ve aşırılıkla suçlanan Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti, aslında burjuva feminizminden çok küçük-burjuva feminizmine yakındı. Nitekim destekleyicileri de egemen sınıfın kadınlarından ziyade “daha orta halli halk kadınları” idi (age, s.64). Dernek ve çıkardığı Kadınlar Dünyası dergisi, kadının sesinin her şekilde kısıldığı bir toplumda, ilerici bir rol oynayarak, etkisi hiç de küçümsenmeyecek bir kadın hareketi yaratmayı başaracaktı.
Kadınların çalışma yaşamına katılması için çeşitli çalışmalar yürüten dernek, 1913’te Müslüman Osmanlı kadınlarının ilk kez bir kamu kuruluşuna girmesini sağlayarak önemli bir kazanım elde etti. Bir Fransız şirketinin yönetiminde olan telefon şirketine başvuran kadınlardan yedisi, derneğin mücadelesi ve yılmaz çabaları sonucunda İstanbul Telefon İdaresine kabul edildiler. Alınan memurelerden Bedra Hanım aynı zamanda iş müfettişi olarak tayin edilecekti. O zamana dek 200’ü aşkın Müslüman kadın başvuru yapmasına rağmen, şirket Fransızca ve Rumca bilmedikleri bahanesiyle başvuruları reddetmişti. Kadınlar Dünyası, Fransızcayı ancak yüksek tabakadan ailelere mensup kadınların bildiğini, onların da böyle şirketlere başvurmak gibi bir dertlerinin olmadığını, işe, işçiliğe muhtaç olan kadınlarınsa Türkçeden başka bir dil bilmediklerini belirterek, şirketin tavrının kabul edilemez olduğunu yazıyordu. Şirket sonunda bu mücadele karşısında pes etmek zorunda kalmıştı.
Aynı yıl, imparatorluğun tek kadın öğretmen okulu olan ve 9’u taşradan gelecek öğrencilere ait olmak üzere toplam 28 kişilik kontenjanı bulunan Darülmuallimat’a 300’ün üzerinde kız öğrenci başvurdu. Bu arada Kadınlar Dünyası kızlara üniversitede okuma hakkının verilmesi için ısrarlı bir mücadele yürütüyordu. Şöyle diyordu yazarlarından biri olan Mükerrem Belkıs: “Şimdi biz bir inkılâp yapacağız, terakki edeceğiz. Bunun için kaptanlara ihtiyacımız var. Hiç şüphe yok ki büyük dimağları, rehberleri bize Darülfünun yetiştirecektir.” Kadınların yürüttüğü kararlı mücadele sonucunda, önce bu hak sınırlı bir şekilde tanınarak 1914’te, ilk “kızlar üniversitesi” olan İnas Darülfünunu açıldı. 1921 yılında ise yükseköğretim karma hale getirildi. Ancak bunun pratiğe geçmesi o kadar da kolay olmayacak ve kadınlar bu noktada da dirençle karşılaşacaklardı. Maarif Nazırının (eğitim bakanı) karma eğitime geçilmesi yönündeki emri karşısında İstanbul Üniversitesi Rektörü Babanzade Ahmet Naim Bey şunları söyleyerek emre karşı çıkıyordu: “Ben bunu tatbik edemem, kız ve erkek çocukların diz dize oturmalarına razı olamam, bu benim dinime muhaliftir.” Ne var ki kız ve erkek öğrenciler bu durumu sessizlikle karşılamamışlardı. Türk Ocağı’nda toplanan öğrenciler okula toplu halde girmişler, rektörün polis çağırması karşısında geri adım atmamışlar ve sonunda rektörü karma eğitime geçmeyi kabul etmeye mecbur etmişlerdi.
1921 yılı, kadınların seçme ve seçilme hakkı mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Osmanlı Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti sekiz yıl önce kurulurken bu talep “henüz zamanı gelmediği” düşüncesiyle programa dahil edilmezken, 1921’de programa eklenecekti. Bunda, yakından takip edilen Avrupa feminist hareketinin elde ettiği oy hakkı başarılarının da payı olsa gerek. Zira 1921 Şubatında Arnavutluk’ta kadınlara oy hakkının tanınması, Kadınlar Dünyası’nın sayfalarında sevinç nidalarıyla yer almıştı: “Türk kadınının zaferini ne vakit ilan edebileceğiz? Bütün münevver kadınlık, hakkının peşinde… Biz daha uyanmayacak mıyız? Mesud ve muzaffer Arnavut hemşirelerime samimi selamlar ve tebrikler.”
Kadınlar Dünyası mütareke yıllarının İstanbul’unun zorlu koşulları ve maddi sorunlar karşısında dayanamayıp 1921 yılında kapandı. Ancak mücadele yaşamın her alanında meyvelerini vermeye başlamıştı bir kez. Kadınlar daha önce geri çevrildikleri işlere artık daha rahat kabul ediliyorlardı. 1921’de İstanbul Postanesinde çalışan kadınların sayısı 85’i Müslüman olmak üzere 90’a çıkmıştı. Kadınlar postanenin havale, telgraf ve muhasebe bölümlerinde görevliydiler. Ancak ücretleri son derece düşüktü ve erkeklerle aralarında ücret eşitsizliği söz konusuydu.
Kadın işçilerin ayrı dünyaları, ayrı sorunları
Egemen sınıfın kadınları “süs eşyası” olarak görülmekten ve bir köşede oturup modayla ilgilenmekten sıkılıp, dikkate alınmanın ve sınıfsal mevkilerine uygun işler aracılığıyla toplumsal yaşama katılmanın mücadelesini verirken, emekçi sınıfın kadınlarının bambaşka sorunları vardı. Gerek kentte, gerekse kırdaki emekçi kadının süs eşyası olarak bir köşede oturma “lüksü” hiçbir zaman olmamıştı. Burjuva kadın hareketini, kadınların saygın işlerde çalışmalarının önünün açılması, seçme ve seçilme hakkının tanınması, eğitim haklarının önündeki engellerin kaldırılması gibi talepler belirlerken, işçi sınıfının kadınları için esas olan, daha yaygın iş olanağı, daha insani çalışma koşulları ve daha yüksek ücretlerdi.
Kırda kadınlar erkekle aynı işi yapıp, hatta işin daha büyük bir kısmını üstlenirken, kentlerde dokumacılık, gıda sanayi, dikimhaneler kadınların ağırlıklı olarak çalıştıkları sektörlerdi. Örneğin sadece Şark Halı Şirketinin tezgâhlarında 15 bin kadın ve çocuk işçi çalışmaktaydı. Ne var ki kadınlar aynı işi yapan erkeklere göre çok daha düşük ücretler almaktaydı. Vasıflı bir kadın işçinin ücreti, erkek işçinin ücretinin yarısı ya da üçte biri kadardı. Kadın tarım işçilerinin durumu da aynıydı.
Çok daha düşük ücret almalarına rağmen kadın işçilerin çalışma süreleri erkek işçilerle aynıydı. 1920 yılında İstanbul’daki fabrikalarda ortalama çalışma süresi 9-10 saatti. İşçiler resmi tatiller dışında ücretli izin hakkı olmaksızın 6 ya da 6,5 gün çalışıyordu. Üstelik bu, çalışma sürelerinin 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanının ardından yaşanan yaygın grevler sonrasında nispeten iyileşmiş haliydi.
Egemen sınıfın kadınları yazıp çizerek kadınlık bilincini yaymaya çalışırlarken, işçi kadınlar grevlerde erkek işçilerle birlikte hak arama mücadelesi peşindeydiler. 1872-1907 yılları arasında gerçekleşen 50 grevin 9’u kadınların çalıştığı işkollarında gerçekleşmişti. Örneğin 1876 Ağustosunda Feshane’de çalışan 50 kadar Rum ve Ermeni kadın işçi, Babıali’ye yürüyüp, ödenmeyen ücretlerinin ödenmesi talebiyle Sadrazam’a dilekçe vermişlerdi.
1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanını takiben her yerde büyük bir grev dalgası patlak verecek, kadınlar da erkekler gibi bu grevlerde yer alacaklar, işçi eşleri ve kızları grevcileri yalnız bırakmayacaklardı. Sonrasında “İlân-ı Hürriyet” grevleri olarak anılacak olan bu hareket öylesine güçlüydü ki, meşrutiyetin ilanını izleyen üç aylık dönemde on binlerce işçi birbiri peşi sıra greve gitmişti. O günkü nüfus ve sınai gelişme dikkate alındığında bu muazzam bir rakamdı. Bu yüzdendir ki, hükümet işçilerin isyanının önünü 1909’da çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu ile almaya çalışacaktı.
“Tatil-i eşgal” iş bırakma anlamına geliyordu ve kanun iş bırakma eylemlerine yönelik düzenlemeleri içeriyordu. Kanun, demiryolu, tramvay, liman, aydınlatma kuruluşları gibi “kamuya yönelik hizmet veren” kuruluşlardaki işçileri kapsıyordu. Bunlar işçi sınıfının sayıca yoğunlaştığı ve sermayelerinin büyük bir bölümü yabancı şirketlere ait olan kuruluşlardı. Kanun, bu kuruluşlarda çalışan işçilerin sendikalaşmasını yasaklıyor ve aksi davranış gösterenlerin cezalandırılmasını öngörüyordu. İşçilerle işveren arasında ortaya çıkacak anlaşmazlıkların devletin de dahil olduğu bir uyuşmazlık kurulunca görüşülüp sonuca bağlanamaması durumunda işçiye grev hakkı tanınıyordu. Ancak, “çalışma özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik eylem ve gösteriler” yasaklanıyor, “cebir ve şiddet kullanma” gibi durumlar ceza nedeni olarak sıralanıyordu. “Kamu hizmetlerinde istikrarı sağlama” adı altında gerekli durumlarda “kamu güçlerini kullanma” yetkisinin verilmesi ise grevi fiilen olanaksız kılacak bir madde olarak devletin eline büyük bir koz veriyordu. Savaş ve savaş tehlikesi halleri de hükümetin işçi taleplerini incelemeyi ertelemesi ya da tümüyle reddetmesine bahane teşkil edecek olağanüstü durumlar olarak sıralanıyordu.[3]
Buna rağmen hükümet grevleri engellemekte zorluk çekecekti. Kanun kapsamına girmeyen sektörlerde de kitlesel grevler yaşanacak ve bu grevlerde kadınlar da erkek işçiler gibi kararlı bir duruş sergileyeceklerdi. Örneğin 1910 yılında Bursa’da greve giden 30 bin işçiden çoğu kadındı. Bilecik’te de 1000’in üzerinde kadın ipek işçisi greve gitmişti.
Kadın hareketinin savaş karşısındaki tutumu
Kapitalizmin tarihi, büyük savaşlarda ortaya çıkan işgücü açığının kadınların kitleler halinde sanayiye çekilmesiyle doldurulmasının ve savaş bittikten sonra tekrar eve gönderilmelerinin örnekleriyle doludur. 1914’te patlak veren Birinci Dünya Savaşına, ganimete ortak olmak isteyen bir imparatorluk olarak katılan Osmanlı da, erkek nüfusun savaş cephelerine gönderilmesiyle doğan işgücü ihtiyacını kadın işçilerle karşılama kararı almıştır. Daha önce kadınların çalışmasına bin bir zorluk çıkaran despotik devlet, 1915’te kadınlar için “zorunlu hizmet kanunu” çıkarmış ve hemen ardından Adana ve civarında kadın amale taburları oluşturulmuştur.
1916’da ise İttihat ve Terakki, Enver Paşa’nın girişimiyle Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi adı altında bir dernek kurup kadınları işçiliğe teşvik etmeye girişmiştir. Yönetimini devletlû erkeklerin oluşturduğu bu dernek, İstanbul’un çeşitli semtlerinde sadece kadınların çalıştığı dokuma ve konfeksiyon fabrikaları açmıştır. Kendi bünyesi dışındaki fabrikalarla da anlaşma yapan dernek oralara da kadın işçiler yerleştiriyordu. “Fabrikalara ilgi büyük olmuş, ilk haftada on bir bin kadın iş başvurusunda bulunmuştu. Sadece bu fabrikaların temizliği için 300 kadın işe alınmıştı. Dernek aracılığıyla kadınlar gönüllü olarak askere de alınmıştı. Geri hizmette çalıştırılmak üzere oluşturulan ‘kadın işçi taburları’na girmenin koşulu, 18-30 yaş arasında, güçlü kuvvetli ve Osmanlı uyruklu olmaktı. Bir diğer koşul kadının ehl-i namus ve iffetli olduğunun mahalli mercilerce belgelenmesi, kucakta taşınan çocuğunun olmamasıdır.” (Serpil Çakır, age, s.51)
Dikimevlerinde ve dokumahanelerde daha ziyade asker çamaşırları üretiliyordu ve bu işi organize eden tek dernek İttihat Terakki’nin kurduğu cemiyet değildi. Kadınların örgütlediği çeşitli dernekler de savaşta egemenlerin yanında saf tutup cansiperane çalışacaklardı. Erkeklerle eşit olduklarını ispatlamanın yollarından birini de “biz de askerlik yaparız” diyerek gösteren bu burjuva feministler, tıpkı Batı ülkelerinde olduğu gibi bu topraklarda da haksız ve emperyalist savaşlarda sömürücü erkekleriyle ve devletleriyle el ele vereceklerdi. Barış dönemlerinde savaşın nedeni erkeklerin barbarlığıdır diye basbas bağıran burjuva feministler, savaş patlak verdiğinde apoletlilerin ve devletlûların karşısında hazrola geçmekten geri durmayacaklardı. Nitekim pek çok kadın derneği ve dergisi, savaşta sultanlarının ve Osmanlı hükümetinin emrine amade oldu. Milliyetçilikte erkeklerle yarışıldı, hatta “vatanın bu hallere düşmesi” erkeklerin yeterince milliyetçi olmamalarına bağlandı! Sadece burjuva feministler değil küçük-burjuva olanlar da aynı yolun yolcusuydu. Kadınlar Dünyası’nın pek çok yazarı savaşta gönüllü hemşirelik vb. yapmak üzere “kadınlık davası”nı ve dergiyi dört yıl boyunca askıya aldılar.
O sırada işçi sınıfının kadınlarıysa, erkekleri savaş cephelerinde katledilirken, çocuklarının ve kendilerinin karınlarını doyurmak için en ağır koşullarda, sefalet ücretleri karşılığında çalıştırılacak da olsalar bir iş bulabilme derdindeydiler. Savaştan önce 60 bin olan dul sayısı savaş nedeniyle 800 bine fırlamıştı ve ezilen sınıftan aileler için korkunç bir sefalet baş göstermişti. Dolayısıyla fabrika ve işliklerde çalışan kadın sayısı katlamalı olarak artmaktaydı. Burjuva feminizmini savunan bazı kadın yazarlara göre bu bir “kadın inkılâbı”ydı!
Bu arada, İttihat ve Terakki Cemiyeti öncülüğünde körüklenen milliyetçilik Balkan Savaşlarının ardından tırmanışa geçmişken, bunun üstüne patlak veren dünya savaşı ırkçılığı iyice azgın hale getirmişti. İttihat Terakki önderliğinde yükseltilen gayrimüslimlerden alış-veriş yapmama kampanyasının (Müslüman Boykotajı) hararetli savunucularından biri de Nezihe Muhiddin’di. Kendisi, ceza hâkimi olan bir babanın “hususi öğretmenlerle” yetiştirilmiş kızıydı. Çeşitli gazetelerde yazarlığın yanı sıra kız okullarında öğretmenlik yapıyordu. Savaş henüz patlak vermeden önce bile yazıları buram buram gayrimüslim ve Avrupa düşmanlığıyla bezeli bir şovenizm kokuyordu. Hatta bu nedenle Kadınlar Dünyası dergisindeki çeşitli yazarlar tarafından eleştirilmekteydi. Daha sonra Türkiye’nin ilk ve son kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkasının da kurucusu olarak Nezihe Muhiddin, erken cumhuriyet döneminde feminist hareketin önemli bir şahsiyeti olacaktır. Ancak, yazımızın ikinci bölümünde ele alacağımız üzere, rejime bağlılığı ve milliyetçiliği, onu Kemalist diktatörlüğün gadrine uğramaktan kurtaramayacaktır.
link: İlkay Meriç, Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları, 1 Mart 2010, https://marksist.net/node/2401