Kapitalizm, büyük sanayi sayesinde, kadının toplumsal ölçekte üretime katılımının önündeki engelleri kendinden önceki sınıflı toplumlara kıyasla kat be kat yıkarken, bir yandan da onun özgürleşmesinin ve kurtuluşunun önüne kalın duvarlar çekmeye devam ediyor. Engels, toplumsal üretimden dışlandıkça ve özel ev işleriyle sınırlı kaldıkça, kadının kurtuluşunun ve kadın erkek eşitliğinin olanaksız olduğunu söylüyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Kadının kurtuluşu ancak geniş, toplumsal ölçekte üretime katılabildiğinde ve ev işleri onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırdığında mümkün hale gelecektir. Ve bu da ancak, yalnızca büyük çaplı kadın emeğine izin vermekle kalmayan, aynı zamanda bunu adeta talep eden ve özel ev işini de gitgide bir kamu sanayiine dönüştürmeye yönelen modern büyük sanayi ile mümkün hale gelmiştir.”[1]
Ne var ki, toplumsal üretime katılmak, kadının kurtuluşuna kendiliğinden yol açmamaktadır. Çünkü kapitalizmin çelişkili doğası, mümkün olanın sorunsuz bir şekilde hayata geçmesinin önüne bariyerler dikmektedir. Sermaye düzeni daha fazla kâr uğruna kadın emeğini en kötü çalışma koşullarında alabildiğine sömürmek üzere üretime sokarken, erkek egemen doğasıyla ve aile yapısıyla, kadının toplumun her alanında ikinci cins olma konumunu da muhafaza ediyor. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyet esasına dayanan kapitalist sistem emekçi kadın için çifte ezilmişlik anlamına gelmektedir. Fabrikada, tarlada, büroda sömürülen kadın, sermayeye hizmetini tamamladıktan sonra bu sefer “aile”ye hizmet ettiği ev içi mesaisine başlar. Kadın, bu mesaisinde, en küçültücü, en köreltici, en bönleştirici, en ağır işleri yapan bir ev içi köle durumundadır. Kapitalizm, giderek yaygınlaştırdığı lokantalarla, hazır gıdalarla, kreşlerle, temizlik şirketleriyle, çamaşırhanelerle vb. ev işini bir sanayi kolu haline getirmesine rağmen, milyonlarca işçi ailesi için bu hizmetlerden yararlanmak son derece pahalı olduğundan kadının sırtına binen yük varlığını sürdürmektedir.
Çocuklarına bakacak kimsesi olmayan pek çok kadın işçi için, kreşe ya da bir bakıcıya verilecek para, çoğu durumda çalışması karşılığında aldığı paraya neredeyse denktir. Bu nedenle, çocuk sahibi olan kadınların önemli bir kısmı, doğumdan sonra işten ayrılmak zorunda kalır ve ilerleyen yıllarda iş bulma şansını da önemli ölçüde yitirir.
İşçi sınıfının yarısının yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda kaldığı bugünün dünyasında, evinde doğru dürüst yiyecek bulamayan işçiler için, lokantalarda yemek yemek çok büyük bir lükstür. Dolayısıyla emekçi kadınların ezici bir çoğunluğu, ister çalışsınlar, ister evde otursunlar, günlerinin önemli bir kısmını ayırmak zorunda kaldıkları aşçılığa, her gün ne pişireceğini düşünme eziyeti içinde devam etmek zorundadırlar. İşçi sınıfına mensup kadınların temizlik şirketlerine ya da temizlik işçilerine para yetiştirmesi mümkün olmadığından, uzun saatler alan ev temizliği görevi sadece onların sırtına yüklenmektedir. Çamaşır, ütü, alışveriş vb. de cabası.
Kapitalizm, işgücüne duyulan ihtiyacın arttığı ya da erkek işgücünün yetersiz kaldığı dönemlerde (örneğin savaşlar ve ekonomik büyüme dönemleri) kadınları kitleler halinde üretime çekerken, kriz dönemleri geldiğinde önce onları kapıya koyar. Erkek işçilere göre daha düşük ücretlerle çalıştırılan ve böylece ücretlerin aşağı çekilmesinde bir rekabet unsuru olarak kullanılan kadın işçiler, aynı zamanda yedek işçi ordusunun da en kalabalık kesimini oluştururlar. Örneğin DİE istatistiklerine göre, Türkiye’de yaşanan ve etkileri halen devam etmekte olan son kriz döneminde (2001-2004), ev kadınları kategorisine dahil olan kadınların sayısı 1 milyondan fazla artış göstermiş, yani 1 milyon kadın işçi işsizlikten dolayı tekrar eve kapanmak zorunda kalmıştır. Toplumsal üretimin tümüyle dışında kalıp istatistiklere ev kadını olarak geçen kadınların sayısı 2004 yılı itibariyle 13 milyonu geçmektedir.
OECD ülkeleri arasında kadınların işgücüne katılım oranının en düşük olduğu ülke olan Türkiye’de, çalışabilir durumdaki kadın nüfusun sadece dörtte biri (yaklaşık 6 milyon kadın) çalışmaktadır. Bunların yarısına yakınını ise tarım sektöründeki ücretsiz aile işçileri oluşturmaktadır.
Bir yandan çalışıp bir yandan evin bütün işlerini sırtlanmak kadın açısından son derece yıpratıcı olsa da, ev işleri dışında çalışmayan kadının ruhsal ve fiziksel durumu çalışanlara oranla çok daha vahimdir. Vaktinin büyük bir kısmını bıktırıcı, bönleştirici ve hiçbir üretken değeri olmayan ev işlerinin işgal ettiği ve toplumsal üretimden tümüyle uzaklaşmış emekçi kadın, olağan dönemlerde, mensubu olduğu işçi sınıfının temel reflekslerini de yitirir. Onun için önemli olan yalnızca ailesidir. Ev işinden geri kalan zamanını ya kendi gibi ev kadınlarıyla günlük dar yaşamlarının problemlerinin ötesine taşmayan konularda konuşarak ya da burjuva ideolojisinin damardan zerk edildiği televizyon programlarının esiri olarak geçiren kadın, toplumsal yozlaşmanın her gün yeniden üretilmesinin aracı haline gelmektedir. Sınıfının genel sorunlarıyla ilgilenmek şöyle dursun, evinden birkaç yüz metre ötesi onun ilgi alanının dışına çıkar. Çünkü bu atomizasyonu ve apolitikliği ortadan kaldırmanın önkoşullarını yaratacak, bir sınıfa mensup olduğu fikrini güçlendirecek, ona birliğin gücünü hissettirecek çalışma ortamından yoksundur.
İnsanlığı her gün biraz daha fazla bataklığa çeken ve yok oluşa sürükleyen kapitalist toplumda, kadın cinsinin toplumsal üretime katılması sadece kadının kurtuluşunun değil, toplumsal kurtuluşun da temel koşulunu oluşturuyor. Ne var ki, üretimin insanların ihtiyaçlarının karşılanması için değil kâr amacıyla yapıldığı, tam istihdamın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı ve işsizler ordusunun her geçen gün daha da büyüdüğü kapitalizm altında, bu temel koşulun dahi tüm kadın cinsini kapsayacak şekilde yerine gelmesi mümkün değildir. Bunun için, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelini ortadan kaldırılacak ve insanlığı sınıfsız topluma doğru ilerletecek proleter devrimler gerekmektedir.
Bu bakımdan, 1917 Ekim Devrimi ve bu devrimle dünyaya gözünü açan işçi sovyetleri iktidarı (proleter devlet), nihai hedefine ulaşamamış bile olsa, işçilerin hayatında kökleri en derinlere uzanan değişimlerin gerçekleştirilmesi bakımından paha biçilmez bir örnek oluşturuyor.
Ekim Devriminin tuttuğu ışık
Bilindiği gibi, tarihe damgasını vuran ve burjuvazinin tüm çabalarına rağmen izleri halen silinemeyen Ekim Devriminin kıvılcımını çakan olay, 1917 Şubatında (modern takvime göre Martında) kadın tekstil işçilerinin genel grev çağrısıyla devasa bir gösteriye dönüşen Dünya Emekçi Kadınlar Günü mitingi olmuştu. İzleyen günlerde kadın işçilerin gösterileri daha da yığınsallaşmış ve tüm işçileri kapsayan genel bir işçi ayaklanmasına dönüşmüştü. Bir hafta boyunca kitleselleşerek büyüyen bu işçi ayaklanmasıyla Çar II. Nikola 14 Martta tahtını terk etmek zorunda kalacak ve Ekim Devriminin başlangıcı niteliğinde olup tarihe Şubat Devrimi olarak geçen bu olay sonucunda dünya tarihinde yeni bir sayfa açılacaktı.
İlk ateşi böylece Şubatta tutuşturulan Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşında ekonomisi tümüyle çöken ve köylülüğün çoğunlukta olduğu geri bir ülkede patlak vermişti. Bütün bu gerilik koşullarına ek olarak, Avrupa’da beklenen devrimlerin gerçekleşmemesi nedeniyle Ekim Devrimi yalnız kalmış ve yalıtılmıştı. Ve nihayetinde de, bu olumsuz koşulların beslediği ortamda gelişen bürokratik bir karşı-devrimle ortadan kaldırılmıştı. Dolayısıyla Ekim Devriminin yarattığı proleter devlet, önüne koyduğu hedeflere ulaşamadan yıkılıp gitti. Fakat bu kısa süre içinde gerçekleştirilenler dahi, Rus toplumunu hallaç pamuğu gibi atmaya ve tüm dünya işçi sınıfına paha biçilmez deneyimlerin aktarılmasına yetecekti.
Devrimden önce, üretimin ezici ağırlığını tarımın oluşturduğu Rusya’da kadınların çok büyük bir kesimi tarım alanında çalışıyordu. Bunların önemli bir kısmını ise çalışması karşılığında herhangi bir ücret almayan aile işçileri oluşturuyordu. Kentlerde çalışan kadınlar ise çoğunlukla kalifiye olmayan işlerde ve erkeklere göre çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlardı. Bazı işkollarında 16 saati bulan ağır çalışma koşulları içinde 8 saatlik işgünü onlar için bir hayaldi. Evde babanın ve kocanın baskısına maruz kalan kadınlar, iş yaşamında patronun tehdit ve şiddetine maruz kalarak bu baskıyı katmerli biçimde yaşıyorlardı. Kadınların yaklaşık %80’i okuma-yazma bilmiyordu ve eğitim düzeyinin düşüklüğü nedeniyle vasıflı işlerde çalışamıyorlardı. Çarlık yasalarına göre kadın “bir ev kadını olarak, ailenin reisi olan kocasının sözünü dinlemek, onu sevmek, ona saygı göstermek, sınırsız bir itaatle bağlı kalmak, her türlü yardımda bulunmak ve her türlü sevecenliği göstermek” zorundaydı. İşte Ekim Devrimi, özellikle bizimki gibi Doğu toplumlarında bugün hâlâ canlılığını koruyan bu ataerkil değer yargıları başta olmak üzere, eskiye ait pek çok şeyi yıkıp parçalayacaktı.
Devrimin ilk günlerinde 8 saatlik işgününün, eşit işe eşit ücretin, eşit oy hakkının yasalaşması, kadınla erkek arasında ayrımcılık yapan yasaların tümüyle ortadan kaldırılması, kadınların hayatında yeni bir çığır açıyordu. 1920’de kürtajın yasal hale getirilmesi ve gebelikten korunma yöntemlerinin yaygınlaştırılması, sağlıksız ortamlarda ve yöntemlerle gerçekleştirilen kürtajlar sonucunda kadın ölümlerinin artmasının önemli ölçüde önüne geçmişti. Evlilik ve boşanma basit bir işlem haline getirilmiş, her iki eşe de birbirlerinin soyadını alma ya da her iki soyadı birden kullanma hakkı tanınmıştı (örneğin Troçki resmi olarak eşi Natalya Sedova’nın soyadını almıştı ve çocukları da annelerinin soyadını taşıyorlardı). Resmi ve gayri resmi (fiili) evliliklerden doğan tüm çocuklar yasalar önünde eşit haklara ve devlet güvencesine sahipti. Devrimi izleyen ilk on yıl içinde, düzenlenen okuma-yazma kampanyalarıyla ve 7 yıllık zorunlu eğitimle, okur-yazarlık sorunu büyük ölçüde aşılmıştı.
Devrim sonrasında oluşturulan ortak yemekhaneler, çamaşırhaneler, kreşler, kadının eve bağımlılığının ve toplumsal üretime katılmasının önündeki engellerin yıkılması amacını güdüyordu. Fakat ne yazık ki savaşın ve iç savaşın yol açtığı yıkım, Bolşeviklerin programatik olarak önlerine koydukları bu hedeflerin yerine getirilmesini sekteye uğratıyordu. Hedeflenenlerle gerçekleştirilebilinenler arasında muazzam bir uçurum söz konusuydu.
Sovyet kadınları, Birinci Emperyalist Savaşın ve işçi devriminin ardından başlayan iç savaşın harabeye döndürdüğü bir ülkeyi ayağa kaldırmak için büyük fedakârlıklarda bulunmuş ve hiç de kolay erişilmeyen önemli kazanımlar elde etmişlerdi. Savaşın ve iç savaşın harabeye çevirdiği, kıtlıkla yüz yüze getirdiği geri bir köylü ülkesinde iktidara gelen proletaryanın ve emekçi kitlelerin çektiği zorlukları, kadınlar iki kat ağır biçimde yaşadılar. Bununla birlikte, kadınların yaşadığı bu katmerli sorunlar Lenin önderliğindeki Bolşevikler tarafından hiçbir çarpıtmaya meydan bırakmaksızın ve üstü örtülmeksizin açıkça ortaya koyulmaktaydı. Lenin döneminde Bolşevikler kadınların toplumsal üretim sürecinden dışlanmaması için alınabilecek tüm önlemleri almaya çalışmışlar, işsiz kalan kadınlar için üretim kooperatifleri kurmuşlardı. Ayrıca partinin kadınlar arasında örgütlenmesine özel bir önem atfedilmekte ve kadınların politikaya aktif olarak katılmalarını sağlamak için özel bir çaba sarf edilmekteydi.
Ne var ki Bolşeviklerin devrimin ilk yıllarındaki bu komünist yaklaşımı, Stalinist bürokrasinin giderek egemenliğini pekiştirmesiyle birlikte her alanda tasfiye edilecekti. Bürokratik diktatörlük 1936 Anayasasıyla, kadın ve aileye ilişkin pek çok yasayı da değişikliğe uğratmaya girişti. “Herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olduğu sosyalizme geçildiğini şaşaalı biçimde ilan eden ‘36 Anayasası, bir yandan da “Sovyet ailesinin sağlamlaştırılması”na dair yasalar içeriyor ve bunu bir devlet politikası haline getiriyordu. Bu politikanın bir uzantısı olarak, önce kürtaj yasaklanarak büyük aileleri teşvik eden kampanyalar ve uygulamalar başlatıldı. Boşanma zorlaştırılıp pahalı bir işlem haline getirilirken, daha önce nüfus cüzdanlarına işlenmediği halde işlenmesi zorunlu kılındı. Artık kız çocukları okullarda annelik ve ev kadınlığı rolüne uygun bir eğitimden geçiriliyorlardı. Her ne kadar fiili evlilikle resmi evlilik yasalar önünde eşit muamele görüyorsa da devlet resmi evliliği teşvik edici propagandaya hız vermişti.
Troçki, Ocak 1938 tarihli Sovyet Hükümeti Yirmi Yıl Önce Benimsenen Prensipleri Hâlâ İzliyor mu? adlı yazısında, bürokrasinin kadının ev içi köleliğini nasıl canlandırdığı hususuna dikkat çekmektedir:
Kadının konumu, bir toplumsal sistemi ve devlet politikasını değerlendirmek için en canlı ve en etkili göstergedir. Ekim Devrimi, bayrağının üzerine kadınların kurtuluşu şiarını yazdı ve evlilik ve aile konusunda tarihteki en ilerici yasaları çıkardı. Kuşkusuz bu Sovyet kadını için “mutlu bir hayat”ın derhal hazırlandığı anlamına gelmiyor. Kadınların gerçek kurtuluşu ekonomi ve kültürde genel bir yükseliş olmaksızın, küçük-burjuva ekonomisinin aile birimi yıkılmaksızın, toplumsallaşmış yemek üretimi ve eğitim olmaksızın düşünülemez. Bu arada bürokrasi, muhafazakâr içgüdüsünün rehberliğinde, ailenin “dağılması” konusunda alarma geçmiştir. Aile yemeklerine ve aile çamaşırhanelerine, yani kadının ev köleliğine övgüler düzmeye başlamıştır. Bürokrasi, hepsinin üstüne tüy dikip, kürtajı yeniden cezai bir suç sayarak kadınları yük hayvanı statüsüne resmen geri döndürmüştür. Komünizmin ABC’sine tamamen zıt bir şekilde, egemen kast, böylece sınıf sisteminin en gerici ve en karanlık çekirdeğini, yani küçük-burjuva aileyi yeniden canlandırmıştır.[2]
1944’te çıkarılan kararname kadını çocuk üretme makinesi olarak kutsuyor ve ‘36 Anayasasının açtığı yolu daha da düzlüyordu. Bu kararnameyle fiili evlilik yasal olmaktan çıkarılmış ve boşanma iyice zorlaştırılmıştı. Artık SSCB kadınları doğurdukları çocuk sayısıyla orantılı olarak “kahraman anne” sıfatına hak kazanıyor, “annelik onur nişanı”na ve “annelik madalyası”na sahip olma şerefine nail oluyorlardı. Çocuksuz ailelere ise daha fazla vergi ödeme cezası getirilmişti. Sovyet devleti kurulduğunda çocukların bakımı ve eğitimi toplumsal bir görev olarak tespit edilirken ve bundan esas olarak devlet sorumlu tutulurken, bu dönemde, çocukların bakım ve eğitiminden temel olarak sorumlu olanın aile olduğu ilan ediliyordu.
Böylece tüm işçi sınıfı için ulaşılması imkânsız görülen bir hayali birkaç yıllığına da olsa cisimleştiren Ekim Devriminin tüm kazanımları, kadınların elde ettiği kazanımlarla birlikte, despotik-bürokratik diktatörlük tarafından bir bir gasp edildi.
Dünyayı sarsan Ekim devriminin ardından yaşananlar iki açıdan paha biçilmez derslerle doludur: Birincisi, bu devrim, sınıfsız toplum yolunda ilerleyen bir işçi iktidarı altında yaşanan büyük toplumsal dönüşümlerin işçi ve emekçi sınıfların ve elbette kadınların hayatını nasıl sıçramalı bir biçimde değiştireceğini göstermiştir. İkincisi ise, dünya devrimine dönüşemediği ve varolan kazanımlar bizzat proletaryanın önderliğinde ve koruyuculuğunda kalıcı hale getirilemediği takdirde kurtuluş yolunun nasıl karartılabileceğinin kanıtı olmuştur. Ekim Devrimi bugün hâlâ, kadınıyla erkeğiyle tüm ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri özgürlük ve kurtuluş mücadelesine tutulan en güçlü ışık olmaya devam ediyor. Ekim Devriminin ve onun Leninist-Bolşevik önderliğinin teşkil ettiği örnek, dünya işçi sınıfının ileriki atılımlarında ona kılavuzluk edecek ve yanlış yollara sapmamasını sağlayacak en büyük rehberimizdir.
[1] Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, İnter Yay., Ekim 2000, s.187-88
[2] Troçki, Writings of Leon Trotsky (1937-38), s.170
link: İlkay Meriç, Kadın Sorunu ve Ekim Devrimi, Ekim 2005, https://marksist.net/node/942
Emekçi Kadınlar Mücadeleyle Özgürleşecek
Kadına Yönelik şiddet