Direngen bir komünist ve büyük bir şair olan Nâzım Hikmet, Osmanlı’nın son yıllarına ve Türkiye Cumhuriyetinin ilk 40 yılına şahitlik etmiştir ve şiirlerinde o yılların kadınlarını betimlemiştir: Korkunç ve mübarek elleri olan kadınlar sanki hiç yaşamamış gibi ölürler, ekinde, tütünde, odunda ve pazarda onlar vardır. Ama sofradaki yerleri öküzden sonra gelir. Karasabana koşulurlar, dağlara kaçırılırlar. Onlar anadır, avrattır, yârdır, ötesi değil. Taşradaki kadınlar karasabana koşulurken, kentlerdeki kadınlar kıyafetlerini düzenleyen, sokakta, çarşıda, pazarda nasıl hareket edeceklerini, hangi mevkilerde gezebileceklerini, nerelerde piknik yapabileceklerini, hangi renkte ve hangi boyda feraceler giyebileceklerini, emirlere uymazlarsa taşraya sürüleceklerini anlatan fermanlara uymak zorundaydılar. Halkın padişahın reayası olduğu Osmanlı’da yüzyıllar boyu böyle yaşamıştır kadınlar. Ama zaman akmış, tarih hükmünü icra etmiş, alttan alta büyük mayalanmalar gerçekleşmiştir. Ne kadar zor ve sancılı olursa olsun toplumsal dönüşümler yaşanmıştır. Bu topraklarda da kadınlar kurtuluşlarını istemiş, bunun için mücadele etmeye girişmişlerdir.
18. ve 19. yüzyıllarda tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı’da da kadınlar, hiçbir siyasal hakka sahip değillerdi. Ancak bu yıllar Batı’da büyük dönüşümlerin yaşandığı, kapitalizmin egemenliğini ilan ettiği yıllardı ve 19. yüzyıl kapanırken bazı ülkelerde durum kadınlar lehine değişmeye başlamıştı. Batı’daki dönüşümler elbette Osmanlı İmparatorluğu’nu da derinden etkiliyordu. Batı’nın basıncını iliklerinde hisseden Osmanlı bürokrasisi, reformlar yoluyla kendini yenilemek zorunluluğu hissediyordu. 1800’lü yılların ortalarından itibaren Osmanlı yönetici sınıfında Batı etkisi daha çok hissedilmeye, çeşitli reformlar hayata geçirilmeye başladı. Yönetici sınıfın Batı ile etkileşim içinde olan kesimlerinin kadınları da bu durumdan etkileniyorlardı. Bu nedenle Osmanlı’da kadın hakları mücadelesi Batı’yı bilen, daha liberal eğilimleri olan asker ve sivil bürokratların eşleri ve kız çocukları tarafından başlatıldı. Elbette o dönemde kadınlar tarafından çıkarılan yayınlar, öne sürülen talepler ve mücadele biçimi bu sınıfın damgasını taşıyordu.
Zaman ilerledikçe orta sınıftan eğitimli kadınlar da bu mücadelenin içinde yer almaya başladılar. Seçme ve seçilme hakkı, eğitimlerine uygun bir biçimde çalışabilme hakkı, talâk ve miras konusunda düzenlemeler yapılması bu kadınların başlıca talepleri arasında yer alıyordu. Kadınların sanayide, ticarette, devlet idaresinde ve siyasette yer alması gerektiğini savunuyorlardı. Bu anlamda bir toplumsal dönüşüm yaşanması, kadınların bu işler için yetenekli olmadığını varsayan inanışın yıkılması gerektiğini dile getiriyorlardı. Kadınların kıyafetlerinin ıslah edilmesi, işçilik hayatının iyileştirilmesi, eğitimin yaygınlaştırılması gibi talepler yükseltiyorlardı.
Osmanlı’dan bu yana Türkiye’de kadınların mücadelesi, egemenlerin türlü engellemelerine, ağır siyasi baskılara, darbelere, toplumun erkek-egemen zihniyetinin unutturma eğilimlerine rağmen var olagelmiştir. Çeşitli kuşaklardan kadınlar, kadınların kurtuluşunun nasıl olacağına kafa yormuş, sınıf kökenlerine ve siyasi birikimlerine göre değişen yollar benimsemişlerdir. Nisan 1913’te yayın hayatına başlayan ve erkeklerin II. Meşrutiyetle kavuştuğu haklara kadınların da kavuşması gerektiğini savunan Kadınlar Dünyası dergisinin yazı kadrosunda yer alan feminist Ulviye Mevlan, Mükerrem Belkıs, Nimet Cemil ve Nebile Akif, 1915 soykırımında katledilen Ermeni sosyalist ve kadın hakları savunucusu Mari Beyleryan, adı 24 Nisan 1915’te tutuklanacaklar listesinde geçen tek kadın Ermeni aydın Zabel Yesayan, İstanbul’dan Yunanistan’a uzanan mücadelesiyle Rum sosyalist feminist Athina Gaitanou-Gianniou, işçi sınıfının bu topraklardaki ilk kadın şairi Yaşar Nezihe, Hikmet Kıvılcımlı’nın hayat arkadaşı ve yoldaşı Fatma Nudiye, faşizme karşı mücadele eden gazeteci Sabiha Sertel, Fosforlu Cevriye romanıyla tanınsa da dişli bir gazeteci ve sosyalist olan Suat Derviş Osmanlı’dan Cumhuriyete öne çıkan kadın figürlerden bazılarıdır. İlerleyen yıllarda Zehra Kosova, Sevim Belli, Behice Boran, Beria Onger gibi devrimci kadınlar, İKD’nin kızıl çatkılı kadınları, faşizmin zindanlarında yatan, katledilen, kaybedilen binlerce insan için yılmaz birer insan hakları mücadelecisine dönüşen ve bu yolda hayatını yitiren Didar Şensoy gibi, Cumartesi Anneleri gibi kadınlar mücadeledeki yerlerini almıştır.
Adı geçen kadınların kimisi devrimci mücadelenin içinde yer almış, kimi işçi sınıfının mücadele safları içinde öne çıkmış, kimi egemenlerin zulmüne inat direncin sembolü olmuştur. Adı bilinmeyen nice yiğit kadın, egemenlere boyun eğmeyi reddederek onurlu bir miras bırakmıştır. Marksizmin ışığını bugünün genç sınıf devrimcilerine taşıyan Elif Çağlı ise, bambaşka bir tarzın yaratıcısıdır. O, sadece yaşadığımız topraklarda değil bugün dünyanın diğer ülkelerinde de son derece zayıf düşmüş olan proleter devrimci anlayışı güçlendirme mücadelesini, özgün teorik değerlendirmeleriyle devrimci Marksizme katkıları eşliğinde yürüten nadide bir devrimci kadın önderdir.
***
1880’li yıllardan itibaren Osmanlı’da kadınlar halı dokuyarak, tütün işleyerek, eve iş alarak ücretli emek ordusuna katılıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı da kadın işçi istihdamının artmasına neden olmuştu. Elbette işçi kadınların pek çoğu henüz fabrika niteliği taşımayan küçük atölyelerde ya da evlerindeki tezgâhlarda çalışıyorlardı. Buna rağmen boğucu, içe kapalı yaşamlarından çıkıyor, artık ait oldukları sınıfın yaşamına doğru çekiliyorlardı. Düşük ücret, çocuk bakımı, çalışma saatleri gibi işçi sınıfına özgü sorunlarla karşı karşıya kalıyorlardı.
1882’de dünyaya gelen ve ömrü yoksullukla, türlü acılarla geçen Yaşar Nezihe, bu topraklardaki genç işçi sınıfının ilk kadın şairiydi. Yoksul bir ailenin sağ kalabilen tek evladıydı. Küçük yaşta annesini kaybettiğinde kötürüm bir teyze ve alkol bağımlısı bir baba ile yalnız kaldı ve evden kovuldu. Böylelikle hayatı, sokakları ve en önemlisi işçi sınıfını tanıma fırsatı buldu. İlerleyen yıllarda Amele Cemiyeti’ne üye oldu, grevlere destek vermeye ve şiir yazmaya başladı. Şiirlerinde gazete patronlarını eleştiriyor, işçi sınıfını anlatıyor, işçi sınıfına mücadele çağrıları yapıyordu. 1923’te 1 Mayıs şiiri yayınlandı. Ne yazık ki işçi sınıfının ilk adımlarına şahit olan bu mücadeleci kadının şiirleri hem baskıcı Kemalist rejimin hem de alfabedeki ve dildeki değişimin etkisiyle bugünün kuşaklarınca çok az biliniyor.
Yaşar Nezihe’nin 1 Mayıs şiirini yazmasından yalnızca aylar sonra Cumhuriyet kuruldu, sancılı da olsa kapitalizm gelişmeye devam etti. İşçi sınıfının kitlesi arttıkça kadın işçi sayısı da arttı. 1937’de ilk iş kanunu çıkarıldığında sadece bu kanun kapsamında çalışan kadın sayısı 50 binin üzerindeydi. 1943 yılında bu sayı 57 bine ulaştı ve İş Kanununa tâbi olan işyerlerindeki çalışan kadın oranı %21’e yaklaştı. O yıllardaki kentlilik oranı, eğitim durumu, kadının çalışmasının önündeki kültürel ve geleneksel engeller düşünüldüğünde bu rakamların azımsanmayacak düzeyde olduğu ortadadır. Zira kentlilik oranı arttıkça belli sektörlerde yoğunlaşmış şekilde de olsa kadın işçi sayısı artmaya devam etti. 1957 yılında yapılan Ücret Anketi sonuçlarına göre, toplam 64 bin 327 kadın işçiden 23 bin 563’ü mensucat, 31 bin 960’ı ise tütün sanayiinde çalışmaktaydı.
Zehra Kosova, bu işçilerden biriydi. 1910 yılında Kavala’da doğmuş, 1924’te mübadeleyle Türkiye’ye gelmişti. Tokat’a yerleştirilen ve içinde Kosova’nın da olduğu mübadele grubunda pek çok tütün işçisi vardı. Tek bildikleri tütün işiydi ve verdikleri dilekçe neticesinde Tokat’a da tütün fabrikası açılmasını sağlamışlardı. Zehra Kosova daha ilk gençlik yıllarında babası ile birlikte bu fabrikada tütün denkleme işinde çalışmaya başladı. Daha Kavala’dayken işçi olan ve işçi sınıfının hak mücadelesinin ve dayanışmasının ne denli önemli olduğunu bilen ailesi Kosova’yı buna göre yetiştirmişti. Yaşamını anlattığı Ben İşçiyim adlı kitabında şöyle diyordu Kosova: “Emeğe saygılı olmayı, emekten yana olmayı daha küçük bir çocukken annemden, babamdan gördüm ve öğrendim. Beni bu yetişme tarzım, hayata bakış açım sosyalizmle tanıştırdı. Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları alt etmek, geleceğe, sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de…”
Aslında o yıllarda “dalgalar” sadece Zehra Kosova’yı değil tüm toplumu hatta dünyayı sarsıyordu. Yükselen faşizm ve İkinci Dünya Savaşı emekçilerin yaşamını cehenneme çeviriyordu. Dünyadaki durum Türkiye’yi derinden etkiliyordu. 1931’den itibaren İstanbul’a yerleşen ve TKP üyesi olan tütün işçisi Kosova 4 Aralık 1945 günü kapı kapı dolaşıp iş ararken Tan gazetesi baskınına şahit oldu. Tan gazetesi dönemin nadir muhalif yayınlarındandı. Başında sosyalist Sabiha Sertel ve eşi Zekeriya Sertel’in bulunduğu gazete, CHP’nin tek parti iktidarına karşı muhalefetin sesi olarak öne çıkıyor, totaliter rejimleri eleştiriyor, demokratik ve çok partili sistemi savunuyordu. Sabiha ve Zekeriya Sertel çifti, sahibi oldukları yayınlarda II. Dünya Savaşının boğucu atmosferinde Türkiye egemenlerinin güçlü ve muteber gördüğü, hayranlık duyduğu faşizmi teşhir ediyor, barış talep ediyorlardı. Çıkardıkları yayınlarda Nâzım Hikmet, Vâlâ Nurettin, Sabahattin Ali, Fatma Nudiye, Suat Derviş gibi dönemin pek çok aydınının yazıları yayınlanıyordu. Bu nedenlerle iktidar yanlısı gazeteler tarafından hedef gösteriliyorlardı.
O soğuk kış gününde, üniversite öğrencilerinin de katıldığı bir baskınla Tan gazetesinin matbaası tahrip edildi. İlerleyen yıllarda Tan gazetesi baskınının sorumluları hesap vermeyecek, yargılanmayacak hatta ödüllendirileceklerdi. Serteller ise elbette yargılandılar ve 3 ay tutuklu kaldılar. Ancak Milli Şef yönetimi bu cezayı yeterli görmedi. Sertel çifti, artan baskılar nedeniyle 1950’de ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ve sürgün hayatı yaşamaya başladı. TKP üyesi olan Sabiha Sertel, Budapeşte Radyosunun Türkçe yayınlar servisinde çalıştı. Nâzım Hikmet, Hayk Açıkgöz gibi pek çok komünistle dostluk ve yoldaşlık etti. Sabiha Sertel, 1968’de Bakü’de sürgündeyken öldü.
Tan gazetesinin basıldığı o soğuk Aralık gününde bir dönem gazetenin yazarları arasında yer almış Fatma Nudiye, tam 7 yıldır cezaevindeydi. 1904’te, İstanbullu varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Fatma Nudiye, 1928 yılında evlendiği ilk eşinin etkisiyle Marksizme ilgi duymaya başlamıştı. 1932’deyse Hikmet Kıvılcımlı ile tanışmıştı. Fatma Nudiye dönemin aydınlarındandı, Kıvılcımlı ile ortak kurdukları yayınevinde Marksist eserlerin Türkçeye çevrilmesi işiyle meşgul oldu. Tiyatro oyunları, çocuk kitapları yazdı ve politik faaliyetlerini aralıksız sürdürdü. 1938’de Kıvılcımlı’nın bazı broşürlerinin ve Nâzım’ın şiirlerinin Yavuz Zırhlısında bir öğrencinin dolabında bulunması nedeniyle 10 yıl hapse mahkûm edildi. Tarihe Donanma Davası olarak geçen bu dava nedeniyle Fatma Nudiye, hayat arkadaşı Hikmet Kıvılcımlı, Nâzım Hikmet ve Kemal Tahir gibi isimlerle birlikte hapis yattı. On yılın ardından tahliye edildikten sonra da politik faaliyetlerine devam etti. Artık hayat arkadaşı olarak yollarını ayırmış olmalarına rağmen 1954’te Kıvılcımlı’nın kurduğu Vatan Partisine üye oldu ve büyük bir özveriyle çalıştı. 1957’de Fatih’teki seçim mitinginde konuşma yaparken saldırıya uğradı ve yaralandı. Bu mitingden sonra Vatan Partisi kapatılırken Fatma Nudiye, partinin tüm yöneticileri gibi “ameleden adamları mevki-i iktidara getirmek” suçlamasıyla yeniden tutuklandı ve 2 yıl hapis yattı.
Berlin’de Nâzım Hikmet’le tanışmasının ardından 1951’de TKP’ye üye olan Sevim Tarı da varlıklı bir aileden gelmesine rağmen bu topraklarda devrimci mücadeleye katkı sunmuş, kadınlardandır. Elbette o yılların ağır siyasi atmosferinde komünistlere yönelik baskılardan o da nasibini aldı ve 1951’de tutuklandı. Milli demokratik devrim çizgisinin öncülerinden Mihri Belli ile hapisteyken tanıştı ve evlendi.
Sevim Belli, parti faaliyetlerinde eşine kıyasla fazla öne çıkmadı. Ama sosyalizm davasının güçlenmesi için büyük bir disiplin içinde İbni Haldun’un, Darwin’in, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in eserlerini Türkçeye çevirdi. Kendi deyimiyle “gençler okumak istiyorken ve hazır basan da varken” kitapları çevirmesi bu topraklarda Marksist eserlerin yaygın biçimde okunabilmesini sağladı. O döneme kadar Marksist eserlere ulaşma şansı elde edemeyen kuşakların devrimcileri bu çabanın ne denli önemli olduğunu derinden kavrayacaklardır.
Nâzım Hikmet’in bir başka arkadaşı olan Suat Derviş de Tan Gazetesinin yazarıydı. O da varlıklı bir ailede dünyaya gelmişti ve o da çeviriler yapıyordu. Osmanlı’nın yıkılışını kadın kahramanlar üzerinden anlattığı romanlar, şiirler yazıyordu. 1936’dan itibaren dönemin diğer aydınları ile beraber Tan gazetesinde yazmaya başlaması hayatını ve görüşlerini büyük ölçüde değiştirdi. Yazılarında konaklarda yaşanan aşkları değil, kadın sorununu işlemeye, faşizmi eleştirmeye başladı. 1940’ta TKP Sekreteri Reşat Fuat Baraner’le evlenmesi değişimini daha da hızlandırdı.
O, varlıklı bir aileden gelmişti ve görünüşü, birkaç dil bilmesi, piyano çalmasıyla bunu belli ediyordu. Ama aynı zamanda cesur ve duyarlı bir aydındı. Partinin yönlendirmesi ile eşiyle birlikte çıkarttıkları Yeni Edebiyat Dergisi, Orhan Kemal, Hasan İzzettin Dinamo, Mehmet Seyda gibi edebiyatçıların yetişmesine büyük katkı sağladı. Kadın işçilerin yaşamlarına tanıklık etmek için sokaklarda röportajlar yaptı. İşçilerin, emekçi kadınların sorunlarını gazete sayfalarına taşıdı. Yaşlanınca ya da sakatlanınca işten atılan, çalışırken çocuğunu bırakacak yer bulamayan kadın işçilerin basındaki sesi oldu. Polis sorgusunda bebeğini kaybetti, hapis yattı, sansüre uğradı, yoksulluk çekti, bedel ödedi. 1970’lerin başında ilerleyen yaşına ve artık görmez olan gözlerine rağmen arkadaşı Neriman Hikmet ile birlikte Devrimci Kadınlar Birliğini kurdu. 12 Mart darbesi nedeniyle devrimci gençleri evinde sakladığı için yaşamının son yıllarında bir kez daha tutuklandı.
12 Mart darbesi, idam ipine gönderdiği genç devrimcilere rağmen işçi sınıfının yükselişinin önüne geçemedi. Emekçi kadınların mücadelesi birkaç yıllık bir baskı döneminin ardından güçlenmeye devam etti. 1975’te kurulan İlerici Kadınlar Derneği bu yükselişin bir bakıma hem sonucu hem de nedeniydi. İKD’nin çalışmaları Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde çok önemli bir halkadır. İKD’nin kızıl çatkılı kadınları, gecekondu mahallelerinde, işyerlerinde “Çocuklara Süt”, “Her İşyerine Kreş”, okuma-yazma kampanyaları örgütlediler. Kadınlar için kurslar açtılar. İşçi evlerini, gecekondu mahallelerini mesken tutarak Maden-İş grevlerinin başarıyla devam ettirilmesini sağladılar. Grevlerle dayanışmak üzere ziyaretler, kampanyalar organize ettiler. 1 Mayıs meydanlarına on binlerce kadın işçi taşıdılar. Faşist terörün yükseldiği, sokak ortasında insanların katledildiği, grevci işçilerin, gençlerin öldürüldüğü, katliamların tezgâhlandığı 1980 öncesi günlerde faşizme karşı mücadelenin ne denli önemli olduğunu emekçi kadınlara anlattılar. “Kadınlar için zayıf, güçsüz yaratıklardır, önce onlar sindirilir görüşünü işleyen burjuva düşüncesinin doğru olmadığını göstermek zorundayız” dediler ve kadınları faşizme karşı mücadeleye çektiler. “Evlat Acısına Son” mitingleri düzenlediler. İKD böylelikle onlarca şubesi, Kadınların Sesi adlı binlerce adet basılan yayını, sanayi işçilerinden öğrencilere, memurlardan ev kadınlarına on binlerce üyesi olan bir dernek haline geldi. Türkiye’de emekçi kadınlar o güne dek hiç bu kadar örgütlü ve güçlü olmamışlardı. Bu nedenle örgütlerine sahip çıkıyorlardı.
Derneğin başkanı Bakiye Beria Onger idi. Onger, 1921’de doğmuş ve iyi bir eğitim alarak hukukçu olmuştu. Genç yaşta üyesi olduğu TKP’de kadın çalışmalarının içinde yer almıştı. Bu deneyimleri sayesinde 1975 yılında kurulan İlerici Kadınlar Derneği’nin başkanı seçilmişti. 12 Eylül darbesine doğru gidilirken sıkıyönetim ilan eden Ecevit hükümeti 28 Nisan 1979’da İKD’yi kapattı. İktidar ilk olarak emekçi kadınları ve onların örgütlerini hedef almıştı. Ancak emekçi kadınlar erkek işçi kardeşleriyle beraber omuz omuza mücadele etmeye devam ettiler. 15 Ekim 1979’da yapılan seçimlerde TKP Onger’i bağımsız senatör adayı gösterdi. Disiplin içinde büyük bir seçim kampanyası yürütüldü. TKP üyeleri tüm emekçi semtlerinde çalıştılar ve her yerde “işçi sınıfının partisine kulak ver, adayımız Bakiye Beria Onger” sloganları yankılanır oldu.
Her zaman demokrat olmakla övünen, bugünlerdeyse 15 Temmuz darbe girişimini fırsata çeviren AKP tarafından hapsedilen Nazlı Ilıcak, o zamanlar Tercüman gazetesindeki yazısında seçim günü her oy sandığının başında Beria Onger için bir sandık görevlisi bulunduğunu dehşetle anlatıyordu. Bunu “komünizm tehlikesi” olarak değerlendiriyordu. Elbette bu sözler Türkiye burjuvazisinin bir işçi devriminden duyduğu büyük korkunun dolaysız ifadesiydi. Bu korku 1980 darbesinin temel motivasyonlarından biri olacaktı. Bu sözlerin üstünden bir yıl geçmeden bir askeri darbe ile “komünizm tehlikesi” bertaraf edildi. Ilıcak’ın 1978’den itibaren çeşitli vesilelerle “göreve çağırdığı” ordu, böylece korkak ve zalim burjuvaziye derin bir nefes aldırdı. Ancak Beria Onger, “yolum işçi sınıfının devrimci yoludur. İşçi sınıfının örgütlü gücünün gösterdiği yoldur. Türkiye’de ve dünyada sosyalizmin zaferi için, savaşsız, sömürüsüz, sınıfsız bir dünya kurulması için savaşım veriyorum” demekten vazgeçmedi.
O sıralar 70 yaşında olan Behice Boran da darbenin hedefi olan sosyalist önderlerdendi. Boran, Kurtuluş Savaşı yıllarında ailesiyle birlikte Bursa’dan İstanbul’a göçmüştü. Aldığı eğitim sayesinde Amerika’da burslu olarak sosyoloji doktorası yaptı. Burada Marksizmle tanıştığında büyük bir heyecan ve dönüşüm yaşadı. “Marksizm bütün dünyamı değiştirdi. Bütün çelişkiler çözüldü, her şey yerli yerine oturdu sistematik ve tutarlı bir biçimde. Ve müthiş bir sevinç duydum. Bir fikre sahip olmak demek o fikri hayatta pratik düzeyde hayata geçirmektir” diyordu Behice Boran. Toplumu değiştirmek üzere örgütlü mücadeleye katılması gerektiğini düşünüyordu. Bu düşünceyle 1944’te TKP’ye katıldı. 1948’de siyasi görüşleri nedeniyle üniversiteden uzaklaştırıldı. 1950’de Barışseverler Cemiyeti’nin kuruluşunda yer aldı. Birleşmiş Milletler’in Güney Kore için destek çağrısının ve Menderes hükümetinin Kuzey Kore’ye savaş gücü göndermesinin ne anlama geldiğini teşhir etmek üzere çeşitli çalışmalara katıldı. Savaşa karşı mücadelenin içinde yer aldı. Köprübaşında bildiri dağıtması nedeniyle askeri mahkemeye sevk edildi ve 15 ay hapis yattı.
1961’de aralarında Maden-İş’in unutulmaz önderi Kemal Türkler’in de bulunduğu 12 sendikacının kurduğu Türkiye İşçi Partisi, aydınları partiye davet ettiğinde bir sosyalist olarak bu daveti kabul etti ve 1962’de TİP’e üye oldu. 1965’te milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. Yıllar içinde partinin genel başkanı Mehmet Ali Aybar’la yaşadığı fikir ayrılıkları iyice büyüdü ve Aybar’ın partiden ayrılmasıyla 1970’te partinin genel başkanı oldu. Ancak kısa süre sonra 12 Mart 1971 darbesiyle TİP kapatıldı ve Boran bir kez daha hapis cezasına çarptırıldı.
Behice Boran, ömrü boyunca çok disiplinli ve direngen bir devrimci kadın olarak etrafındaki insanlarda saygı uyandırmayı başarmıştı. Bu durum içeride de değişmedi. O, disiplinini asla bozmadı. Cezaevinde her sabah erkenden kalkarak kısa bir spor yapar ve işinin başına otururdu. Farklı siyasi görüşlerden mahpus kadınlar onun disiplini, çalışkanlığı ve kararlılığıyla, hiçbir şey söylemeden çok şey öğreten insanlardan olduğunu ifade etmekten çekinmediler. O, içerideyken onu ziyarete gelen sendikacılara, yoldaşlarına büyük moral verirdi. Mücadelenin her koşulda devam edeceğini söyler ve hissettirirdi.
Behice Boran, üç yıl sonra genel af nedeniyle hapisten çıktı ve 1975’te TİP’in ikinci kez kuruluşunda görev aldı, yeniden genel başkan seçildi. Bunun üzerine yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Hedefimiz sosyalizmdir. Onu hedef alarak dümen tutuyoruz, bir rota izliyoruz. Bu rotada önümüze kayalıklar çıkar, ters rüzgârlar ve akıntılar olur, ama kayalıkları aşarak ve ters yöndeki rüzgârları, akıntıları göğüsleyerek aynı rotada sosyalizme ilerleyeceğiz.”
Behice Boran, siyasette olduğu kadar gündelik hayatta da mücadeleci bir kadındı. Eşi o yıllarda felçliydi, bir çocuğu vardı ama o bunları bir yük olarak görmeyen, direngen bir kadındı. John Steinbeck, Howard Fast gibi kimi yazarlardan bazı kitapları Türkçeye çevirmenin, kadın mücadelesiyle ilgilenmenin yanı sıra bilimsel gelişmeleri ve sosyoloji üzerine akademik tartışmaları da yakından takip ederdi. 1979 1 Mayısında sokağa çıkma yasağı ilan edildiği zaman 69 yaşındaydı. Buna rağmen 1 Mayıs yasağını tanımayacağını ve bir yürüyüş düzenleyeceğini ilan eden partisiyle birlikteydi. O, en önde yürüyerek yoldaşlarına cesaret vermesi gerektiğini düşünüyordu ve öyle de yaptı. Polis saldırısında yaralandı, hâkim karşısına çıkarıldığındaysa eylemini büyük bir inanç ve kararlılıkla savundu.
Kısa süre sonra 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi geldi. Darbenin ardından bir müddet ev hapsinde tutulan Boran, yoldaşlarının ısrarına rağmen yurtdışına çıkmak istemiyordu. Ancak ilerleyen yaşı ve sağlık durumu nedeniyle yoldaşlarının ısrarı artınca oğlunu Türkiye’de bırakarak yurtdışına çıktı. Bu nedenle büyük acı duysa da son yıllarını ahlanarak değil 1982 anayasasına karşı mücadele ile ve sosyalist solun birleştirilmesi çabasıyla geçirdi. 10 Ekim 1987’de Brüksel’de sürgündeyken hayatını kaybetti.
1980 askeri faşist darbesinin hedefinde işçi sınıfı ve devrimci hareket vardı. İlk kez ayağa kalkan, sömürüye karşı birlikte mücadele etmenin, dayanışmanın, zalimlerden hesap sormanın ne anlama geldiğini kavramaya başlayan işçi sınıfı büyük bir darbe aldı. Şiddet ve korku dört bir yanda hâkim oldu. Yeni işçi kuşakları yıllar boyunca bu darbenin ceremesini çekti. İşçi sınıfının tüm örgütleri yok edildi, öncüleri hapislere atıldı, öldürüldü. Niceleri işkence tezgâhlarında onur ve yaşam mücadelesi verdi.
Elif Çağlı Eylül Günlüğü adlı şiir kitabının önsözünde şöyle der: “12 Eylül dönemi bu topraklarda yaşayan devrimci insana, faşizmin gerçekte ne demek olduğunu doğrudan öğretti. Faşizm ‘içerde’ olana da olmayana da baskı ve işkencenin acısını fazlasıyla yaşattı. O günlerin beraberinde getirdiği ölümlerin acısı unutulamaz; insanların yüreklerinde açtığı yaralar hâlâ sızlar. Zor günler zor sınavlara çeker insanı. Çekilen tüm acılara karşın, devrimci bayrağı yarınlara taşıyabilmek için tarihsel iyimserliği her daim yeşertmek gerekir. İnancı ve umudu acıya katık eyleyip yola devam etmeyi becermektedir hüner.”
Çağlı, umut yüklü şiirlerinden “İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşama gözlerini açıp, farklı tarih kesitlerinin farklı koşullarında erken politize olan bir kuşağın öyküsünden dizelere yansıyan gölgeler” olarak bahseder. Bu “öykü”den payına düşeni almış ve politik savaşımına on yıllar boyunca devam etmiştir Elif Çağlı. Gençlik ve işçi hareketinin 60’lı ve 70’li yıllardaki büyük yükselişi; üniversite ve fabrika işgalleri; uzun soluklu grevler, sendikal ve siyasal içerikli mitingler, geniş toplumsal örgütlenmeler, Maden-İş deneyimi, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi; 12 Mart darbesi, darbe ile ezilemeyen ve yeniden yükselen umut; DGM Direnişleri, 1977 1 Mayıs’ı, MESS grevleri; devlet güdümlü katliam ve cinayetler, 12 Eylül askeri faşist darbesi, 80’li yılların faşizmi, idamları, hapisleri, işkenceleri, karanlığı, umutsuzluğu; 90’lı yılların “muzaffer kapitalizm”, “elveda proletarya” çığlıkları; 2000’li yılların geçmişle bağı koparılmış gençliği, örgütsüzlüğü, dağınıklığı; tırmandırılan faşizm ve savaş ortamı; her dönem yürütülen örgütlü mücadele, enternasyonal mücadele çabası…
O, her dönemeçte yeniden sınanarak, sınavlardan yenilenmiş ve güçlenmiş bir şekilde çıkarak, bu toprakların geriliklerine teslim olmayı reddederek ve bu geriliklere karşı amansız bir savaş yürüterek mücadelesini bu günlere taşıdı. İşçi sınıfının, kadının ve nihayet tüm insanlığın kurtuluşunun yolunu döşeyen mücadelenin kadın önderlerinden biri olarak Marksist tutumun cisimleşmiş hali oldu. Bugünün temel sorunlarına devrimci temellerde yanıtlar getirdi, eserler ortaya koydu. Bu toprakların komünist kadınları böyle bir öndere sahip olmakla ne kadar gurur duysalar azdır. Devrimci tutum, Elif Çağlı’nın fikirlerini, yapıtlarını, örgüt anlayışını, sınıf temelli devrimci pratiklerini özümseme çabasını büyütmektir.
Elif Çağlı, Türkiye’de Marksizmin ışığını genç sınıf devrimcilerine taşıyan, enternasyonalizm bayrağını yükselten ve yalnız bu topraklarda değil, dünyada da unutturulmaya çalışılan Bolşevik tarza sahip çıkarak onu dipdiri yaşatan bir kadın önderdir. İdeolojik, teorik, politik, örgütsel alanlarda Marksizme katkı sunan Elif Çağlı, bu açıdan kuşağının ve günümüz Türkiye ve dünya sosyalist hareketinin çok önüne geçmiştir. O, kökleri geçmişte olan ama mücadelesiyle geleceği temsil eden bir devrimcidir. Bu nedenle onun ve yoldaşlarının mücadelesi geleceği, gelecek Elif Çağlı’yı yazacaktır.
Kaynakça:
·Elif Çağlı, Kızıl Kanatlı Rosa, marksist.net
·Elif Çağlı, Eylül Günlüğü, Tarih Bilinci Yayınları
·Louise Dorneman, Clara Zetkin: Adanmış Bir Ömür, Ceylan Yayınları
·Zehra Aras, Ekim Devriminin Kadın Kahramanları, marksist.net
·Galina Serebryakova, Ateşi Çalmak, Evrensel Basım Yayın
·Aleksandra Kollontay, Pek Çok Hayat Yaşadım, Agora Kitaplığı
·Jean Freville, İnessa Armand: Bolşevik Devrimi'nin Büyük Kadını, Nisan Yayımcılık
·Nadejda Krupskaya, İşte Lenin, İnter Yayınları
·Adelaide Popp, Bir Kadın İşçinin Gençliği, Evrensel Basım Yayın
·Klavdiya Sverdlova, Sverdlov Urallı Delikanlı, Ceylan Yayınları
·Lev Troçki, Hayatım, Yazın Yayıncılık
·Barbara Evans Clements, Bolshevik Women, Cambridge University Press
·Early Communist Work Among Women: The Bolsheviks, From Women and Revolution issues 10 and 11
·Revolutionary Women: Ludmila Stal, www.workerspower.co.uk
·Jane McDermid and Anna Hillyar, The Midwives of the Revolution, Female Bolsheviks and Women Workers in 1917, UCL Press
·Natalia Sedova, spartacus-educational.com
·Beatrice Farnsworth, Aleksandra Kollontai: Socialism, Feminism and the Bolshevik Revolution, Stanford University Press
·L. Katasheva, Natasha - A Bolshevik Woman Organiser, Workers’ Library Publishers
·İlkay Meriç, Osmanlı’dan TC’ye Kadın Hareketi ve Kadın Hakları, marksist.net
·Ahmet Makal, Türkiye’de 1950-1965 Döneminde Ücretli Kadın Emeğine İlişkin Gelişmeler, AÜ SBF, politics.ankara.edu.tr
·Kadınlar Hep Vardı: Türkiye Solundan Kadın Portreleri, Dipnot Yayınları
·Zehra Kosova, Ben İşçiyim, İletişim Yayınları
·Fatma Nudiye Yalçı, Hayatı ve Eserleri, Derleyen Ahmet Kale, Rezan Yayınları
·Radikal Sevim Belli röportajı, t24.com.tr
·Hayk Açıkgöz, Anadolulu Bir Ermeni Komünistin Anıları, Belge Yayınları
·Sennur Sezer, Beria Onger’in Ardından, evrensel.net
·Behice Boran: Son Nefesine Kadar belgeseli, Üçüncü Sinemacılar Kolektifi
·Mehmet Sinan, Marksizm ve Türk Solunun Geleneği, marksist.net
·Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk, marksist.net
·Türkiye’de Kapitalist Gelişmenin ve İşçi Hareketinin Kısa Tarihi, marksist.net
·İlerici Kadınlar Derneği (1975-80) “Kırmızı Çatkılı Kadınlar”ın Tarihi, Derleyen Muazzez Pervan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları
link: Ezgi Şanlı, Kadınların Mücadelesi, Mücadelenin Kadınları /4, 1 Temmuz 2017, https://marksist.net/node/5736