“Dünya büyük bir felâketle karşı karşıya”, “Covid-19 canavarı”, “ölümcül salgın kasıp kavuruyor”… Bugünlerde en çok duyduğumuz sözler bunlar. Hükümet yetkilileri, medya, bilim insanları, yazarlar ve yorumcular bu sözleri tekrarlayıp duruyorlar. Koronavirüs salgını gündemin ilk sırasında yer alıyor demek bile artık yanlış zira yegâne gündem maddesi virüs salgını olmuş durumda. Tüm dünyada burjuvazi ve onun temsilcileri şimdiye kadar hiçbir zaman ve hiçbir konuda bu denli fikir ve söz birliği etmiş değillerdi. İktidardakilerden muhalefettekilere tüm düzen siyasetçileri ve burjuva entelijansiya salgının çok ölümcül bir tehdit olduğu yalanını köpürttükçe köpürtüyorlar. Sözde bilim insanları ve burjuva siyasetçiler, bu salgının kendi toplumlarının ve hatta dünya nüfusunun yüzde 60 ilâ 70’ini etkileyeceğini, bu durumda da en iyimser tahminle on milyonlarca insanın ölümüne yol açacağını söyleyip duruyorlar.
Tüm ülkelerde yetkililer her gün, kaç yeni vaka var, toplam vaka sayısı ne oldu, o gün kaç kişi daha öldü gibi sayıları açıklayarak korkuyu diri tutmaya, paniği sürdürmeye çabalıyorlar. Sayaçları canlı ve naklen izletmenin bu paniği körükleyeceğini çok iyi biliyorlar. Emin olalım ki, benzer bir kampanyayla, dünyada en fazla can alan diğer bulaşıcı hastalıklar (verem, AIDS ve hatta mevsimsel grip gibi) hakkında da benzer bir “bilgilendirme” yapılsaydı, çok benzer bir panik ortaya çıkardı. Sayılarla beyinlerimiz yıkanıp dumura uğratılıyor. Oysa yine bu kuruluşlar, virüsün bulaştığı insanların yüzde 80’inin hiçbir belirti göstermeden, yani hastalanmadan virüsü atlattıklarını da söylüyorlar. Belirtilerin ortaya çıktığı insanlarınsa çok küçük bir bölümünde ağır ve ölümcül sonuçlar ortaya çıktığı da yine aynı kurumlardan gelen bilgiler arasında. Ama tüm bunlara rağmen öyle bir algı yaratılıyor ki, sanki bu virüsü kaparsak her şey bitecek ve acılar içinde boğulup ölmek kaçınılmaz olacak. Veba gibi kurtulmanın ve atlatmanın çok zor olduğu bir hastalıkla yüzleşiyormuşuz algısı tüm topluma empoze ediliyor.
Bu paniği körüklemezlerse, güya hastalığın yayılmasını yavaşlatmak adına alınan tedbirleri, demokratik hak ve özgürlüklere getirdikleri sınırlamaları, başta esnek çalıştırma olmak üzere yeni çalışma rejimlerini, yeni hak gasplarını, devasa bir işten çıkarma dalgasını, finans-kapitale aktarılacak trilyonlarca dolarlık destek paketlerini vb. meşru gösterip kitlelere kabul ettirmenin çok zor, belki de imkânsız olduğunu gayet iyi biliyorlar. Milenyum dönemecinden beri kapitalizm tarihsel bir sistem krizinden geçmektedir, bugün açığa çıkan iktisadi krizin çok daha ağır bir yıkıma yol açacağı kesin gibidir. İşte dünya burjuvazisinin zirveleri bu büyük yıkıma karşı gelişecek tepkilerin zaten varolan isyan dalgasını daha da yükseltmemesi, kapitalist sistemin bu badireyi atlatabilmesi için gerekli “dönüşümlerin” en az sıkıntıyla hayata geçirilebilmesi için hazırlık yapmaktadır. Salgın bu durumun nedeni değil, bu durumun üstünü örtmek için kullandıkları bir bahanedir.
Yalan o denli köpürtülmüş ve o denli geniş bir kabul görmüş durumda ki, akıl tutulması, bilincin dumura uğraması, felçleşme, ne yapacağını bilememe ve çaresizlik hissi, paranoya ve panik durumu giderek büyüyen bir dalga halinde insanları pençesine almıştır. Burjuvazinin yarattığı ve körüklediği panik dalgası virüsten çok daha hızlı yayılmıştır. Bu dalganın insanların bilinçlerinde, ruh hallerinde, davranışlarında ve beklentilerinde yarattığı tahribat da virüsün bedenlerinde yaratabileceği tahribatı fazlasıyla aşmaktadır. Ama bu noktada bile kapitalist toplumun sınıflı yapısı kendisini hissettiriyor. İşçi sınıfının, yani yaşamını sürdürmek için çalışmak zorunda olanların büyük bölümü, bir yandan bu muazzam yalan kampanyasına maruz kalıp korkuya kapılırken, bir yandan da bu korkuyu bastırıp çalışmaya devam etme zorunluluğuyla hareket ediyor. İşçilerin de diğer insanlar gibi virüse karşı bağışıklığı mevcut değil, ama hayatın acı gerçekleri yani ücretli kölelik sisteminin getirdiği zorunluluklar, yani eskisi gibi çalışmaya devam etme zorunluluğu ve kapitalist çalışmanın rutini, tedirginlik ve korkunun paniğe ve paranoyaya dönüşmesini de kısmen engellemektedir. Özellikle madenlerde, yüksek inşaatlarda, tersanelerde, ağır sanayide çalışan işçiler öldürücü tehditlerle burun buruna çalışmanın, korkuyla barışmanın, onunla birlikte yaşamanın ne demek olduğunu çok iyi bilirler.
İşçi sınıfının geniş kesimlerinin kendisini evine kapatıp izole etme lüksü bulunmuyor! Zira tüm dünyada yürütülen “evde kal” kampanyalarına rağmen işçi sınıfının büyük bölümü sabahın köründe kalkıp, sıkış tepiş toplu taşıma araçlarıyla ya da bir o kadar sağlıksız servislerle işe gitmek zorunda. “Sosyal mesafelenme”yi koruyun çağrıları da, işyerlerinde en sağlıksız koşullarda dip dibe çalışmak, yemek molalarında berbat yemekleri hijyenik olmayan ortamlarda sıkış tepiş ve alelacele yemek zorunda olan işçiler için bir şey ifade etmiyor. Tuvalete gitmenin bile bir ya da iki kezle sınırlandığı işyerlerinde, “ellerinizi su ve sabunla sık sık ve en az 20 saniye boyunca yıkayın” çağrılarının karşılık bulması mümkün müdür? Dünya üzerinde üç milyar insanın bıraktık hijyeni, içmek için bile temiz suya düzenli ulaşım imkânı olmadığı gerçeğine ne demeli? Soruları arttırmak mümkün ama çok da gerekli değil!
Toplumun çoğunluğu işçilerden oluştuğuna ve işçilerin ezici bir çoğunluğu da berbat çalışma ve yaşam koşullarıyla boğuştuğuna göre gerçek bir ölümcül salgın durumunda hastalığın en çok vuracağı kesimlerin de onlar olacağı açıktır. O zaman işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan “salgın karşıtı önlemler” bize gerçekte ne anlatmaktadır? Burjuvazi sıraladığı bir düzine önleme sıkı sıkıya uymamızı dayatırken, bu tedbirlerin toplumun çoğunluğunun uyamayacağı tedbirler oluşu gerçeğinden hangi sonuçları çıkartmalıyız? Eğer bu salgın denildiği kadar ölümcül ve tehlikeli ise, neden çalışanlara yıllık izinleri dışında ek ücretli izin verilip onların da korunması sağlanmıyor? Neden on milyonlarca işçi işten atılıp açlığa terk ediliyor? Madem bu kadar hızla yayılan ölümcül bir salgınla karşı karşıyayız neden derhal gerekli kaynaklar ayrılarak, hızla yeni hastaneler yapılıp gerekli kaliteli tedavi ihtiyacı parasız bir şekilde karşılanmıyor? Neden yaygın ve düzenli hastalık taraması yapılmıyor da herkes kendini karantinaya alsın deniliyor? Bu ve benzeri sorular ortada apaçık bir tutarsızlık olduğunu gösteriyor. Burjuvazi bu apaçık tutarsızlığın üstünü örtmek ve bu doğrultuda gelen eleştirileri geçiştirmek için kırk takla atıyor. Düzen içi muhalifler, son derece ölümcül bir salgınla ve bir felâket tablosuyla karşı karşıya olunduğunu haykıran koroya katılırken, hükümetleri “daha sert önlemler” almadıkları için eleştiriyorlar. İlerici, devrimci, sosyalist çevreler ise bu tutarsızlığı ve burjuvazinin ikiyüzlülüğünü haklı olarak vurgulayıp konuyu kapitalizmin teşhiri noktasından ele alıyor, halk sağlığı ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine dönük talepler sıralıyorlar. Bu vesileyle neoliberalizmin iflasının apaçık ortaya çıktığını vurgulamayan yok gibi. Reformistler bu vesileyle “kamuculuk” ve “devletçilik” programlarının uygulanmasını öne çıkarırken, devrimci çevreler kapitalizmin yıkılması gereğine haklı olarak işaret ediyorlar. Ama benimsedikleri söylemle aslında çok önemli bir soruyu peşinen es geçiyorlar: Sakın bu çarpıcı tutarsızlıklar, salgının tehdit düzeyi hakkındaki resmi açıklama ve kampanyanın koca bir yalan olduğunun kanıtı olmasın!
Ortaya çıkan manzara ile kapitalizm arasındaki organik bağı vurgulamak kuşkusuz gereklidir ama bu kadarı asla yeterli değildir. Burjuvazinin iddialarını peşinen kabul etmek, onun kurumlarından gelen bilimsel etiketli açıklamalara tav olmak kabul edilemez. Bu noktada yaygın olan iki büyük yanlışı vurgulamak gerekir.
Birincisi, bu salgının kapitalist sistemi başta iktisadi olmak üzere çok boyutlu bir krize sürüklediği düşüncesidir. Kimileri krizin nedeninin salgın olduğu şeklindeki burjuva yalanı tekrar ederken, kimileri daha ihtiyatlı da olsa son tahlilde aynı kapıya çıkacak şekilde salgının “tetikleyici faktör” vb. olduğunu peşinen kabullenmiş durumdadır. Açığa çıkan iktisadi krizin nedenlerine ve kapsamına dair yaklaşımımızı daha önce ortaya koyduğumuz için işin bu kısmını tekrarlamanın bir gereği bulunmuyor.
İkinci ve belki de çok daha önemli olan büyük ölçüde ortak yanılgı ise, “büyük bir felâketle karşı karşıya olunduğu”, bu salgının son derece ölümcül ve bu bağlamda insanlık için gerçek bir tehdit oluşturduğu konusunda burjuvaziyle hemfikir olunmasıdır. Sosyalistlerin birçoğu, burjuva devletlerin salgını bahane ederek burjuvaziye dev kaynaklar aktarmakta olduğunun farkındadırlar ve bunu teşhir de etmektedirler ama bu salgının “ciddiyeti” hakkında burjuva zirvelerden gelen açıklamaların hepsini peşinen doğru kabul ediyorlar. Oysa bize göre, yukarıda betimlediğimiz tutarsızlık ve ikiyüzlülük, her şeyden önce, aslında bu salgının ölümcüllüğü iddiasının devasa bir yalan olduğunun kanıtı olarak görülmelidir.
Salgın haberleri ilk çıktığında hazırlıksız yakalanarak bu tuzağa düşmenin anlaşılır bir yanı olsa da, manzara çoktan netleşmişken aynı yanlışı tekrarlamak vahim yanlışlara yol açmaktadır. Öyle ki, salgının yarattığı tehdidin devasa bir boyutta olduğunun kabul edilmesi, “tehdit bu kadar büyük ve ciddiyse o zaman olağanüstü tedbirler de kaçınılmazdır” mantığıyla, sosyalist hareketi sokağa çıkma yasağı talep edecek bir noktaya kadar savurmuştur. Akıl alır gibi değil ama durum budur. İlk başlarda mahallenin delisi gözüyle bakılan tek tük “bağımsız sosyalist aydınlar” bu talebi dillendirirken, hemen ardından “yılların deneyimine sahip”, “aklı başında” sosyalist yazarlardan da kervana katılanlar olmuştur. Sosyal medya cengâverleri kendilerini evlerine kapatıp hükümete neden sokağa çıkma yasağı ilan etmiyorsun diye veryansın ederken, bu çağrılar düzen içi muhalefet partilerinin yanı sıra “devrimci” ve “ilerici” sendikalar, meslek odaları ve kitle örgütleri tarafından da dillendirilmiş, bu koroya en son içinde birçok sosyalist çevreyi de barındıran HDP de resmen dâhil olmuştur. Sosyalistler iktidardan sokağa çıkma yasağı talep ediyor, hem de totaliter bir rejimin hüküm sürdüğü bir ülkede! Burjuvazi için bundan daha büyük bir kıvanç, bu senaryoyla amaçlarına ulaşmakta olduklarının daha açık bir kanıtı olabilir mi?
Uzmanlar, bu salgının en çok yaşlıları ve kronik hastalıkları olanları tehdit ettiğini söylüyorlar. Ne var ki bir de virüsten çok virüs düşüncesinin esir aldığı bir “risk grubu” bulunmaktadır: İster işçi olsunlar ister küçük-burjuva, toplumun okumuş, eğitimli, “meslek sahibi” kesimleri ve aydınlar. Biraz da şakayla karışık söyleyebiliriz ki, virüs bulaştığı kişilerde akciğerlere inerek en uç noktada solunum yetmezliği sorunlarına yol açabilirken, bu kesimlere henüz bulaşmadığında bile yarattığı korkuyla onların beyinlerine hücum ederek düşünme yetisi kaybına neden olabilmektedir!
Şu saptamayı yapmakta bir mahzur yok kanaatindeyiz: Sosyalist geçinen küçük-burjuva aydınların en zayıf noktaları, burjuvazinin “tüm insanlığın sorunu” olarak yutturmaya çalıştığı konular ve bilimsel etiketini taşıyan iddialar olagelmiştir. Tehdit ne kadar büyük ve gerçekçi görünüyorsa, bilimsel cilası ne kadar parlak ve istatistikler de ne kadar çarpıcıysa, sosyalistlik iddiası taşıyanlar da ilericilik adına o ölçüde kolaylıkla yelkenleri suya indirebilmekte, toplumun sınıflara bölünmüşlüğü somut olgusunun yerine soyut insanlık geçirilebilmekte, devletin bir baskı ve egemenlik aracı olduğunun üstünden atlanıp ondan tüm halkın çıkarları doğrultusunda adımlar atması beklenmektedir. Hükümetlerden sokağa çıkma yasağı ilan etmesini talep etmenin arkasındaki zihniyet işte budur.
Hükümetlerin iktisadi politikaları ya da iç/dış politik tercihleri hususunda “hepimiz aynı gemideyiz” söyleminin nasıl bir yalan olduğu rahatlıkla kavranıp teşhir edilebilmektedir. Ama mesele “küresel sorunlara” geldiğinde yalpalamalar yaşanabilmektedir. Nükleer savaş, ekolojik sorunlar ve benzeri konularda, “tüm insanların ortak mücadelesi”ne vurgu yapan solcu aydınların sayısı hiç de az değildir. Bugün de insanlığın büyük bir felâketle karşı karşıya olduğu fikri koronavirüs salgını vesilesiyle empoze edilmekte, burjuva devletlerden ve burjuvazinin uluslararası kurumlarından medet uman yaklaşımlar sergilenebilmektedir.
Yerel, ulusal ve hatta kimi küresel sorunlarda toplumun sınıflara bölünmüş olduğu gerçeği unutulmazken, insanlığın tümünü şu ya da bu ölçüde etkileyebilecek sorunlarda bu gerçekliğin bir tarafa bırakılabilmesi kabul edilemez. İşçi sınıfı tüm insanlığın çıkarları (ki geçersiz bir soyutlamadan başka bir şey değildir) adına sınıf mücadelesini, toplumun sınıflara bölünmüş olduğu gerçeğini, devletin burjuvazinin genel çıkarlarını koruma aygıtı olduğu olgusunu geçici bir süreliğine görmezden gelmeye kalksa bile, burjuvazi hele de onun en tepe kesimlerinin hiçbir zaman ve koşulda kendi sınıf çıkarlarını bir tarafa bırakarak ortak çıkarlar adına hareket ettiği görülmemiştir, görülmeyecektir de. Kısa bir süre önce ekolojik krize dair çözüm önerileri hususunda şunu söylemiştik: “Şurası açık ki, sınıflı bir toplumda, siyasalından toplumsalına, ekolojik olanından kültürel olanına dek her sorun ve bunlar karşısında takınılacak tutumlar her zaman sınıfsal bir karakter taşır. Kuşkusuz öne sürülen çözüm önerileri de öyle! İşçi sınıfının devrimci çizgisinin sunduğu çözüm önerisiyle, küçük-burjuva aydınların ve burjuva ideolog ya da siyasetçilerin önerileri hiçbir zaman örtüşüp çakışmazlar.” Şimdi bu sayılanlara virüs salgını ve halk sağlığı sorununu da ekleyebiliriz.
Burjuvazi, yukarıda hatırlattığımız hiçbir sorunda böyle davranmadığı gibi, bugün yaşanan salgın konusunda da asla bu temelde davranmamakta, tersine, varolan bir salgını abarttıkça abartıp paniği körükleyerek, toplumu kendi melun planlarını kabul edecek bir kıvama getirmek üzere psikolojik bir savaş yürütmektedir. Tüm dünya adeta burjuvazinin sosyal deney alanına, devasa bir laboratuara, küresel bir hapishaneye dönüştürülmüştür. Normal dönemlerde kesinlikle kabul ettiremeyeceği iktisadi, siyasi ve sosyal önlemleri böylelikle meşrulaştırmakta, kapitalist sistemi ayakta tutabilmek için gerekli daha da radikal önlemlerin hazırlığını yürütmektedir.
Toplumun korkutularak manipüle edilmesi hiç de yeni bir olgu değildir. Geçmişte SSCB ve komünizm öcüsü Batılı toplumları dizginlemek için etkin bir şekilde kullanılmıştı: Sovyetler Birliği her an nükleer bir savaş başlatabilir ya da işgale girişebilirdi! SSCB yıkıldı, ardından İslamcı uluslararası terörizm öcüsü yaratıldı. İnsanlık yaklaşık 20 yıl bu masalla korkutuldu. Yetmedi, patlak verecek çevre felâketleri, virüs salgınları, göktaşı çarpması vb. üzerine sayısız kurgu film çekildi. 2012 kıyameti, zombi istilası, uzaylı istilası gibi daha uçuk temalar da bolca kullanılarak insanlar, böylesi durumlarda uluslararası kurumların istemeseler de işbirliği yapacaklarına ve çok “zor kararlar” alma pahasına insanlığı esenliğe çıkaracağı düşüncesine ikna edilmeye çalışıldı.
Nasıl ki yıllardır Avrupa ve ABD’de egemenler, sivillere dönük saldırıları ya doğrudan tezgâhlayarak ya da bilmelerine rağmen önüne geçmeyerek bir terör saldırısı şeklinde lanse etmiş, toplumu korkutmuş ve sonuçta demokratik hak ve özgürlüklere darbeler indirmişlerse bugün de yaşanan salgını bir panik vesilesi haline getirerek daha faşizan uygulamaların yollarını döşemektedirler. Bu “tehdit”in gözle görülmez oluşu, en yakınlarımızdan ve en sevdiklerimizden bile bulaşabilir oluşu onlar açısından muazzam bir avantaj sunmaktadır. Korunmak istiyorsan, kendini yalıt, her şeyden ve herkesten!
Oysa işçi sınıfı için en büyük tehdit kapitalizmdir ve ona karşı “korunma”nın tek yolu örgütlü mücadeleden, birlikten, dayanışmadan geçmektedir. Kapitalizmde beden sağlığını korumak çok mümkün olmasa da akıl sağlığını koruyabilmenin yolu bellidir: örgütlü mücadele. Gerçek düşman olan kapitalizme karşı mücadeleyi başarıya ulaştırmanın başka yolu yoktur.
link: Oktay Baran, Covid-19: “Dünya Büyük Bir Felâketle Karşı Karşıya” mı?, 30 Mart 2020, https://marksist.net/node/6871
Egemenlerin Gör Dediğine Gözlerini Kapat!
KHK’lılara Yaşatılan Zulüm