Çevremize baktığımızda sokakta, otobüste, işyerinde, alışverişte insanların birçoğunun somurttuğunu görürüz. Yorgun, bitkindir kimileri. Hele işe gidiş geliş saatlerinde... Hem işyerinde hem evde baskı altında olan kadınlar zaten ciddi durmalıdır yoksa maazallah erkek egemen toplum başka türlü algılar! Herkes somurtmaktadır ve bu neredeyse bir kültüre dönüşmüştür. Hâlbuki otobüste bir grup insan hayatın genel sorunlarıyla ilgili konuşmaya başlasa birden canlı sohbetler patlak vermeye başlar. Aslında çok da dolmuştur insanlar ve konuşacak çok şeyleri vardır. Sadece yaşamı sürdürmenin güçlüğü altında ezilir işçi ve emekçiler, bunun basıncını hisseder. Hikâyeler benzer de olsa hepsinin anlatacak çok şeyi vardır. Çözümsüz kalan sorunlar, dile gelip ifade edilemeyen sıkıntılar, toplumsal izolasyon, yalnızlık birikir ve bir gün gelir kişi depresyona girer.
Depresyon kişinin kendini çökkün, mutsuz, enerjisiz hissettiği ve yaşama sevincini kaybettiği bir tablodur. İşçi ailelerini de pençesine alabilen bu illete biraz yakından bakalım. Depresyona asıl olarak çevresel faktörler yol açıyor. Yani aslında önlenebilir sebeplerden bahsediyoruz. Mesela depresyona çeşitli türden vitamin/mineral yetersizlikleri ve tanısı gecikmiş bazı iyileştirilebilir hastalıklar da yol açabiliyor. Hangimiz yeterli beslenebiliyor, sanayi tipi gıda üretiminden arınmış, besleyici değeri yüksek doğal besinleri yeterince tüketebiliyoruz? Hangimiz yeterli tıbbi kontrolden geçebiliyor, buna zaman ayırabiliyoruz?
Ek olarak zihne sürekli yük bindiren, zihnin sürekli yorulmasına yol açan ağır iş yükü ve yoğun çalışma da depresyon için bir risk faktörüdür. Size tanıdık geldi mi? Japonya’da bir mahkeme bir işçinin aşırı çalışmadan kaynaklı intihara sürüklendiğine hükmederek bir firmayı mahkûm etmiş ve bununla paralel olarak “aşırı çalışma depresyonu” ayrı bir kategori olarak ele alınmaya başlanmış. Yine İngiltere’de yapılan bir çalışma, haftalık çalışma süresi arttıkça depresyona girme riskinin arttığını ortaya koymuş.
En önemlisi ise depresyona asıl olarak yaşadığımız olumsuz yaşam koşulları yol açıyor. Sürekli olarak stres, gerginlik, günlük yaşamı idame ettirebilme ve geçim kaygısı bir süre sonra depresyona yol açıyor. Depremin hemen ertesinde Türkiye Psikiyatri Derneği, beslenme ve barınma koşulları ile güvenlik hissi sağlanmadan psikiyatrik desteğin yeterli olmayacağını ifade etti. Yani “gıda barınma gibi temel ihtiyaçların karşılanmadan ruhsal açıdan sağlıklı kalamazsın” diyor. Bu durum bugün “olağan” gibi görünen günlük yaşamımız için de geçerlidir. Geleceğe güvensiz bakan kişi, geçim sıkıntısının stresini, gerginliğini yaşayan kişi her an depresyona girebilir. Eski yıllarda yapılan antropolojik çalışmalarda yemişlerin bol olduğu bereketli tropikal ormanlarda yaşayan, hiçbir barınma ve gıda sorunu olmayan, kendisi ve sevdikleriyle ilgili hiçbir gelecek kaygısı yaşamayan, bir şeyleri yetiştirme endişesi olmayan topluluklarda insanların mutlu, rahat bir görünümde olduğu ve yüzlerinin hep güldüğü gözlemlenmiş. Öte yandan günümüze gelecek olursak, bıraktık emekliliği veya birkaç yılımızı öngörebilmeyi, ay sonunu getirmek bile bir soruna dönüşmüş durumda. Barınma, gıda, ulaşım, eğitim, sağlık, iş güvencesi… İşçiler dört bir koldan kriz içinde. Kiralar maaşları aştı. İşçi sınıfının gençliği için bir eve sahip olmak hayal oldu. İyi bir eğitim ve iş güvencesi hak getire. Evlenmek de bir dert, anlaşamadığında boşanmak da. Bilhassa kadınlar için. Yani yaşadığımız bu koşulların ta kendisi esasen depresyonun kaynağı.
Depresyonun yol açtığı intiharlar dünyada önde gelen ölüm sebeplerinden. Örneğin Kore’de gayrisafi yurtiçi üretim arttıkça intiharların da paralel olarak arttığı gösterilmiş. Yani sermaye büyürken işçiler sadece iş cinayetlerinde değil intihar sebebiyle de ölüyor. Krizin faturasının işçilere kesildiği ekonomik kriz dönemleri, aynı zamanda intiharların oranlarının da arttığı dönemlerdir. Türkiye’de artık basına pek yansıtılmasa da çok acı intihar haberleri okuduk ve hatta bizzat şahit olduk. Çocuklar ebeveynlerini, eşler hayat arkadaşlarını kaybetti.
Bilim insanları yalnızlık ve sosyal bağlarda zayıflamanın beden ve akıl sağlığını olumsuz etkilediğini, bunun bilişsel işlevlerde bozulma, depresyon ve kaygı ile de ilişkili olduğunu söylüyorlar. Sistemin ürünü olan çarpık kentleşme, ekonomik güçlükler, sosyalliği kısıtlayan çalışma koşulları bir yana, bireyleri yalnızlığa sürükleyen şey bugünkü üretim ilişkilerinin yol açtığı toplumsal ilişkilenme biçimi. Kardeşin kardeşe yardım elini uzatmadığı, bir avuç dünyalık için küstüğü bir dönemden geçiyoruz. Kaçımız sağlıklı komşuluk ilişkilerine sahip? Normalde kendiliğinden oluşması gereken insanlar arası sıcak ilişkiler bugün özel bir çaba sarf edilerek ancak inşa edilebiliyor.
Bireyin kendisini toplum içinde konumlandırdığı yer ve dolayısıyla birey olma algısı da geçmiş toplumsal evrelerde bugünkünden çok farklı özellikler taşıyor. Psikiyatri uzmanı Dr. Selçuk Candansayar şöyle diyor: “Kapitalist üretim ilişkisi bireyle toplum arasına sürekli bir mesafe koyar. Bireyi tekil, çevresinden bağımsız, yalıtılmış özneler haline getirir. Bu halen de işleyen bir süreç. İnsan türü her üretim sisteminde değişen bir canlıdır. Yani insanın kendisiyle, başkalarıyla ve doğayla kurduğu ilişki, üretim biçimiyle doğrudan bağlantılıdır. Homo Sapiens bir milyon yıl önce Afrika savanalarında gezerken kendisini doğanın dışında bir varlık olarak değil, bir parçası, uzantısı olarak hissediyordu. Dahası «ben ve doğa» diye bir ayrımı yoktu zihninde. Kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici olmadığı toplumlarda hâlâ birey kendisini tekil kişi olarak görmez. Bu tür toplumlarda kimse kendisine «ben» demez. «Biz» der, «şu memleketliyiz» der, «şu etnisiteliyiz» der «falan aile» der, “«filan köylü» der.”[*]
Bugünkü durum yalnızlaşmayı da getiren bir faktördür. Ve aynı zamanda bize bu yalnızlaşmanın mutlak ve sabit bir olgu olmadığını, çağımızın toplumsal sistemi kapitalizme özgü olduğunu ve toplumsal koşulların değişmesiyle değişime uğrayacağını gösteriyor. Ayrıca günümüz koşullarının yarattığı toplumsal ilişkilerdeki çürüme ve dolayısıyla insan ilişkilerindeki yozlaşma, tam anlamıyla bir mutsuzluk kaynağıdır. Bugünkü üretim ilişkileri insan ilişkilerinin salt çıkar ilişkilerine dönüşmesi doğrultusunda basınç yaratır, sıcaklık ve samimiyeti yok eder.
Görüldüğü üzere depresyon dediğimiz olgu bireysel değil toplumsaldır ve çağımıza egemen olan kapitalist sistem tarafından belirlenir. Dolayısıyla depresyonun bir halk sağlığı sorunu olarak çözümü de diğer pek çok sorunda olduğu gibi toplumsal çelişkilerin çözümünden geçiyor.
Ek olarak, yaşadıklarımızı algılama, yorumlama ve iç ve dış dünyamızda baş etme biçimimiz de duygularımızın nasıl şekilleneceğini ve dolayısıyla depresyona girip girmeyeceğimizi belirler. Olumsuzu görüp o güne kadar bize öğretilen yollar sonuç vermezse ve olumsuzdan çıkış yolunu göremezse öğrenilmiş çaresizlik gelişir ve kişide depresyona yol açar. Sorunu görmezden gelip bastırmaya çalışmak ise ruhsal sorunların çözümünü geciktirir ve sadece bariz hale geleceği tarihi biraz daha ertelemiş olur. Yani bakış açımızı değiştirmemiz sorunların acil çözümü gerçekleşmese bile belli ölçüde bizleri depresyondan koruyan veya kurtaran bir faktör olabilir. Sorunlarımızın gerçek kökenini doğru anlamamız ve dolayısıyla yaşadıklarımızı doğru anlamlandırmamız, sorunların çözümü ile ilgili güncel ve tarihsel gerçeklerden beslenerek bir umut ışığı görmemiz ve en önemlisi bu çözümün bir unsuru haline gelmemiz depresyonu dağıtır.
Dr. Candansayar “Hiçbir psikiyatrist depresyonun toplumsal, siyasal, ekonomik koşullardan bağımsız olduğunu söylemez. Gezi isyanı sırasında birçok hastamızın antidepresanını azalttık biz! Toplumsal örgütlenmenin, bir amaç için ortak hareket etmenin, bir şeyleri değiştirmek üzere mücadeleye girişmenin iyileştirici gücünü hiçbir psikiyatrist inkâr etmez” diyor ve hayal kırıklığını antidepresanın değil, örgütlü mücadelenin çözeceğini vurguluyor. Ne güzel demiş! Ve şöyle bitiriyor: “Seçimden sonra «artık siyasetle ilgilenmeyeceğim, psikolojimi düzelteceğim» diyenlere psikiyatrist olarak somut bir tedavi örneği vereceğim: Şireci Tekstil işçilerine baksınlar! Şireci Tekstil’in işçileri «acayip bir hayal kırıklığı yaşadık, artık hiçbir şeyle ilgilenmeyip psikolojimize bakacağız» mı dediler, yoksa fabrikayı işgal edip greve mi başladılar? Bırakın grevden zaferle çıkmalarını, örgütlü mücadelenin kendisi onları nasıl hissettirdi? İşte, toplumsal dayanışmanın iyileştirici gücü.” Evet, mücadele ve dayanışma iyileştirir, depresyondan korur. Mücadele eden bizler bunu bizzat yaşıyor, şahit oluyor, deneyimliyoruz.
Bir bireyin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle kendisini yetersiz görüp suçlaması doğru değildir. Bu bakış açısının gideceği yer çaresizlik hissi ve depresyondur. Koşullarımızın nedenleri derinlerde, bugün içine doğduğumuz kapitalist sistemdedir. Çözüm ise tarihin akışını değiştirecek aygıtları inşa etmek ve işçi sınıfının örgütlülüğünü örmekten geçiyor. Öfkesini kendine yönelten veya çözümü hayatına kastetmekte arayan bireylere asıl yapılması gerekenin yan yana gelmek, bugünkü mülkiyet ve üretim ilişkilerini tamamen değiştirmeyi amaçlayan yepyeni bir dünya kurma mücadelesine katılmak olduğunu göstermek zorundayız. Çıkışsız olmadığımızı topluma göstermek, onlara bir umut ışığı olmak zorundayız. Bu bataklıktan dünyayı aydınlatacak sımsıcak bir güneşin doğması mücadelemizle mümkündür. Toplumun her alanında örgütlenelim. Sorunlarımızın çözümü için kenetlenelim. Depresyonun panzehri toplumu çıkışsızlığa sürükleyen kapitalist düzene son vermeyi hedefleyen örgütlü mücadeledir.
link: İstanbul’dan bir hekim , Depresyon Bireysel Değil Toplumsal Bir Sorundur!, 3 Ekim 2023, https://marksist.net/node/8072
Marx’ın Kapital’ini Okumak, III. Cilt /2
Poulantzas’ın Faşizm Teorisi