Ağırlaşan yaşam koşulları işçi sınıfının her kesimini mücadeleye katarken sağlık emekçileri de bu koşullardan etkilenmekte ve dönüşmekte, mücadeleye daha fazla ilgi göstermektedirler. Fakat mücadelenin ortaklaştırılması ve güçlenmesi açısından sağlık çalışanlarının aşmak zorunda oldukları çeşitli engellerin olduğu da görülmektedir. Her şeyden önce, işin icrası açısından birbirine bağlı pek çok parçadan ve çok çeşitli vasıflardan oluşan sağlık sektöründe ayrıca yasal statü açısından da çok fazla parçalanmışlık bulunmaktadır. Bu parçalanmışlığa bir de özel hastanelerde ağır örgütsüzlük ve sendikasızlık durumu, devlet hastanelerinde ise çok fazla sayıda sendika ve yine örgütsüzlük eklenmiştir. Pek çok sağlık çalışanı patron ve amirler tarafından baskı ve mobbinge maruz kalıyor. Bunun yanında işin icrasındaki hiyerarşi içerisinde işçilerin birbirine üstünlük ve amirlik taslaması, iş tanımında belirsiz kalan alanlar ve çakışmalar, eksik personelden ve iş yükünden kaynaklı gerilimler sağlık çalışanlarının birbirleriyle çatışmasına yol açmaktadır ve bu da örgütlülükte önlerine engel olarak çıkmaktadır.
Aynı işi yapan kişilerin farklı hakları olan kadrolarda çalıştırılması, eşit işe eşit ücret alınmaması, derinleşen ekonomik kriz, yetersiz istihdam nedeniyle iş yükünün fazla olması, personelin izin kullanması veya rahatsızlanması durumunda daha da artan iş yükü, personelin bir araya gelip sosyalleşeceği, sorunlarını konuşacağı, örgütleneceği alanların ve dinlenme odalarının olmaması ve var olanların da ellerinden alınması genel sorunlardan birkaçıdır. Geçmişte çok ayrıcalıklı bir konumda olan hekimlerin dahi artık diğer işçilerden pek fazla farkı kalmamıştır.
Sağlık emekçileri sadece özel sektörde değil devlet kurumlarında da fazla mesailerle çalıştırılıyor. Yeni işçi almak yerine var olanların yaşamını tüketmek kâr odaklı kapitalizmin kadim yöntemidir. Ücretin yetmemesi fazla mesailerin gönüllü kabul edilmesine de yol açıyor. Onyıllar boyunca vardiya sisteminden çıkamamaları hemşirelerin beden sağlıklarını olumsuz etkiliyor, uyku düzensizliği kanser riskini arttırıyor. Hemşireler dünyada en çok intihar eden meslek gruplarından biri. Hem uzun yıllar süren ağır çalışma koşulları, hem de vardiya sisteminin uyku düzenini bozarak depresyona yol açması onları intihara açık hale getiriyor. 2018’deki verilere göre 3 yılda 431 sağlık çalışanı intihar etti. Sağlık Bakanlığı bu konudaki sorulara artık yanıt vermediği için hemşire intiharlarıyla ilgili güncel verilere ulaşılamıyor. Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) eş genel başkanı Semra Atabey 2021’de verdiği bir röportajda şunları söylüyor: “Diyarbakır’da, 24 Haziran 2020’de Bedia isimli hemşire arkadaşımız nöbette olduğu sırada, 3 sayfalık bir mektup bırakarak intihar etti. Arkadaşlarının anlatımından kendisi gibi hemşire olan eşinin de Covid nedeniyle izole olduğunu, çocuğunu bırakacak 7/24 hizmet veren bir kreş olmadığı ve çalışma koşullarının izin almasına da imkân vermediği için büyük stres altında olduğunu öğrendik. Yine İzmir’de 112’de çalışan Can Dursun, rızası alınmadan yeri değiştirildiği ve mobbing uygulandığı için, sosyal medyadaki açık paylaşımlarından sonra intihar etti. En son bu hafta Şanlıurfa’da yoğun bakımda çalışan Yusuf hemşire, mesai saatleri içinde iken yaşamına son verdi. Psikolojik tedavi gördüğünü söylediği halde yoğun bakımdaki görev yeri değiştirilmiyor. Maalesef bu arkadaşımız da 27 yaşında yaşamını sonlandırıyor.”
Yeni atanan memur sağlık çalışanları 4A kadrosunda değil 4B, 45/A gibi farklı statüler altında atanıyor. 45/A için 4 yıllığına, 4B için ise süresiz olarak atandıkları yerde kalmak zorunda kalıyorlar ve aynı işi yapan 4A’lı çalışanlara göre daha düşük ücret alıyorlar. Bu tür ayrımlar, örgütsüz ve bilinçsiz durumdaki sağlık çalışanlarının kendi aralarında da bir ayrımcılık yaşanmasına yol açıyor.
Radyasyon altında çalışanların sağlığının korunması adına düşük olması gereken haftalık çalışma süreleri 2010 yılında arttırılmıştır. Ayrıca radyoloji birimleri devlet hastanelerinde taşeron firmalara verilmiş olup, buralarda çalışanlar 657 kapsamındaki memurlardan çok daha ağır koşullarda düşük ücretlere çalıştırılmaktadır. 112’de paramediklerin ve acil tıp teknisyenlerinin şoförlük yapmaya zorlanması gibi sağlık çalışanlarının iş tanımı dışındaki işlere zorlanması kimi zaman hasta ve çalışan açısından hayati risk oluşturmaya varan sonuçlara yol açmaktadır.
Devlet hastanelerinde “döner sermaye ek ödemesi” adı altında ek ödemeler bulunmaktadır. Bu ödemeler her bir hastaneye özgü değişkenlikler göstermekle birlikte, özellikle hekim gelirlerinin önemli bir bölümünü oluşturuyor. Emekliliğe yansımayan bu ödemelerin ödenme garantisi bulunmamakta, işveren olan devlet istediği zaman bu ödemeleri kesebilmektedir. Bakılan hasta ve yapılan işlem başına ücretin belirlendiği bu sistemde hastane içinde çalışan hekimlerin yaptığı ortalama puan diğer hekimlerin alacağı ücreti belirleyebildiği için farklı branşlar için belirlenen puanlar hekimler arasında gerilim kaynağı olabiliyor. Bu sistem nedeniyle hekimlerin puanı düşük ve riskli/zahmetli bir ameliyatı yapmaktan kaçınması nedeniyle bazı ameliyatlar için hastalar özel hastaneye yönelmek zorunda kalabiliyor.
Hekim harici memurların döner sermaye ek ödemesinden çok az miktarda yararlanması çalışanlar arasında huzursuzluğa sebep oluyor. Döner sermayenin daha çok hekim girişimleri üzerinden muhasebe edilmesi tüm “gelirin” hekimler tarafından üretildiği algısının oluşmasına yol açıyor. Hekim dışı personel değersizleştirilirken, çalışanların yaptığı iş döner sermayeye yaptığı katkı üzerinden ölçülüyor. Bu sistem o kadar kanıksanmış durumdadır ki artık emekliliğe yansıyan sabit ücret talebi unutulmaya yüz tutmuştur, döner sermayenin kaldırılması değil arttırılması bir talep haline gelmiştir. Hükümet yanlısı bir hekim grubu o kadar ileri gitmiştir ki hekimin istediği tahlil ve tetkiklerden pay alması gerektiğini söyleyerek komisyonculuğa dümen kırmıştır. Hekim dışı personelin döner sermayeden daha fazla pay almasının gündeme getirilmesi hekimler tarafından kendi ceplerinden diğer personele para aktarılıyormuş algısına yol açıyor. Bir ekip işi olan sağlık hizmet sunumunda hekimler asıl işi ve işin önemli bir miktarını kendilerinin yaptığı algısı içinde oluyorlar. Hâlbuki yoğun bakımlarda, servislerde, ameliyathanelerde hemşireler, hastabakıcılar, temizlik görevlileri olmadan hiçbir iş yürümez ve hekimler bu hastaları tek başlarına tedavi edemezler. Fizik tedavi uzmanları fizyoterapistler olmazsa hastalara ilaç yazmaktan öteye geçemezler. Odyometristler olmazsa kulak burun boğaz hekimleri tanı koymada çok önemli olan işitme ölçümlerine erişemezler. Solunum fonksiyon testleri yoksa göğüs hastalıkları hekimleri tanı koymada kötürüm kalırlar. Radyoloji teknikerleri olmazsa hekimler değerlendirme yapabilecekleri görüntülere ulaşamazlar. Laboratuvarda kan alan hemşireler ve o kanları çalışan laborant olmadan sağlık hizmet sunumunun olması düşünülemez. Ameliyathane temizlenmezse ameliyatlar durur. Örnekler uzar gider. Bazı hekimler diğer sağlık işçilerinin ikincil önemde olduğunu, kendilerinin daha az bulunur olduklarını düşünüyorlar. Bu durum kendilerini ayrıcalıklı görmeleriyle sonuçlanıyor. Hâlbuki kapitalistlerin nazarında kendilerinin de yedeğiyle değiştirilebilir bir makine parçasından veya yük hayvanından farksız oldukları gerçeğini henüz göremiyorlar.
Devlet hastanelerinde 4 dakikaya kadar kısaltılan muayene süreleri sağlıklı bir iletişim kurma, tanı koyma ve tanı-tedavi süreçlerini hastaya açıklamak için çok yetersiz olup doktor vizitlerinde gereksiz tahlil test ve görüntüleme isteklerine ve ilaç kullanımına yönelik bir basınç oluşturmaktadır. İş yükünün artması sağlık sektöründe doğrudan hasta sağlığı için risk oluşturuyor. Hata yapmaya bu denli zemin hazırlayan yoğun çalışma koşullarında bir de yüklü miktarda tazminat içeren “malpraktis” yani kötü hekimlik uygulaması davaları hekimler için stres kaynağıdır. Hastalar için de eziyet haline dönüşen bu sistem daha çok hastanın tedavi görmesinden ziyade kasıtlı olarak devlet hastanelerindeki hizmet kalitesini ve hasta memnuniyetini düşürmek ve hastaların özel sektöre yönelmesine yol açmak amacı taşımaktadır. SGK fonu özel hastanelerin şişirilmiş faturalarına akıtılırken ve bu hastanelerin yenileri kurulurken, hekimler ücret ve çalışma koşullarının daha iyi olması için istifa ederek özel hastanelerde çalışmakta, hastalar ise devlet hastanelerinden randevu almakta zorluk çekmektedir. Devlet hastanelerinde ve özelde sağlık hizmetinin genel örgütlenişi koruyucu sağlık hizmetlerine, yani henüz hastalık daha ortaya çıkmadan alınacak önlemlere değil, hastalık gerçekleştikten sonra devreye giren ve “piyasa değeri” yüksek olan tedavi edici sağlık hizmetlerine ağırlık vermektedir. Devlet üniversitelerinde parasını verenler tomografi benzeri tetkikleri daha erken yaptırmakta, öğretim üyelerine muayene olabilmekteyken, özel hastanelerde de benzer bir ayrımcılık söz konusudur. Örneğin özel sigorta anlaşmalı işçiler zengin hastalardan daha az para kazandırdığı için, bunların tahlil sonuçlarının çıkması konusunda işleri yokuşa sürülmekte, yıldırılmaya çalışılmakta, neredeyse bir daha o özel hastaneye gelmemesine uğraşılmaktadır. İlaç, tıbbi malzeme üretim ve dağıtımının kapitalist işletmeler ve aracılar tarafından yapılması zaten aradaki sülüklerin semirmesine yol açmaktayken, enflasyonun artışı devlet hastanelerindeki medikal malzeme fiyatlarına da etki etmekte, kalite düşmekte ve sağlık için tehdit oluşturmaktadır. Anadilde sağlık hakkı Türkiye’nin her yerinde ve özellikle Kürt illerinde bir ihtiyaçtır ama rejim hâlâ taleplere kulak tıkamaktadır.
Bilgi işlem, çağrı merkezi, güvenlik, veri kayıt, temizlik, tıbbi destek işlerinde çalışan 4857 kadrosundaki (çoğunlukla taşerona bağlı çalışan) işçilerin iş güvencesi yoktur. Bu işçiler tıpkı memurlar gibi yoğun birimlerde çalıştırılma gibi tehditlerle amirlerinden baskı görebiliyorlar. Geçmişte iktidara yakın birinin referansıyla taşeron firmaya girmeleri ve devam etmeleri onları mücadeleden uzak tutan bir etkendi. Şimdi İŞKUR üzerinden alımlarla gelen genç işçilerin işyerlerinde mücadeleye bakışları daha olumludur.
Yemekhane işçileri de ağırlıklı olarak taşeron firma bünyesinde çalışmaktadır ve devlet kurumlarındaki en güvencesiz sağlık emekçilerindendir. Fazla mesailerinin ödenmemesi, devletin yatırdığı yol ücretlerinin taşeron patron tarafından gasp edilmesi, dönem dönem kıdem tazminatlarının kesintili olarak verilerek tüm haklarını aldıklarına dair belge imzalatılması olağanlaşmıştır. Tüm bunlar hastane idaresinin gözü önünde cereyan etmektedir ve işçilerin yaptığı başvurulara hastane idaresi çoğu zaman kayıtsız kalmaktadır.
Aile Sağlığı Merkezlerinin (ASM) iş yükü merkezi planlamayla sürekli arttırılmaktadır. Aslında önemli ve gerekli olan aşı takibi, aşı yaptırmayan ailenin aranması, çocuk gelişiminin takip edilmesi benzeri işler ve bu işlerin kayıt altına alınması ve raporlanması gibi sorumluluklar ASM çalışanlarının üzerine yıkılırken bu işler için yeni personel alımı yapılmıyor. Hemşireler veri kayıt elemanlarının yapabileceği pek çok işi üstlenmiş oluyor. Bu işlerdeki en küçük bir aksama ve çeşitli sebepler kurumun ceza almasına yol açıyor ve bu cezalar belli bir limiti geçtiğinde sözleşme feshediliyor. Bu da ASM’deki tüm sağlık çalışanları üzerinde bir baskı oluşturuyor. Aşı olmayan veya özel kurumda aşı olan aileye evrak imzalatma yükümlülüğü verilen hemşire eğer bunu yapamazsa maaşından kesiliyor. Bu nedenle aileyi defalarca telefonla arıyor ve hatta imza için evine gidiyor. Çeşitli nedenlerle telefonla hastalara ulaşma yükümlülüğü verilen hemşireler zaman zaman hakarete uğruyor. Elektrik kesintisi gibi nedenlerle aşı bozulursa hekimler ve hemşirelerin maaşlarından kesinti yapılıyor. O nedenle kesinti olduğunda hemşirelerin hafta sonu işyerine giderek aşıları başka ASM’nin buzdolabına aktardıkları oluyor. Hemşireler yıllık izin kullanmak için yerlerine bakacak birini bulmak zorundalar ve onlar izinden dönene kadar yerlerine bakan kişinin canı çıkıyor. Eğer yokluğunda çalışacak hemşire bulunamazsa yerine biri görevlendiriliyor ve izne ayrılan hemşirenin maaşından kesinti yapılıyor ancak görevlendirilen kişiye verilen harcırah bu kesintinin yarısı bile değil. Bu nedenle hemşireler izinlerinin bir bölümünü kullanmamayı tercih ediyor. ASM hemşireleri 4C kadrosunda sözleşmeli olarak çalışıyor ve ASM’den başka kadroya geçmek istemeleri durumunda istifa ederek geçişe mecbur bırakılıyorlar ve o güne kadar biriken emeklilik primlerinden kayıpları oluyor. Ayrıca 2019 öncesi yıpranma payları ASM hemşirelerine hâlâ ödenmemiştir.
ASM’lerin önemli bir kısmı hekimlerin kiraladıkları devlete ait olmayan binalarda, hekimlerin temin ettiği teçhizatla hizmet vermekte. Hekimler eğer devlete ait bir binada hizmet vermiyorlarsa hekim başına 1 hemşireyi aşan personel ücreti, kira, elektrik, doğalgaz, tedavide kullanılan sarf malzemesi ve temizlik malzemelerini devletin ayırdığı kısıtlı fondan karşılıyorlar ve yoksulluk sınırının altında maaş almakta olan hekimler bu paradan ne kadar arttırabilirlerse kazançlarını o oranda arttırmış oluyorlar. Bu durum eksik personelle çalışma ve sağlık hizmeti sunumunun yetersiz koşullarda yapılmasına yol açıyor. Hemşireler formlarda hata yapsa fazladan harcanan kâğıdın hesabı hekim tarafından sorulabiliyor. A4 kâğıdı, tuvalet kâğıdı, sabun gibi ihtiyaçları bile hemşireler evlerinden getirebiliyor. Ek olarak artan kiralar nedeniyle bazı mahallelerde ASM’ler kapanma noktasına gelmiştir. Bu olumsuz örneklere rağmen ASM’ler mücadelenin de etkisiyle çalışanlar arasındaki dayanışmanın görece güçlü olduğu alanlardır.
Eğitim araştırma hastaneleri ve üniversitelerde uzmanlık eğitimi gören asistan hekimlerse uzmanlıklarını alana kadar çeşitli türden baskılara maruz kalıyorlar. 36 saate varan iş saatleri hem hasta hem hekim için sağlık riski oluşturuyor. 36 saatlik mesai sonunda evine giderken aracıyla trafik kazası geçiren asistan hekimin vefatı buna bir örnektir. Yoğun iş yükü kendilerini mesleki olarak geliştirmelerini de engelleyebiliyor. Tıbbi sekreterlerin ve veri kayıt elemanlarının yapması gereken işler asistan hekimlere yaptırılıyor. Personel istihdam edilmediği için sağlık sektöründe bu işler hemşireler ve uzman hekimler tarafından yapılabiliyor. Özel üniversitelerdeki asistan hekimler ameliyatların öğretim üyeleri tarafından yapılması nedeniyle yeterli vaka deneyimleri olmadan mezun olabiliyor. Öğretim üyesi hekimlerin baskı ve mobbingine ses çıkaramıyorlar. Alt yapının ve öğretim üyelerinin yetersiz olduğu koşullarda yetersiz eğitim alabiliyorlar. Bu hastanelerde profesör, doçent gibi akademik unvanı olan öğretim üyeleri bu unvanları almak için yayın yaparak bolca emek verdikleri için ve bulundukları kadroya belirli siyasal veya kişisel ilişkilerle geldikleri için ayrıcalıklı konumlarını kaybetme korkusuyla daha muhafazakâr ve uzlaşmacıdır. Bu akademisyenler tıp eğitimi ve uzmanlık eğitimi vermenin maddi karşılığının düşük olması nedeniyle eğitim faaliyetlerinden ziyade kendi kazançlarını arttıracak faaliyetlere yönelebiliyorlar.
Özel sektörde düşük ücretle, yoğun, güvencesiz ve sendikasız ağır koşullarda çalıştırma ve mobbing sağlık emekçileri açısından kronik bir sorundur. Fazla mesai ücretlerinin gasp edilmesi yaygındır. Covid-19 salgını hastanelerde de hak kayıplarıyla sonuçlanmıştır. Özeldeki hekimlerin ezici çoğunluğu, gerçekte işçi olmalarına rağmen, “esnaf kurye” uygulamasına benzer şekilde kâğıt üstünde bir şirket kurmaya zorlanmakta, hastaneyle hizmet alım sözleşmesi imzalamakta, fatura kesmekte, BAĞ-KUR üzerinden sigorta primini kendisi yatırmakta ve muhasebesini kendisi tutmaktadır. Bu sayede vergiden de kurtulan patron, sözleşmeleri istediği gibi feshedebiliyor ve yasalar önünde kıdem, işe iade, ihbar tazminatı gibi işçilik haklarını vermekten kurtuluyor. Primler maaşlarının önemli kısmını oluşturduğundan ve sabit bir maaş garantisi olmadığından, bu hekimler hastalık durumlarında ciddi gelir kaybına uğramaktadırlar. Özel hastanelerde özellikle salgının ilk dönemlerinde bazı hekimlerin maaşlarının %80’i erimişti.
İşyeri hekimlerinin çoğu OSGB (Ortak Sağlık Güvenlik Birimi) adı altında taşerona bağlı olarak çalışmakta. Patronun doktoru istememesi durumunda taşeron şirket aracılığıyla o işyerinden el çektirilebilmesi çok kolay. İşçi sağlığı için önemli bir pozisyonda olan hekimin maaşının işverenler tarafından ödeniyor olması mesleki bağımsızlığı engelliyor, hekimin işçi sağlığı odaklı çalışmasının önüne geçiyor. Bu koşullar altında tıpkı iş güvenliği uzmanları gibi işyeri hekimlerinin de koruyucu sağlık hizmetlerini uygulaması zorlaşıyor, verdikleri hizmet neredeyse işçiye işyerinde ilacını verip kısa yoldan işinin başına dönmesini sağlamaya indirgenmeye çalışılıyor.
Tıpkı kadına yönelik şiddetin artması gibi sağlıkçılara ve özellikle hekimlere yönelik şiddet de tırmanışa geçmiştir. Sağlıkçıların tehdit altında kaldığı durumlarda yaptığı beyaz kod bildirimiyle ilgili İstanbul Tabip Odasının yaptığı açıklamada şunlar ifade edilmektedir: “Sağlıkta şiddeti gösteren Beyaz Kod bildirim sayısı 2020’de 11.942 iken 2021 yılında sağlık kurumlarına başvuru sayılarındaki artışa da paralel şekilde sağlıkta şiddet artmış, Beyaz Kod bildirim sayısı 29.826’ya yükselmiştir. TTB’nin yaptığı anket çalışmasına göre hekimlerin %84’ü meslek hayatlarında en az bir defa fiziksel veya sözel şiddete uğramış, ancak bunların yalnızca yarısı Beyaz Kod veya yetkili mercilere bildirimle sonuçlanmıştır. (...) sadece Beyaz Kod verileri bile 2021 yılında Türkiye’de, günde ortalama 80’den fazla sağlıkta şiddet vakasının yaşandığını göstermektedir.”[1] Bunda şiddeti güdüleyen ekonomik krizin yarattığı gerilim ve kapitalist toplumdaki yozlaşma gibi ortak toplumsal sorunlar bir etken olsa da sağlık çalışanları özelinde rejimin sağlıkçılara ve özellikle hekimlere karşı kullandığı dil, provokatif söylemler ve olaylar karşısında saldırganların cezasız kalması da önemli bir etkendir.[2] Televizyon yapımlarında bile sağlıkçıların tehdit edilmesi sıkça yer bulmakta, sağlıkta şiddeti olağanlaştıran, kimi zaman sağlıkta şiddetle dalga geçen veya meşrulaştıran şekilde verilmektedir. Sağlıkçıların maaşlarıyla ilgili abartılı haberler yapılarak algı oluşturulmaktadır. Sendikaların talep ettiği sağlıkta şiddet yasası halen çıkarılmamıştır.
Hem sağlık çalışanlarının hem de toplumun sağlığını etkileyen sorunların çözümü örgütlü mücadeleden ve bu çürümüş düzenin defterini dürmekten geçiyor. Tek yol sağlık çalışanlarının hekim, hemşire, temizlik işçisi gibi ayrımlara gitmeden ortak bir örgütlenmeye gitmesi ve mücadeleye atılması, siyasi mücadele ve örgütlülükten de uzak durmamasıdır.
Sağlık Hizmetinin Özelleştirilmesine ve Ticarileştirilmesine Hayır!
Herkese Parasız, Eşit, Nitelikli, Anadilde Sağlık Hizmeti!
İş Saatleri Kısaltılsın, Ücretler Yükseltilsin, İşsizlere İş!
Emekliliğe Yansıyan Ücret!
Sendikal ve Siyasal Baskılara Son!
[2] Bu davalar uzamakta, beraatla sonuçlanmakta, verilen hükümler para cezasına çevrilmekte, kişiler hükmün açıklanmasını geri bırakma yöntemiyle cezadan kurtulmakta. Saldırganlar cezaevlerinin doluluğu nedeniyle Covid, iyi hal vb. bahanesiyle açık cezaevi veya denetimli serbestlik görünümü altında salıverilmekte, adeta sağlıkta şiddet ödüllendirilmekte. Cinayet, cinsel istismar gibi suçları işleyenleri benzer uygulamalarla salıveren devlet, siyasi mahkûmları ise cezaevlerinde tutmakta, hastalıklarının tedavisinde zorluk çıkartarak adeta cinayet işlemekte, ölüm aşamasına gelmiş hasta ve yaşlı tutsaklar ev hapsine dahi alınmamaktadır.
link: Derviş Ergin, Sağlık Çalışanlarının Sorunlarına Bir Bakış, 18 Temmuz 2022, https://marksist.net/node/7702
Ek Bütçe, Yağmalanan Kaynaklar
Sri Lanka’da İsyan Eden Halk Rajapaksa Hükümranlığını Yıktı