Nisan ayı içinde Yeni Zelanda’da faşist saldırı sonucu 50 kişinin katledilmesinin ardından bu defa da ABD’de benzer bir saldırı gerçekleşti. Teksas eyaletinin El Paso kentindeki Walmart mağazasında, bir saldırganın kalabalık üzerine rastgele ateş açmasıyla en az 20 kişi hayatını kaybederken, 26 kişi de yaralandı. El Paso'daki saldırıdan birkaç saat sonra, Ohio eyaletindeki Dayton şehrinde de, silahlı bir saldırgan şehir merkezinde etrafa ateş açtı. 9 kişi hayatını kaybederken 16 kişi de yaralandı. Saldırı sonrasında katliamları burjuva medya ve Demokratlar “bireysel silahlanma”ya indirgeyerek büyük bir çarpıtmaya giriştiler. Yapılan bu saldırılar sıradan saldırılar değil, bizzat egemenler eliyle yükseltilen faşist politikaların bir parçasıdır.
Derinleşen ekonomik bunalım ve şiddetlenen savaş koşulları, sınıfsal çelişkileri de alabildiğine keskinleştiriyor ve tüm dünyada toplumsal hareketlilik hızla artıyor. Son yıllarda sadece geri ülkelerde değil, pek çok ileri kapitalist ülkede de, ufacık kıvılcımların patlamalara yol açtığına tanık olduk. Fransa ve İngiltere’deki göçmen isyanları, ABD’de siyahların isyanları, Hispanik işçilerin yükselttiği “kâğıtsızlar” hareketi, İspanya’daki “öfkeliler” hareketi, Yunanistan’da ekonomik ve siyasi krizin doğurduğu devrimci durum bunlardan birkaçı. Her türlü olasılığa gebe bu ortam, burjuvazinin korkularını alabildiğine depreştiriyor ve tepkilerin devrimci kanallara akmasının önü, militarizmle ve giderek daha da otoriterleşen rejimlerle kesilmeye çalışılıyor. Tüm düzen aygıtları olağanüstü koşullara göre yeniden şekillendirilirken, milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı da körüklenerek faşizmin kitle tabanı tahkim ediliyor.[1]
Bütün dünyada Trump, Putin, Erdoğan, Duterte, Orban, Bolsonaro, Boris Johnson gibi liderlerin önü burjuvazi tarafından bilinçli olarak açılıyor. Faşizmin kitleleri uyuşturan propaganda dili, bizzat egemenler tarafından örgütleniyor. Dünyanın her köşesinde, iktidara gelen diktatörlerin söylemlerinin özünü göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı oluşturuyor. Le Pen, Trump, Orban gibilerin ülkeleri farklı olsa da söylemleri aynı ırkçı düzlem üzerinden yürüyor. Kapitalizmin tarihsel krizi ve açmazı her alanda sorunu büyütüyor. Burjuvazi kitlelerin öfkesinden, bu öfkenin devrimci bir mücadeleye yönelmesinden ölesiye korkuyor. Bu durumda kitleleri uyuşturarak, gözlerini kör ederek çelişkileri görmelerini engellemeye çalışıyor. Zira çelişkiler daha da derinleşiyor. Bugün en gelişmiş ülkelerden tutalım en geri ülkelere kadar işçi sınıfının haklarına büyük bir saldırı söz konusudur. Ekonomik kriz nedeniyle milyonlarca insan işsizliğin pençesinde kıvranmaktadır. Bir taraftan da emperyalist savaş ve yoksulluk nedeniyle milyonlarca insan daha gelişmiş ülkelere göç ederek yaşama tutunmaya çalışmaktadır.
Geçmiş faşizm deneyimlerinden yararlanan burjuvazi örgütsüzlük koşullarında kitlenin psikolojisini ve algısını istediği gibi yönlendirebilmektedir. Hayat şartlarından bunalan ve çıkış arayan kitleler örgütlü bir mücadelenin yokluğunda kolayca faşist propagandaya kanabilmektedir. Çünkü faşist propaganda demagojik, basit söylemlere dayanmaktadır. Örneğin iktidara gelen faşist liderlerin kitlelere vaat ettikleri şeylerinden birisi “o eski parlak günlere geri dönmek”tir ve Trump’ın da en çok başvurduğu söylemlerden birisi budur. Burjuvazi doğruluğu olmayan tarihsel menkıbeler uydurarak onuru kırılmış kitlelerin ruhunu okşamaktadır. Örneğin Türkiye’de bunu yaratmak için diziler çekilmekte, tarihsel olarak doğruluğu, dayanağı olmayan efsaneler türetilerek kitlelerde o eski şanlı günlere dönmenin hayali yaratılmaya çalışılmaktadır. Böylece işsiz kalan bir işçi neden işsiz ve yoksul olduğunu sorgulamak yerine Osmanlı’nın ihtişamlı günlerine dönmeyi hayal edebilmektedir. Bu yöntem ister Türkiye’de olsun isterse ABD’de, aynı şekilde işlemektedir. Ortaya atılan bu saçma fikirlerin sorgulanmaması için toplum kutuplaştırılıyor. Örneğin bütün dünyada “ya sev ya terk et” söylemi bunun bir ifadesidir. Böylece milliyetçi, ırkçı yalanların karşısında duranlar, ülkesinin büyümesine, gelişmesine, “o eski güzel günlere dönmesine” karşı koymakla suçlanırken, tüm bu söylemleri kabul edenler ise ülkesine ve milletine yürekten bağlı vatanseverler olarak ilan edilmektedirler.
Bugün başta Ortadoğu olmak üzere emperyalist savaş ve kriz nedeniyle milyonlarca insan metropol ülkelere akın etmiş durumdadır. Emperyalist savaş ve ekonomik kriz şiddetlendiği ölçüde bu göçlerin ardı arkası kesilmeyecektir. Ancak burjuvazi kendi neden olduğu bu durumu, kitlelere sanki göçmenlerin suçuymuş gibi göstermekte ve göçmen karşıtlığı faşizmin beslendiği ana temalardan biri olmaktadır. Burjuvazi bir taraftan göçmen emekçilerin ucuz işgücünü acımasızca sömürürken diğer taraftan da göçmenleri işsizliğin başlıca sorumlusu olarak sunmaktadır. 2012 yılında Norveç’te 77 kişiyi katleden Anders Behring Breivik adlı saldırganla, Yeni Zelanda ve ABD’de saldırıları yapan faşist militanların gerekçeleri aynı söylem üzerine oturmaktadır. Bu faşist saldırganlar gerekçe olarak göçmenlerin kültürel dokuya zarar verdiklerini söylemektedirler. Aynı söylemi başta Trump olmak üzere diğer faşist liderlerin de propagandalarında bol bol kullanmaları, faşizmin örgütlenmesinin bizzat egemen sınıf tarafından organize edildiğini ortaya koyuyor.
Diğer yandan saldırganların faşist paramiliter çetelerin üyeleri olmaları, bu konuda eğitim almaları saldırıların bireysel değil sistematik bir çalışmanın ürünü olduğunu göstermektedir. 2012 Yılında Norveç’te İşçi Partisinin gençlik kampını basarak 77 kişiyi katleden faşist saldırgan Anders Behring Breivik, ifadesinde, katliamı yapabilmek için kendisini “insani duygulardan arındırma” eğitimine soktuğunu söylüyordu. Bu konuda psikolojik olarak özel bir eğitim aldığı ortadadır. Ayrıca polis üniformasıyla kampa girebilmesini de eklediğimizde eylemin bireysel değil organize olduğu açıktır. Faşist çetelerin birçok saldırısına göz yumulması, üstüne gidilmemesi bu çetelerin istihbarat örgütleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu da gösteriyor. Faşizm deneyimini acı bir şekilde yaşayan Almanya’da bile istihbarat örgütleri ile faşist çeteler arasında içli dışlı ilişkileri gösteren birçok olay söz konusudur. Nitekim yakın zamanlarda Alman ordusu içinde yüzlerce kişiden oluşan bir neo-Nazi grup da deşifre olmuştur. Askeri İstihbarat ve Özel Kuvvetler birimlerinde görev alan bu faşist askerlerin, pek çok siyasetçinin yanı sıra Yahudi ve Müslüman örgütlerine yönelik saldırı planları açığa çıkarılmıştır. Ancak bunun buzdağının çok küçük bir parçası olduğu açıktır. Burjuva devletlerin ya da kliklerin hem asker ve polis gücü içinde hem de sivilde organize ettiği, yönlendirdiği faşist oluşumlar, pek çok provokatif eylemde kullanılmaktadır. Günümüzde bu tip oluşumlar internet sayesinde çok daha geniş bir avlanma alanına kavuşurken, kendilerini gizleme ve sivil oluşumlar olarak gösterme olanakları da artmıştır. Bu amaçla yüzlerce web sitesi ve bilgisayar oyunu, faşist lağım çukuruna yeni kurbanlar çekmek için kullanılmaktadır.[2]
Faşist tırmanış kendiliğinden gelişen ve zaman içinde büyüyen bir süreç değildir. Faşist çetelerin devlete bağlı istihbarat örgütleri tarafından desteklendiği, alttan alta yürüyen propaganda ve ajitasyonla faşist söylemlerin kitlelere zerk edildiği örgütlü bir çalışmanın sonucudur. Ancak bu şekilde kitleler tuzağa düşürülebilmektedir. Diğer yandan emperyalist savaş sürecinde her ülkenin burjuvazisi kitleleri her an savaş sürecine hazırlıklı olması için milliyetçi, ırkçı söylemlerle diri tutmaya çalışmaktadır. Burjuvazi, kapitalizmin ezip suyunu çıkardığı, güvencesizleştirdiği, işsizlik ve yoksullukla baş başa bıraktığı ve gelecek beklentisini yok ettiği işçi ve emekçi kitlelerin tepkilerinin ve öfkelerinin yönlendirildiği “öteki”ler olarak göçmenleri, Müslümanları, beyaz olmayanları hedef haline getirmiştir. Bu anlamda, Batı’da bir zamanların Yahudilerinin yerini bugün Müslümanlar ve göçmenler almıştır. Tıpkı Türkiye’de işsizlikle ve düşük ücretlerle boğuşan işçi sınıfı ve yıkıma uğrayan küçük-burjuvazi için Kürtler ve Suriyelilerin hedef haline getirildiği gibi. Öte yandan izlenen burjuva politikaların sorumluluğu da Avrupa Birliği’nin, IMF’nin, küreselleşmenin vb. sırtına yıkılarak düşman dışsallaştırılmaktadır. Değişik dozlarda da olsa hem sağ hem de sol burjuva partiler tarafından izlenen bu siyaset, giderek çok daha fazla ırkçı tonlara bürünüp faşizmin zeminini güçlendirmiştir.[3]
Lenin’in de işaret ettiği gibi emperyalist savaş devrimlerin anasıdır. Rus devrimi de aynen böylesi bir dönemde kitlelerin alabildiğine yoksullaştığı, savaşla yıkama uğradığı bir kaos ortamının sonucunda gerçekleşmiştir. Burjuvazi geçmişten aldığı dersle böylesi bir ortamın nelere gebe olduğunu çok iyi bilmektedir. Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra sosyalist fikirler kitleler nezdinde geçici olarak gözden düşmüş, burjuvazi ideolojik olarak üstün bir duruma geçmişti. Ne var ki kapitalizmin tarihsel bir krizin içine girmesi, çelişkileri alabildiğine derinleştirmesi kitleleri yeni bir arayışa itmiştir. Bugün ABD’de özellikle anti-komünist propagandayla büyümemiş genç kitlelerin sosyalizme olan ilgilerinin artması burjuvazinin alarm zillerinin çalmasına neden olmuştur.
Diyalektiğin işleyişi gereği her şey karşıtı ile birlikte vardır. Bir taraftan faşizm egemenler eliyle yükseltilirken diğer taraftan ırkçılığa, milliyetçiliğe karşı hareketler de büyümektedir. Öte yandan ise ekonomik yıkım kitle isyanları ile kendini dışa vurmaktadır. Fransa’da “sarı yelekliler”in ortaya koyduğu eylemler, bu eylemlerin diğer Avrupa ülkelerine sıçraması, Cezayir ve Sudan’da diktatörlerin halk ayaklanmalarıyla devrilmesi yakın zamanda tanık olduğumuz gelişmelerdir. Kapitalizmin gelinen noktada kitlelere vaat edebileceği hiçbir şey yoktur. Çünkü çizilen tüm pembe tablolar tarihsel krizin duvarlarına toslamış durumdadır. Faşizmin bu şekilde yükseltilmesi, dünyada yürüyen emperyalist hegemonya mücadelesinin de bir parçasıdır. ABD ve Rusya gibi emperyalist güçlerin çeşitli ülkelerde faşist güçleri desteklemeleri tesadüf değildir. Örneğin Trump’ın eski baş danışmanı Steve Bannon, Avrupa’da göçmen ve AB düşmanlığı temelinde bir faşist ittifak yaratmaya çalışmaktadır ve bunun için Brüksel’de bir siyasi organizasyon da kurmuştur. Avrupa ülkelerinin tümündeki faşist partilerle toplantılar örgütleyen, onlara maddi yardımda bulunan ve dahası kamuoyu oluşturma şirketleri aracılığıyla bunlara destekte bulunan Bannon, söz konusu partileri “The Movement” adını verdiği bu organizasyona dâhil etmeye çalışmaktadır.
Beri taraftan Rusya da aynı minvalde çalışmalar yürütmektedir. Putin’in danışmanı olan Aleksandr Dugin, nicedir Avrasyacılık stratejisi adı altında bir çalışma yürütmekte ve bu stratejik hatta uygun olarak Rusya, Avrupa’da aşırı sağı destekleyerek AB’nin iç dengesini bozmayı, zayıflatmayı ve kimi ülkeleri kendi yanına çekmeyi hedeflemektedir.
Faşizm tırmandırılarak gelişebilecek devrimci hareketlerin önü kesilmeye çalışılsa da, çelişkiler derinleştikçe toplumsal hareketler de yaygınlaşmaktadır. Bu yüzden burjuvazi kitlelerin kafasını karıştırmak için bolca demagojiye başvurmaktadır. Özellikle Ortadoğu ülkelerinde emperyalizm sadece ABD karşıtlığına indirgenerek kitleler burjuvazinin arkasına yedeklenmeye çalışılırken, Batı’da ise uluslararası “terörizm” safsatası ile kitleler zehirlenmekte ve milliyetçiğin tuzağına düşürülmektedir. Emekçi kitleleri bu tuzağa düşmekten koruyacak tek panzehir, işçi sınıfı enternasyonalizmidir. İşçi sınıfının kurtuluşunun ifadesi olan enternasyonal mücadelenin önemi bugün çok daha yakıcı bir hal almış bulunmaktadır.
[1] Zeynep Güneş, Trump’ın Yükselişinin İşaret Ettikleri, Ocak 2016, MT
[2] İlkay Meriç, Kapitalizmin Çıkmazında Körüklenen Faşizm, Nisan 2019, MT
[3] agm
link: Hakan Sönmez, ABD’deki Saldırılar Trump’ın Faşist Politikalarının Sonucudur, 26 Ağustos 2019, https://marksist.net/node/6730
Jimmie Higgins’in Hikâyesi
Otobüsler Neden Yanıyor?