Tüm dünyada gıda fiyatlarının arttığı ve milyonlarca insanın açlıkla boğuştuğu bir dönemden geçiyoruz. Kapitalizm ortaya çıktığı günden itibaren emek üretkenliğini muazzam derecede arttırmasına rağmen bugün halen insanlığın büyük bir bölümü açlığın ve yoksulluğun pençesinden kurtulamadı. Açlık, yoksulluk ve işsizliğin sebebi kapitalist ideologlar tarafından aşırı nüfus artışına bağlandı. 18. yüzyılın gerici İngiliz iktisatçısı Thomas Robert Malthus’un ortaya attığı teorinin geçersizliği, bizzat kapitalist gelişmeye bağlı olarak bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle birlikte gıda üretiminde yaşanan muazzam üretimle ortaya çıkmasına rağmen bu teori günümüze dek burjuvazi tarafından savunulageldi.
Londra merkezli War On Want adlı yardım kuruluşunun gıda üretimi ile ilgili açıkladığı veriler kapitalizmin derin çelişkisini ve burjuva ideologların ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koydu. Yardım kuruluşunun verilerine geçmeden önce Malthus’un nüfus teorisine kısaca değinmek yararlı olacaktır:
“Malthus’un «nüfus yasası» iki temel sava dayanıyordu: Birincisi, geçim araçları (esas olarak gıda maddeleri) aritmetik olarak artar; yani 1 iken 2, 2 iken 3, 3 iken 4 şeklinde hep aynı miktarda bir artış söz konusudur. İkincisi, eğer kısıtlanmazsa insan nüfusu geometrik olarak artar; yani 1 iken 2, 2 iken 4, 4 iken 8 gibi katlanan bir artış söz konusudur. Ona göre bu durum, yalnızca kapitalist toplum için değil, ondan önceki tüm toplumlar için de geçerliydi, artan nüfus geçim araçları üzerinde baskı yaratmakta, yetersiz kalan üretim nedeniyle yoksunluk ve yoksulluk ortaya çıkmaktaydı. Bu yüzden de yoksulluk hep var olmaya devam edecekti. Bu bir doğa yasasıydı ve ortadan kaldırılamayacak bu durumu katlanılabilir kılmak için, bir nüfus planlamasıyla işçiler geç evlenmeye ve az sayıda çocuk yapmaya teşvik edilmeli, sefalet içindekilerin hayatta kalıp üremelerine ve çoğalmalarına yol açan tüm yardımlar (ister devlet eliyle ister o günlerdeki gibi Kilise eliyle, isterse de hayır kurumları eliyle yapılıyor olsun) kesilmeliydi. İlerleyen yıllarda, gıda üretiminin aritmetik artışı yerine bir başka ucube olan «azalan getiri yasası» (tarımsal üretim artsa bile, topraktaki verim düşüşü nedeniyle bu artışın hep daha az olacağı görüşü) geçirilse de yaklaşımı aynı kalmaya devam etmiştir.”[1]
War On Want adlı yardım kuruluşunun yaptığı araştırmaya göre dünya çapında ortalama bir kişinin kalori ihtiyacının 2,6 katı gıda üretimi yapılmasına rağmen, 2,3 milyar insanın sağlıklı ve besleyici gıdalara ulaşamadığı belirtiliyor. BM Gıda ve Tarım örgütünün verilerine göre ise 2005-2020 yılları arasında dünya gıda üretimi önemli ölçüde artmıştır. Şeker kamışı, mısır, pirinç ve buğdayda mahsul verimi ve dünyanın meyve üretimi yüzde 50’nin üzerinde artarken, her çeşit sebze üretiminde yüzde 65 artış yaşanmıştır. Milyonlarca insanın hiç ulaşamadığı ve milyonlarcasının ise kısıtlı oranda ulaştığı besleyici gıdaların başında gelen sütte yüzde 53, et üretiminde ise yüzde 40 artış gerçekleşmiştir. Teknolojinin gelişmesi ve modern tarım tekniklerinin devreye girmesiyle gıda ve tarım üretiminde sıçramalı bir üretim gerçekleşmiştir. Nitekim 1961 yılı ile 2008 krizinden hemen öncesindeki tarımsal üretim rakamları karşılaştırıldığında da gıda üretiminde nüfus artışını aşan bir artışın olduğunu görüyoruz: “1961 yılıyla karşılaştırıldığında dünya nüfusu iki katına çıkmıştır. Birleşmiş Milletler’e bağlı Tarım ve Gıda Örgütü (FAO) verilerine göre, bu elli yıllık dönemde, yaklaşık olarak, buğday ve pirinç dâhil tahıl üretimi 2,7 katına, taze sebze ve meyve üretimi 4,1 katına, süt üretimi 2 katına ve et üretimi de 3,7 katına çıkmıştır.”[2] Gelinen noktada çöllerin bile verimli arazilere dönüştürülebildiği, topraksız dahi sebze ve meyvenin üretilebildiği teknik imkânlar varken milyonlarca insanın aç kalmasını nüfus artışı ile açıklamak mümkün değildir.
Açlığın sebebi kapitalist aşırı üretimdir
Bugün dünya nüfusunun küçük bir yüzdesi hariç milyarlarca insan varlık içinde yokluğu yaşamaktadır. Bunun tek sebebi kapitalist üretim tarzıdır. Kapitalizm üretimde anarşik bir yapıya sahiptir. Bu sistemde ihtiyaca göre planlı bir üretim yapmak asla mümkün değildir. Daha fazla kâr elde etmek için üretim yapan kapitalistler, kitlelerin alım gücü sınırlı olduğu için nihayetinde ürettiklerini satamaz noktaya gelirler. Bu kapitalizmin kaçıp kurtulamayacağı bir gerçekliktir. Bugün gıdadan giyime her türlü ihtiyaç maddesi fazlasıyla üretilmekte, ancak buna karşı milyonlarca insan bu ihtiyaç maddelerine ulaşamamaktadır. Bugün üretilen gıdanın üçte biri kârlı bir şekilde satılamadığı için çöpe dökülüyor veya gömülüyor. Dünya nüfusunun yüzde %11’i açlık çekerken ve her yıl açlık ordusuna 150 milyon insan katılırken, yılda yaklaşık 1,3 milyar ton gıda çöpe gidiyor. Bu gerçekliğe rağmen IMF gibi burjuva kuruluşlar gıda fiyatlarının artışına dikkat çekip artan nüfus nedeniyle gıda miktarının yetemeyeceğini propaganda edebiliyor. Gıda fiyatlarının artması ve milyonlarca insanın bu gıdalara ulaşamamasının sebebi dünya gıda üretimini elinde tutan kapitalist tekellerdir. Hangi gıda ürünlerinin ve bunların ne kadar üretileceğine bu tekeller karar vermektedir. Küresel gıda üretim sektöründe tohumlardan zirai ilaçlara, dağıtım ve perakende altyapısına kadar her şeye bir avuç çokuluslu şirket hâkimdir.
Tekeller bir taraftan gıda üretimini ellerinde tutarken diğer taraftan da yaptıkları manipülasyonlarla gıda fiyatlarını fahiş oranda arttırarak kârlarına kâr katıyorlar. Örneğin finans devi Goldman Sachs tarafından yapılan spekülatif faaliyetler sonucu buğday fiyatları yaklaşık yüzde 40 artmıştır. BM raporlarına göre bu durum gelişmekte olan ülkelerin ithalat bedelinin yüzde 56 oranında artmasına sebep olmuştur.
War On Want’ın raporundaki şu çarpıcı örnek kapitalizmin nasıl çarpık bir sistem olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Örneğin soya fasulyesi, buğday, pirinç ve mısır üretiminin yüzde 86’sını Tayland, Vietnam, Pakistan ve Myanmar ürettiği halde Tayland ve Pakistan’da insanların yüzde 17’si, Myanmar’da ise insanların yüzde 25’i gerekli gıdaya ulaşamıyor. Bu da 65 milyon insana tekabül ediyor. Bu durumun en büyük sebebi emperyalist ülkelerin az gelişmiş ülkelerden gıda ve mamul ürünlerini düşük ve istikrarsız fiyatlarla alıp çok daha yüksek tutarlarda ihraç etmeleridir. Bu aynı zamanda yoksul ülkelerden emperyalist ülkelerin finans kapitaline devasa miktarda bir servet transferi anlamına gelmektedir.
Meselenin diğer bir boyutu ise kapitalizmin işleyişinden kaynaklı olarak tarım arazilerinin heba edilmesidir. “Kapitalizmin plansız ve anarşik gelişimi, muazzam kalabalıkların kentlerde yığılarak berbat çevre koşullarında ve kirlilik içinde yaşamasını, verimli tarım arazilerinin kentleşmeyle ve sınai tesislerin kurulmasıyla mahvedilişini, kimyasal atıklarla toprağın ve su kaynaklarının zehirlenip kullanılamaz hale getirilmesini de beraberinde getirmektedir. Kırın ve toprağın kapitalist yağması giderek hızlanmakta, kapitalizm emeğe olduğu gibi toprağa da «benden sonra tufan» diyerek yaklaşmakta ve toprağın sömürüsünü o denli ileri taşımaktadır ki, geldiğimiz noktada bu onun ölümüne yol açmaktadır. Özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana kapitalist ilişkilerin ürünü olan sayısız faktörden ötürü ekilebilir toprakların miktarında her yıl 12 milyon hektarlık bir düşüş söz konusudur. Dahası, kapitalist tekelleşmenin kırsal üretimi de boyunduruğu altına almasının yıkıcı sonuçları da gözden kaçmamalıdır. Bugün birçok ülkede çok büyük arazilerde gıda üretimi zorla ortadan kaldırılmış, çiftçiler başta biyoyakıt olmak üzere çeşitli sınai ürünleri üretmek zorunda bırakılmıştır.”[3] Örneğin soya, mısır, ayçiçeği, kanola, aspir, şeker kamışı gibi çoğu temel gıda maddeleri olan bitkiler, şimdilerde gıda olarak kullanılmak üzere değil, etanol ve biyodizel elde etmek üzere üretiliyorlar. Brezilya’da tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı Britanya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un toplam alanına eşit. Üstelik bir otomobilin yakıt deposunu doldurmak için kullanılan tahıl miktarı, bir kişinin 1 yıl boyunca tüketeceği tahıl miktarına eşittir.
Nüfus artışı hiçbir zaman Malthus’un iddia ettiği gibi emek üretkenliğinin önüne geçememiştir. Emek üretkenliğinin gelişmesine paralel olarak gıda üretimindeki artış her zaman nüfus artışından fazla olmuştur. Marksizmin kurucuları en başından beri meselenin nüfus artışı olmadığını, sorunun kapitalist işleyişten kaynaklandığını ortaya koyarak Malthus’un teorisini mahkûm ettiler. Emek üretkenliğinin muazzam derecede arttığı günümüz koşullarında açlığı, yoksulluğu nüfus artışına bağlamak her defasında gerçekliğin duvarına toslamaktadır. Kapitalizmin tarım arazilerini yok etmesine, milyonlarca çiftçiyi yerinden koparmasına rağmen bugün tüm insanlığa yetecek kadar gıda ürünü üretilmektedir. Engels konuyu ele alırken emek üretkenliğinin artışının nüfus artışını geçtiğini veriler ile ortaya koyuyor ve aynı zamanda ekilmeyen uçsuz bucaksız toprakların olduğuna dikkat çekiyordu. Bugün bile Amerika kıtasından Afrika’ya, oradan Asya’ya uzanan ekilebilecek uçsuz bucaksız topraklar bulunmaktadır. Ancak bu potansiyelin değerlendirilmesi için kapitalizmin yıkılması şarttır. Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırılıp tamamen insan ihtiyaçlarını gözeten planlı bir üretim yapıldığında açlık da insanlığın gündeminden ebediyen çıkmış olacaktır.
[1] Oktay Baran, Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk, 20 Mayıs 2020, marksist.net/node/6949
[2] Oktay Baran, İnsan İhtiyaçları Sınırsız, Kaynaklar Kıt mı?, 1 Eylül 2009, marksist.net/node/2242
[3] Oktay Baran, Nüfus Artışı, İşsizlik ve Hortlatılan Malthusçuluk
link: Hakan Sönmez, Açlığın Sebebi Nüfus Artışı mı?, 24 Haziran 2023, https://marksist.net/node/8001