NATO zirvesinin hemen ardından yapılacak olan Putin-Trump zirvesi, Suriye ve Yemen’deki savaşın gidişatı, Ukrayna-Kırım krizinin devam etmesi, İran’a yönelik ambargonun ABD tarafından canlandırılması, ABD ile diğer emperyalist güçler arasında hepten kızışan ekonomik rekabetin bir ticaret savaşına dönüşmeye başlaması, ABD’nin Fransa-Almanya eksenli AB blokunu zayıflatmaya dönük manevraları, Rusya’nın bu ihtilafları daha da körükleyen manevraları…
Tüm bunlar dünya kapitalizminin içinden geçtiği tarihsel kriz döneminde, büyük güçler arasında gerilim ve çatışmanın giderek arttığını gösteriyor. Kendine has biçimler ve yöntemlerle yürüyen savaş sürecinin, gerçekte üçüncü dünya savaşı anlamına geldiğini uzun süredir söylüyoruz. Bu savaş kimi paylaşım alanlarında sıcak savaş biçimini almış ve derinleşmekteyken, kimi alanlarda o noktaya doğru tırmanan gerilimler olarak somutlanıyor. Tüm büyük güçler, askeri harcamaları daha da arttırıyor ve savaşın ileri evrelerine hazırlık yapıyorlar. Kozlarını hem paylaşım alanlarındaki uzantıları aracılığıyla hem de doğrudan askeri müdahalelerle paylaşırken, birbirlerine karşı iktisadi, siyasi ve diplomatik ataklarını da yoğunlaştırıyorlar.
Kutup başlarını ABD ve Rusya’nın oluşturduğu güçler arasında yürüyen dünya savaşı bugün Ortadoğu’ya odaklanmış durumdadır. İran, Türkiye ve hatta Suudi Arabistan gibi bölge güçleri de bir yandan Ortadoğu’daki emperyalist paylaşımdan nemalanmaya çabalarken, bir yandan da kendilerinin de paylaşılmak üzere bir hedef haline gelebileceği endişesiyle hareket ediyorlar.
Barış hayalleri ve gerçekler
Suriye’de Esad rejimine karşı silahlı mücadele Dera kentinde başlamıştı. Geçtiğimiz günlerde Esad güçleri hızla ilerleyerek ülkenin güney sınırındaki Dera bölgesini ele geçirdi. Radikal İslamcı çeteler yoğun bombardıman karşısında ya İdlib’e transfer edilmeyi ya da silahlarını teslim ederek bölgede kalmayı kabul ettiler. Böylece Esad, Ürdün sınır kapılarının kontrolünü de ele geçirerek, İsrail’in işgali altındaki Golan tepelerinin eteklerine yaklaştı, geride yalnızca sınırdaki Kuneytra kenti kaldı. ABD’nin o bölgedeki cihatçılara arka çıkmayacağını açıklamasının ardından bu cihatçılar teslim olmayı kabul etmek zorunda kaldılar. Bu durum, Suriye’deki İslamcı güçlerin arkasında Batılı emperyalist güçlerle bölgesel güçlerin olduğu gerçeğini bir kez daha doğrulamış oluyor. Bu çetelerin savaşma gücünün, haklı bir davanın peşinden gitmekten ya da halk desteğinden değil, emperyalist/kapitalist güçlerden aldıkları askeri, siyasi ve ekonomik destekten kaynaklandığı apaçık ortaya çıkıyor.
Yaşanan bu gelişmeler, nihayet savaşın sonuna geliniyor şeklindeki iyimser yorumları tekrar ön plana çıkarmış durumda. Putin-Trump zirvesinin Suriye ve Ukrayna odaklı bir pazarlık ve uzlaşmayla sonuçlanabileceğine dair beklentiler hayli yaygın. Trump’ın Kuzey Kore’yle gerilimi düşürme girişimleri olarak pazarlanan adımları da bu beklentilere dayanak yapılıyor. Bu yorumlara karşı, akıldan çıkartılmaması gereken en önemli nokta, Suriye savaşının, bugün yürüyen dünya savaşının bütününü değil, yalnızca bir cephesini temsil ediyor oluşudur. Savaşlar büyük güçler arasında, nüfuz alanlarını yeniden paylaşmak üzere yürütüldüğüne göre, elbet bir noktada taraflardan biri, o nokta ya da alanda, diğerinin üstünlüğünü kabul eder. Ama sözkonusu olan bir dünya savaşıdır ve mesela Suriye cephesinde bir tarafın ağır basması savaşın tamamen sonuçlandığı anlamına gelmez. Yani böylesi bir durum, dünya savaşının sona ermekte olduğuna değil, yeni cepheler açılacağına ve varolan diğer cephelerde yoğunlaşılacağına işaret eder.
Somutta Suriye savaşının sonuna gelinip gelinmediği hususunda da aceleci yorumlardan kaçınmak gerekir. Son dönemde Suriye’de yaşanan gelişmelerin, giderek daha güçlü bir şekilde, savaşın belli bir olgunluğa ulaştığını gösterdiği açıktır. Rusya ve İran desteğindeki Esad rejiminin Batılı emperyalistlerin müdahalesiyle yıkılmayacağı çoktan ortaya çıkmıştır. Ne var ki, sorun Esad rejiminin kaderiyle sınırlı değildir. Suriye’de bir paylaşım savaşı yürümektedir ve gelinen noktada, Esad rejimi ülkenin önemli bir kesiminde hâkimiyeti tekrar sağlamıştır. Ancak İdlib’e yığılan radikal İslamcıların geleceğinin ne olacağı belirsizdir. Daha da önemlisi Fırat’ın doğusundaki Kürt kantonlarının ve buralardaki ABD güçlerinin ne olacağı hususu da belirsizliğini korumaktadır. Amerikan emperyalizminin, şimdilik, Suriye’den elde ettiği parçayla yetinmeye hazır olduğunu görüyoruz. Onun açık bir askeri yenilgi ya da başka paylaşım alanlarından daha büyük bir lokma almadığı sürece Suriye’yi terk edebileceğini düşünmek hayaldir.
Öte yandan, gerek Kürt toprakları hususunda gerekse de Sünnilerin geleceği hususunda, ABD ve Rusya gibi büyük güçlerin yanı sıra Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi bölge güçlerinin de kendilerine ait kaygıları ve hedefleri mevcuttur. İran hem Kürtlerin hem de Sünnilerin daha geniş haklara kavuşmasına karşıdır. TC ve Suudi Arabistan, radikal İslamcı muhalefetin tümüyle boyun eğmesini kabullenmemekteyken, TC Rojava’daki Kürt oluşumunun tasfiyesini hedeflemektedir. Öte yandan Suriye’deki Hizbullah güçlerinin ve İran’a bağlı askeri güçlerin geri çekilmesine dönük ABD-İsrail beklentilerinin kısa vadede hayata geçmesi de mümkün gözükmüyor. Her ne kadar ABD ve Rusya asıl belirleyici güçler olsa da, bölgedeki güçler üzerinde mutlak bir hâkimiyete sahip değildirler ve olamazlar da. Ortadoğu gibi bir coğrafyada bu ikincil güçler de, belirli sınırlar dâhilinde, yürüyen paylaşım savaşının gidişatı üzerinde etkide bulunabilmekte, kendi hesaplarının peşinde koşmakta, ana gidişatı değiştiremeseler bile süreci uzatabilmekte ve büyük ortaklarının kimi planlarını belli noktalarda baltalayabilmektedirler.
Rusya ve ortaklarının kabul edip etmeyeceğinden bağımsız olarak, Amerikan emperyalizminin son dönemde attığı adımlar, Rojava’daki hegemonyasının kabul edilmesi koşuluyla (bu noktada Putin’le yapılan pazarlıkların bir diğer ayağını da Ukrayna-Kırım meselesi oluşturuyor) Suriye’deki savaşı artık daha fazla körüklemeyeceği mesajını taşıyor. Satranç diliyle konuşacak olursak, rakibine beraberlik önermekte ya da öyle görünmek istemektedir. Belli ki, şimdilik daha fazla ilerleyemeyeceği hesabıyla ABD, Suriye’deki fiili durumu dondurmak, güç ve dikkatini diğer cephelere kaydırmak istemektedir. Amerikan emperyalizminin hedef tahtasının merkezinde ise İran sivrilmektedir. Bölgede yaşanan son gelişmeleri bu perspektif üzerinden ele aldığımızda, Suriye’dekiyle sınırlı olmayan Ortadoğu savaşının sona ermek şöyle dursun daha da kızıştırılması için hazırlıklar yapıldığını görüyoruz.
Menbic, Rojava ve Kürt sorunu
Esad, Kürtlere müzakere çağrısı yaparak, “eğer müzakereler sonuç vermezse bu bölgeleri güç kullanarak özgürleştirme” tehdidinde bulunuyor. Rusya’nınsa Kürtlere dönük sınırlı da olsa birtakım haklar verilmesinden yana olduğu ve Kürtleri Esad rejimiyle diyaloga yönlendirdiği biliniyor. Ne var ki, ABD böylesi bir diyalogun önünü bugüne kadar tıkamıştır. Rojava’yı kendi denetimi altında tutmak isteyen ABD’nin ters yöndeki basıncıyla, Esad’ın “Suriye’de kalın ve talep çıtasını da çok yukarıda tutmayın” basıncı arasında kalan Rojava sorunu, şimdilik kilitlenmiş bir sorun olarak kalmayı sürdürüyor.
Dahası bu iki büyük gücün yanı sıra, bölgenin en büyük iktisadi ve askeri gücü durumundaki TC de Rojava sorununda doğrudan taraf olduğunu giriştiği askeri operasyonlarla bir şekilde kabul ettirmiş durumdadır. ABD ve Rusya’nın, TC’nin Suriye’deki varlığına dair önümüzdeki dönemde nasıl bir tutum takınacakları halen belirsizdir. TC egemenleri, mevcut durumdan yararlanarak Afrin ve Cerablus’taki varlıklarını sürdürmenin ve hatta bir oldubittiye getirerek İdlib’i de yutmanın hesaplarını yapıyorlar. Suriye parçalara ayrılacaksa, küçük bir parçayı da kendilerine ayırabilmeyi, bunu iç politikada fetih olarak sunup tek adam rejimine siyasal destek malzemesi haline getirmeyi umuyorlar.
Nicedir söylüyoruz: TC, Rusya ile ABD’nin bölgedeki çatışmasının doğurduğu boşluklardan kendi emperyal hedefleri ve Kürtlerin boyunduruk altında tutulması doğrultusunda yararlanmaya çalışıyor. Kimi gelişmeler ona bu doğrultuda olanaklar sunsa da manevra alanı genelde daralıyor. Her iki büyük güç de öncelikle kendi aralarında bir mutabakata varmak üzere çatışmaya devam ederken, görünen o ki, küçük kırıntılar ve geçici tavizler vererek TC’yi yanlarında tutmaya ve oyalamaya çalışıyorlar. ABD Afrin’den sonra Menbic noktasında da TC’yi yatıştırıcı adımlar atıyor. TC Dışişleri Bakanı, Menbic konusunda ABD’yle bir yol haritası üzerinde anlaşıldığını, Menbic’ten sonra Fırat’ın doğusundaki Kürt güçleri için de aynı yol haritasının uygulanacağını söylese de bunun bir gerçekliği yoktur. ABD’nin böylesi bir adım atması için tüm Ortadoğu stratejisini yeniden oluşturması gerektiği açıktır.
ABD bölgedeki planlarını Kürtlerle değil de TC’yle yürütmek konusunda bir tavır değişikliğine gitse, bu efendilerin ABD’yle bir sorunlarının kalmayacağı aşikârdır. Ne var ki, ABD hem TC’nin dümenini elinde tutan kadroya güvenmemesinden hem de Kürt güçlerine yalnızca Suriye’de değil, Irak ve İran’a dönük hesaplarında da ihtiyaç duymasından ötürü stratejik çizgisinde ciddi bir değişime bugüne dek yanaşmadı. Bu durum Kürt meselesi üzerinden eninde sonunda Türkiye’nin de masaya yatırılma olasılığını güçlendirdiğinden, TC egemenleri soğuk terler dökmeye devam ediyorlar.
İran, İsrail ve Filistin sorunu
ABD ve İsrail, İran güçlerinin Suriye’den çekilmesini talep ederken, gerek İran gerekse de Rusya tarafından yapılan açıklamalar İran’ın Suriye’den çekilmesinin sözkonusu olmayacağını gösteriyor. Bu durumda ABD’nin bu talebini, karşıtlarınca kabul edilmesi mümkün gözükmeyen hususları bir önkoşul olarak öne sürerek oradaki askeri varlığına gerekçe üretmek şeklinde yorumlamak en doğrusudur.
ABD’nin İran’a odaklaşmak istediği biliniyor. Mevcut antlaşmaların tek taraflı feshedilmesinden sonra Amerikan emperyalizmi İran’ı sıkıştırmak için yeni planlar geliştiriyor. Nükleer anlaşmanın tek taraflı iptaliyle İran’a ambargo daha ağır bir şekilde hayata geçirilmeye çalışılıyor. ABD resmi ağızlarından, İran ekonomisini zora sokmak için onun petrol satışlarını sıfırlamaya odaklı bir plan üzerinde çalıştıkları açıklanıyor. İran burjuvazisi bir yandan Irak ve Suriye’de artan siyasi nüfuzundan memnunken, diğer yandan ekonomik alanda yaşanan sıkıntılar ve bunların toplumda yarattığı hoşnutsuzlukla nasıl başa çıkacağının hesaplarını yapıyor. İran işçi sınıfı zor bir durumla karşı karşıyadır. Bir yandan yerli egemen sınıfın sözümona anti-emperyalist söylemle emekçileri kendi arkasında durmaya çağırmasının yarattığı milliyetçi basınç, diğer yanda kapitalist sömürüye karşı girişecekleri mücadelenin emperyalistler tarafından suiistimal edilme olasılığı. Birinci Körfez savaşından bu yana bölgenin emekçi halkları sık sık ikili bir görevle karşı karşıya kaldılar: hem yerli burjuvaziye hem de emperyalistlerin askeri müdahalesine karşı mücadele etme görevi! Doğru bir perspektife sahip devrimci bir önderliğin yokluğunda, bu ikili görev çoğunlukla bir ikilem olarak emekçilerin karşısına dikildi. İran işçi sınıfının zengin bir mücadele tarihi olsa da, İran’daki faşizan rejimin baskıları nedeniyle devrimci örgütlülükler son derece sınırlı bir etkiye sahipler ve çok daha önemlisi kafa karışıklıkları had safhada.
İran’daki molla rejiminin yıkılarak İran ekonomisinin ABD hegemonyasında dünya kapitalizmine daha derinden entegrasyonu, ABD ile İsrail’in ortak hedefidir. ABD’nin genelde Ortadoğu’da özelde ise Suriye’de izlediği stratejinin, İsrail’in çıkar ve hedeflerinden ayrı düşünülmesi mümkün değildir. O, Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmek ve bu yeni şekle belli ölçüde istikrar kazandırabilmek için İsrail’in konumunu pekiştirmeyi amaçlıyor. Ama bunun için Filistin sorununun hal yoluna konulması, daha doğrusu, öyle gösterilmesi gerekiyor.
Filistin sorununun sözümona çözümü için ABD’nin geliştirdiği “yüzyılın anlaşması”nın uzun zamandır lafı edilmesine rağmen ortada detayları açıklanan bir plan mevcut değil. Yine de basına sızdırılan niyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, bu plan Filistin sorununu çözmek şöyle dursun, İsrail’in zorbalığını meşrulaştırma girişiminden başka bir şey değildir. Birkaç mahallesi hariç Kudüs’ün tamamı İsrail’e bırakılacak; Gazze’de bir Filistin devleti kurulacak ve Mısır’a ait Sina yarımadasının bir kısmı da bu devlete bağlanacak; Filistinli mültecilerin geri dönüşüne izin verilmeyecek; Batı Şeria’daki Filistinlilere belli özerklikler verilecek ama burası da İsrail’e bağlı olacak! Bu planı Filistinliler kabul etmiyor; Abbas, Doğu Kudüs’ü de içerecek şekilde 1967 sınırlarına dayanan bir Filistin devletinin oluşturulmasını içermeyen herhangi bir anlaşmayı kabul etmeyeceğini söyledi. Ancak ABD, Filistinlilerin ne düşündüğüyle ilgilenmiyor. Trump’ın Ortadoğu temsilcisi şunu söylüyor: “Filistinliler artık karar veren taraf değiller. Bölge için bir planımız var ve Filistinliler isterlerse katılabilirler, istemezlerse katılmazlar.” Kibir, kendini beğenmişlik ve patavatsızlıkta sınır tanımayan Trump yönetiminin bu söylemi, içinden geçtiğimiz dönemin havasını birebir yansıtıyor. Diğer yandan, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi “İslam ülkeleri”nin kimi hususlarda mırın kırın etseler de bu plana onay vermesi, içinde yaşadığımız kapitalist dünyada “İslam ümmetinin birliği”ne dönük söylemlerin ne büyük bir boş hayal ve aldatmaca olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. İster Müslüman olsunlar ister Hıristiyan, tüm egemenlerin dinleri imanları paradır!
Daha önce de belirttik, gerek Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul edilip ABD elçiliğinin oraya taşınması, gerekse bu sözümona “barış planı”, İsrail-Filistin sorununu çözmek ve bölgeye barış getirmek üzere tasarlanmış adımlar değildir. Bu tip planlar, mevcut çatışmalı ortamı daha da derinleştireceği gibi, Amerikan emperyalizminin İran’ı kışkırtarak, tüm Ortadoğu’yu çok daha büyük ve kapsamlı bir savaşın içine sürüklemek istediğini göstermektedir.
Özetleyerek toparlayalım. ABD’nin Ortadoğu’da pandoranın kutusunu açması ve arkasından Rusya’nın bölgede ben de varım demesiyle çok daha boyutlanan Ortadoğu savaşında çok sayıda değişken, irili ufaklı yerel ve bölgesel güçler ve onların hesapları da devrededir. Mevcut koşullarda, iki süper gücün, kendi ortaklarının tümünü ya da ezici çoğunluğunu tatmin edecek bir uzlaşmaya varmaları düşünüldüğü kadar kolay değildir. Bu aynı zamanda ABD’nin zayıflayan hegemonyasının da doğrudan göstergelerinden biridir. Büyük rakipleri karşısında hegemonyasını pekiştirmek için üçüncü dünya savaşını başlatan ABD, kimin efendi olduğunu küçük ortaklarına da hatırlatmak durumunda kalıyor.
Emperyalistler içinden geçilen tarihsel kriz döneminde, krizin etkilerini bir parça da olsa hafifletmek için savaşı büyütmekten başka bir şey düşünmüyorlar. Putin, Suriye’de yürüyen savaş için, “savaş meydanında silahlı güçlerimizi kullanmak eşsiz bir deneyim, silahlı güçlerimizi geliştirmek için eşsiz bir araçtı” diyor. Rus yetkililer, bu savaş sırasında 200’den fazla yeni geliştirilen silahı kullanıp deneme “şansı” bulduklarını, subay ve generallerinin de “çağdaş savaş”ın ne olduğunu bu savaş sayesinde daha iyi öğrendiklerini söylüyorlar. Rusya’nın silahlarına olan talebin son birkaç yıldır epey artmış olması da bunu gösteriyor. Trump’ın bu hususta çok daha pervasız açıklamalarını, yüz milyarlık silah satışı anlaşmalarını yaptıktan sonra bunu kılıç dansı şovuyla kutladığını uzun uzun hatırlatmaya gerek bile yok.
Tüm bunların ortaya koyduğu gerçek, yakın zamanda emperyalistlerin uzlaşmasıyla Ortadoğu’da savaşın sona ereceği düşüncesinin boş bir hayalden ibaret olduğudur.
link: Oktay Baran, Ortadoğu’da Savaş Sona mı Eriyor?, 12 Temmuz 2018, https://marksist.net/node/6437
“Yansın Dünya, Bana Ne!”
Kâr Hırsının Bilançosu: 24 Ölü, 338 Yaralı!