Rus uçağının düşürülmesinin yankıları devam ederken, Türkiye Ortadoğu’da tansiyonun artmasına sebep olan bir adım daha attı. “Bir gece ansızın” yüzlerce Türk askerinin 25 tank eşliğinde Musul’a doğru ilerlediği haberleri basına yansıdı. “Türk Askeri Musul’da” manşetleriyle duyurulan askeri sevkiyat, kaçınılmaz olarak yeni gelişmelere sebep oldu. Türk askerlerinin ve tanklarının Musul’un 20 kilometre kuzeyindeki Başika’ya sevk edilmesine Irak hükümetinden sert tepkiler geldi. Irak hükümeti 48 saat içinde askerlerin geri çekilmemesi halinde BM Güvenlik Konseyi’ne başvurmak da dâhil olmak üzere tüm seçeneklerin masaya yatırılacağını açıkladı. İran ve Rusya’dan da Bağdat’ı destekleyen açıklamalar gelirken, ABD ise daha ortada açıklamalar yaptı. Batılı emperyalistlerden beklediği destek gelmeyince, Davutoğlu tansiyonun yükselmesiyle birlikte, bunun rutin bir nöbet değişimi olduğunu, Türk askerlerinin peşmergeyi eğitmek için Irak’ın talebi üzerine Başika’da bulunduğunu söyledi ve bunu başka yerlere çekmek isteyenleri maksatlı bir provokasyon içinde olmakla suçladı. Ayrıca Irak Başbakanına bir mektup yazarak Irak’ın toprak bütünlüğü konusundaki hassasiyetlerinin altını çizdi. Ancak Rusya ve İran’ı da arkasına alan Bağdat geri adım atmayınca Hakan Fidan ve Feridun Sinirlioğlu Iraklı yetkililerle görüşmek üzere Bağdat’a gitti. Görüşme sonrasında yapılan genel geçer açıklama ve Irak’ın BMGK’ya başvurması Türkiye’nin bundan da sonuç alamadığını gösteriyor.
İşler Türkiye’nin istediği gibi gitmeyince, yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali açıklamalar geldi Türkiye’den. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bunların hepsinden bilgileri var, haberleri var. Şimdi adama sormazlar mı, o Başika kampı kurulduğunda siz neredeydiniz? O günden bugüne hiç sesiniz çıkmadı. Ve şimdi yeni, bölgedeki bazı gelişmeler üzerine böyle bir adım atıyorsunuz. Ve biz Başika kampını güçlendirmek üzere buradaki eğitim ekiplerimizi daha da arttırmış olduk. Ve bunlar tamamıyla bir muharip güç olarak orada değiller. Daha çok eğitici olarak oradalar.”
İktidarın açıklamaları son derece pişkince ve ikiyüzlüce. Kendisi de bölgedeki bazı gelişmeler üzerine türlü türlü adımlar attığı halde, başka bir ülkenin aynı şekilde hareket etmesini kabul etmiyor. 17 saniye sınır ihlali yaptığı için uçak düşüren Türkiye, “topraklarımdan askerlerini çek” diyen Irak’a “Böyle bir şey söz konusu olamaz” cevabını veriyor. Irak’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı duyuyoruz denilse de, böyle bir olay için uzun sayılabilecek bir süre boyunca askerlerin geri çekilmesinde ayak diredi Türkiye. Ancak Rusya, İran ve Irak yönetiminin sert tutumuyla karşı karşıya kalınca ve ABD’den “birlikler derhal geri çekilmeli” açıklaması gelince, takviye olarak gönderildiği söylenen askeri birlikleri geri çekmek zorunda kaldı. Şu anda bu birliklerin Bağdat ile Erbil arasında tartışmalı bir statüye sahip olan Başika’dan Irak Kürdistanı’na çekildiği söyleniyor.
Türk askerleri uzun zamandan beri Musul’da bulunuyor. Krize konu olan Başika kampında ise bir yılı aşkın bir süreden beri eski Musul valisinin örgütlediği Sünni aşiretlerden oluşan Haşd el Vatani güçlerine eğitim veriliyor. Türkiye, bu eğitimlerin Irak’ın talebiyle başladığını iddia ediyor. Peki, ne oldu da Başika kampı bir krize sebep oldu?
Muhakkak ki, Türkiye’nin bugüne kadar Başika kampında asker bulundurması bir konsensüse dayanıyordu. Sayısını tam olarak bilemesek de, Türkiye’nin mevcut kuvvetlerini takviye etmesinin bir krize dönüşmesi bu konsensüsün bozulduğu anlamına geliyor. Musul krizini bölgede son süreçte yaşanan diğer gelişmelerle birlikte ele almak gerekiyor. Rus uçağının düşürülmesi, Bayır-Bucak Türkmenleri için kopartılan vaveyla, Şengal’in IŞİD’ten kurtarılması ve PYD’nin Suriye’deki pozisyonu da Musul kriziyle ilintili önemli gelişmeler. Yine, sorunun sadece Irak ve Türkiye’yi ilgilendirmediği de, Rusya’dan İran’a, Çin’den ABD’ye kadar emperyalist paylaşım savaşının küresel ve bölgesel aktörlerinin yaptıkları açıklamalardan açık bir biçimde anlaşılıyor. Yeni paylaşım savaşının en hareketli cephesinde tansiyonun daha da artacağının sinyalleri bunlar aynı zamanda.
Türkiye tankların ve yüzlerce askerin bölgeye eğitim için gönderildiğini iddia ediyor. Bağdat’ın açıklamaları ve çeşitli kaynaklardan gelen bilgiler gösteriyor ki, Türkiye eğitim için kopardığı izni, başka amaçlarının kılıfı haline getirmiş. Aslında Davutoğlu’nun, alınan istihbarat bilgileri sonucunda askerlerin güvenliğini sağlamak için takviyeye ihtiyaç duyulduğunu söylemesi zımnen de olsa, Başika kampının bir eğitim kampından fazlası olduğunun kabul edilmesi anlamına geliyor. Hatırlanacağı üzere geçen sene Musul’un IŞİD’in işgaline uğradığı süreçte konsolosluk ne boşaltılmıştı ne de IŞİD saldırısı ihtimaline karşı bir önlem alınmıştı. Nitekim bölgede Türk istihbaratının cirit atmasına karşın, 49 görevli IŞİD tarafından aylarca rehin tutulmuştu. Nasıl yürüdüğünü bilmediğimiz bir pazarlıkla konsolosluk çalışanları serbest bırakılmıştı!
Türkiye’nin bundan ders çıkartarak Başika’daki Türk askerlerinin güvenliği için takviye yaptığına inanmak en iyi tabirle saflık olur. 16 Aralıkta IŞİD’in Başika kampına saldırdığı haberi geldi; çıkan çatışmada ölü ve yaralıların olduğu söyleniyor. Bugüne kadar IŞİD Türkiye’ye yönelik böyle bir saldırı gerçekleştirmemişti. Gerek saldırının tam da bugünlerde gerçekleşmesi, gerekse de Davutoğlu’nun “biz söylemiştik” pozları tesadüf olmasa gerek! Musul hamlesi, bir askeri operasyon olmaktan ziyade, Ortadoğu’da söz sahibi olmak isteyen Türkiye’nin siyasi bir hamlesidir. Türkiye Ortadoğu’da sıkışmıştır. Rus uçağının düşürülmesi de bu sıkışmışlığın sonucuydu. Fakat bu hamle Türkiye’yi içinde bulunduğu sıkışmışlıktan kurtarmadı, tersine daha zor bir duruma soktu. Uçağın düşürülmesine karşılık Rusya’nın attığı adımlar Türkiye’nin bölgedeki emellerine çomak sokuyor. Bu durum haliyle Türkiye’yi yeni arayışlara ve hamlelere itiyor. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Erdoğan iktidarı altındaki Türkiye’nin emperyal heveslerine ulaşabilmek için tuttuğu yol daha riskli adımları atma eğilimini de beraberinde getiriyor.
Türkiye’nin emperyal hayalleri
Bugün nüfusunun üçte ikisi Şiilerden oluşan Irak’ta iktidar da ağırlıklı olarak Şiilerin elinde. Şii iktidarın baskıcı politikaları yüzünden Sünni kesimlerin, IŞİD gibi radikal İslamcı örgütlere desteği giderek arttı. Bir tarafta İslam adına en vahşi eylemleri gerçekleştirmekten imtina etmeyen IŞİD, diğer tarafta da IŞİD’e karşı mücadele eden Şii milisler var. Kimi bölgelerde Şii milislerin yaptıkları IŞİD’den aşağı kalmıyor. Sünni siviller katlediliyor, evler yağmalanıp yıkılıyor. Elbette nüfuz alanlarını genişletmek isteyen her güç, bu durumu kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtıyor, bir kesimin yaptığı zulmü görmezden gelirken, diğerini abartarak öne çıkarıyor. Irak fiilen Sünniler, Şiiler ve Kürtler olmak üzere üçe bölünmüş durumda. IŞİD’in varlığı İran’ın hem Irak’ta hem de Suriye’de nüfuzunu daha da arttırdı. Haliyle, 2003’te Irak’ı işgal eden ABD’nin bölgedeki çıkarlarının tersine, İran’ın Irak’taki etkisi giderek arttı.
Ortadoğu’nun iki bölgesel gücü Türkiye ve İran, gerek Suriye gerekse Irak üzerinden karşı karşıya geliyorlar. Musul hamlesinin krize dönüşmesinde bunun da önemli bir payı var. Nitekim Musul’a asker takviyesine Tahran’dan da sert açıklamalar geldi. Hatta Cuma hutbelerinde bile Türkiye’nin bölge güvenliğine aykırı hareketler içerisinde olduğu söylendi. İran, Irak’taki nüfuzunu koruyabilmek için askeri/siyasi araçları olabildiğince kullanmaya çalışıyor. Suriye ve Irak’ta doğrudan İranlı generaller tarafından yönetilen birlikler var. Hem Türkiye hem de İran mezhepçi politikalar temelinde Irak’taki nüfuzunu arttırmak istiyor. AKP ve Erdoğan, ezici çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu Haşd El Şabi güçlerinin Sünnilere uyguladığı baskıları öne çıkartarak “Peki Sünnilere ne olacak? Orada Sünni Araplar, Sünni Türkmenler ve Sünni Kürtler var. Onların güvenliği ne olacak? Onların da kendilerini güvende hissetmeleri gerekiyor. Burada atılan adımların hepsi buna yöneliktir” diyebilmektedir. Sözümona Türkiye de Sünnilerin güvenliğini sağlamak adına Haşd el Vatani güçlerine eğitim vermektedir.
Petrol yatakları bakımından Irak’ın önemli kentlerinden biri olan Musul bir yılı aşkın bir süredir IŞİD’in kontrolünde. Musul’u ele geçiren IŞİD Irak’ta İslam devleti ilan etmişti. Musul’un IŞİD’den kurtarılması için yakın zamanda bir operasyon başlatılacağından söz ediliyor. Musul’un nasıl ve kimler tarafından “kurtarılacağı” sadece Musul’un geleceğini değil, Irak’ın geleceğini de önemli bir biçimde etkileyecek. Küresel ve bölgesel güçler de kendi nüfuzlarında bir Irak için pozisyon alıyor, siyasi ve askeri adımlar atıyorlar. Türkiye’nin Musul çevresindeki askeri kuvvetlerini arttırmak istemesinin önemli sebeplerinden birisi budur. Şii milisler tarafından ele geçirilecek bir Musul’da İran’ın Türkiye’ye göre söz hakkının daha fazla olacağını düşünen Türkiye mevzi tutmaya çalışıyor. ABD de, Türkiye de sözde Sünnileri güvence altına almak adına, Musul gibi IŞİD’in elinde olan bölgelerin kurtarılması için yapılacak operasyonlarda Şii milislerin yer almamasını istiyor. Gerek ABD’nin Ortadoğu politikaları, gerekse Türkiye’nin bölgenin hamisi olmak için izlediği mezhepçi politikaya baktığımızda, bunun tam bir ikiyüzlülük olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bölgesel güçler ve küresel güçler için asıl önemli olan Musul kurtarıldıktan sonra ne olacağı, fiilen üçe bölünmüş olan Irak’ın resmen bölünüp bölünmeyeceği ve nüfuz alanlarının nasıl oluşacağıdır.
Türkiye’nin Musul ve Kerkük’e olan ilgisi çok eskiye dayanıyor. Lozan Antlaşması sonucunda Irak sınırlarının içinde kalan Musul ve Kerkük’te Türkiye kendisini her zaman hak sahibi olarak gördü. Demirel döneminden Özal iktidarına kadar Musul ve Kerkük’ün Türk toprakları olması bütün hükümetlerin hayallerini süsledi. Hatta Körfez Savaşına Türkiye’nin dâhil olmasının bir sebebi de buydu. AKP iktidarı ise emperyal politikalarıyla sadece Irak’ta değil, başta Ortadoğu olmak üzere geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içerisinde yer alan tüm bölgelerde giriştiği işlerle bu konuda açık ara önde. Bugüne kadarki hükümetler nispeten temkinli adımlar atarken, Erdoğan ve ekibi ise boyundan büyük işlere kalkışıyor. Maceracı bir zihniyetin hâkimiyetindeki Türkiye, emperyalist güçlere yeri geldiğinde kendince kafa tutmakta veya emperyalist güçlerin politikalarına aykırı adımlar atabilmektedir:
“Alt-emperyalist bir ülkenin emperyalist ülkelere bağımlılığında, henüz bu düzeye ulaşmamış kapitalist ülkelere kıyasla belirli ölçüde bir gevşemenin gerçekleştiği açıktır. Artık bir bölge gücü düzeyine yükselen kapitalist ülkeler, kendi çıkarları doğrultusunda daha bir bağımsız davranabilmek için gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilmektedirler. Büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinin biçimi ve niteliği zamanla kendileri lehine bir değişim kaydetmektedir. Örneğin, bir zamanlar bölgelerinde büyük güçlerin basit bir jandarması rolünü üstlenirlerken, artık büyük güçlerle birlikte hareket etmeyi kendi yayılmacı iştahlarını tatmin için arzulamaktadırlar.” (Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, Temmuz 2009)
Türkiye ve Kürtler
Türkiye’nin emperyal emellerinin önündeki en büyük engellerden biri Kürt sorunu. Musul hamlesinin, Irak Kürdistanı benzeri bir yapıyı Suriye’de kurma yolunda ilerleyen Kürtlerin durumuyla da ilgisi var. Esad’ın AKP’nin umduğu gibi kısa bir sürede iktidardan düşmemesinin ve Suriye’de yaşanan iç savaşın en olumsuz sonuçlarından biri Rojava Kürtlerinin kanton ilanları oldu AKP iktidarı için. IŞİD’e karşı savaşan en etkili gücün YPG olmasıyla birlikte Batı nezdinde Kürtlerin sempati ve güven kazanması, Türkiye egemenlerinin genlerine işlemiş olan Kürt düşmanlığını depreştirdi. Tarihsel olarak belki de en avantajlı dönemini yaşayan Kürt halkının Rojava’daki partisi olan PYD, hem Batılı emperyalist güçlerin, hem de Rusya’nın desteğini toplarken, Türkiye’nin öfkesini çekiyor. Kasım ayında YPG ve HPG güçlerinin verdiği destekle Şengal’in kurtarılması da, Türkiye’nin Güney Kürdistan’daki askeri hareketliliğini arttırmasında rol oynamıştır. Musul’a asker çıkartması yapan Türkiye, böylece, YPG ve PKK’ye gözdağı vermek istemiştir. Öte yandan TC’nin egemenleri, Irak Kürdistanı ile Suriye Kürdistanı arasındaki bağlantı noktası olan Musul civarına asker yığıp bir tampon oluşturarak ileride bu iki bölgenin birleşmesi olasılığına karşı da önlem almak istemektedirler.
PKK ve PYD’ye düşmanlığını her fırsatta dile getiren Türkiye, Güney Kürdistan’da iktidarda bulunan KDP ile sıcak ilişkiler geliştiriyor. Musul krizinde Türkiye’ye açık destek verenlerden biri Musul’un eski valisi Nuceyfi iken, bir diğeri Barzani olmuştur. Meselenin büyütülmemesi gerektiğini ifade eden Barzani, kriz patlak verdikten birkaç gün sonra Ankara’ya geldi. Geçmişte bin bir türlü hakarete maruz kalan Barzani, bugün Erdoğan’ın Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden birisi olarak en üst düzeyde ağırlandı. PKK/PYD, hem Erdoğan tarafından hem de Barzani tarafından büyük tehdit olarak görülüyor. IŞİD’e karşı mücadelede peşmergenin yetersiz kalması ve PKK’nin sahaya inerek Kürt halkını koruması, Güney’de dahi PKK’nin prestijini arttırmış durumda. Hatta Barzani cenahından yapılan açıklamaya göre şu anda 515 köy PKK’nin elinde. PKK’ye karşı mücadele Barzani ve Erdoğan’ı aynı çizgide buluşturuyor.
Barzani’nin görev süresi Ağustos ayında sona erdi fakat başkanlık koltuğunu gasp eden Barzani seçimleri belirsiz bir tarihe erteledi. Yani tıpkı Erdoğan gibi, Barzani de fiili bir darbe yapmış durumda. Seçimlerin belirsiz bir tarihe ertelenmesi, KDP’nin desteğinin azalmış olmasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Erdoğan, PKK/PYD’ye karşı Barzani’yi kullanırken, Barzani de Türkiye ve Suudi Arabistan’dan medet ummaktadır.
Küresel ve bölgesel güçler ittifaklarla, sürtüşmelerle, çatışmalarla Ortadoğu’da nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyorlar. Türkiye de bu paylaşım savaşının taraflarından birisidir ve bu savaştan daha büyük pay kapmak için her türlü çılgınlığı yapabilecek durumdadır.
“Bugün yaşanan süreç, kapitalizmin dünya çapında gelişmekte olan genel krizi ortamında, büyük güçler arasındaki hegemonya ve paylaşım savaşıdır. Emperyalist piramidin daha alt basamaklarında bulunan ve bu anlamda alt-emperyalist bir güç olan Türkiye kapitalizmi de bu savaşa dâhil olmuştur ve etki alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bu bakımdan onun önceliği, liberal aydınların sandığı gibi demokrasiyi geliştirmek vb. değil, kendi nüfuz alanını genişletmektir. Bu süreçte Türkiye’nin kuracağı ittifaklar ve katılacağı bloklar da bu paylaşım savaşının seyrine göre değişiklik gösterecektir elbette.” (Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP, 27 Kasım 2012)
Bugün tam da bu doğrultuda, AKP’nin ideolojik merkezlerinde Türkiye’nin (AKP’nin) politikalarının sorgulanmaması gerektiği, Türkiye’nin var olma savaşı verdiği tezi işleniyor. Emekçi kitleler iktidarın yayılmacı politikalarının arkasına yedeklenmeye çalışılıyor. Emperyalist paylaşım savaşının tozu dumanı arasında emekçilerin gerçek çözümün nereden geçtiğini görmeleri engellenmek isteniyor. Bu gerçekler karşısında, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi yükseltilmezse bölgede tansiyonun giderek artacağı ve savaşın kızıştıkça kızışacağı açıktır.
link: Suphi Koray, Türkiye’nin Musul Hamlesi, 18 Aralık 2015, https://marksist.net/node/4735
Fransa Seçimleri: Tehlike Geçti mi?
Örgütsüz İşçilerin Bağımsız Düşünceleri Olur mu?