Marksizm bir üretim tarzının temel belirleyicisinin son tahlilde ekonomik altyapı olduğunu açıklığa kavuşturmuştur. Böylece, farklı üretim tarzlarının özelliklerinin kavranabilmesi için altyapıyı oluşturan üretici güçler ve üretim ilişkilerinin incelenmesinin gereği ve önemi de gözler önüne serilmiştir. Her bir üretim tarzı ya da bir başka deyişle her bir sosyo-ekonomik formasyon, ekonomik altyapı ile bunun üzerinde yükselen ve devlet, siyaset, hukuk, kültür, din gibi çeşitli alanları kapsayan üstyapının birliğinden oluşur. Bu birliğin ekonomik-ideolojik-siyasal-sosyal çeşitli boyutlarıyla doğru şekilde çözümlenebilmesi için, altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkinin diyalektik tarzda ele alınması zorunludur.
Kapitalist üretim tarzı da, kapitalist ekonomik temel ile bu ekonomik temelin tarihsel gelişme içinde belirlediği kapitalist üstyapının birliğinden müteşekkildir. Evet, altyapı son tahlilde belirleyicidir. Ancak bu önemli hususun gerçekliğin ötesine taşan biçimde tek yönlü algılanmaması da bir o derece önem taşır. Zira üstyapı, ekonomik temelin pasif bir belirleneni değildir. Altyapı ve üstyapı arasında karşılıklı etkileşime dayanan diyalektik bir ilişki vardır. Bir üstyapı kurumu olan devlet, ideoloji vb. ekonomik altyapı tarafından belirlendiği gibi, üstyapının unsurları altyapı üzerinde etkide bulunarak ekonominin hızını, gidişatını vb. değiştirebilir. Ayrıca, üstyapıda yer alan burjuva devletin baskı aygıtları burjuvazinin egemenliğini sürdürebilmesi için ne derece elzem ve önemliyse, ideolojinin ve ideolojik aygıtların bu açıdan oynadığı rol de muazzamdır.
Bu gerçeklik, günümüzde kapitalizmin tarihsel krizine bağlı olarak, Türkiye başta, çeşitli kapitalist ülkelerde yaşanan otoriterleşme koşullarında daha da büyük bir önem taşıyor. Kapitalizmin sistem krizinin neden olduğu emperyalist savaşlar, günümüze özgü biçimler altında cereyan eden parçalı bir Üçüncü Dünya Savaşı niteliğiyle yaygınlaşıyor ve buna burjuvazinin ideolojik cephede yükselttiği savaş eşlik ediyor. Türkiye’de burjuva rejimdeki otoriterleşme, Erdoğan’ın hegemonyasında gelişen ve 7 Haziran seçimlerinden 1 Kasım seçimlerine ilerleyerek devam eden olaylarda somutlanıyor. Bu otoriterleşme süreci, kitlelere karşı yalnızca devletin baskı aygıtlarıyla değil ideolojik aygıtlarıyla da tam gaz yürütülen saldırılarla ilerliyor. Geniş işçi ve emekçi kitlelerin yaşamını doğrudan tehdit eden bu gelişmeler, günümüz emperyalist savaş koşullarında burjuva ideolojik aygıtların ne denli önemli bir rol oynadığını tartışma götürmez biçimde gözler önüne sermektedir.
İdeolojik aygıtların önemi
Kapitalist sömürü, kapitalizmin ekonomik temelini oluşturan üretim sürecinde işçiyle patron arasındaki üretim ilişkisinin niteliğinden kaynaklanır. Bunu yaratan da, üreticiyi patrona artı-değer üreten bir ücretli-köleye dönüştüren kapitalist mülkiyet ilişkileridir. Kapitalist üretici güçler, kapitalist üretim ilişkileri ve buradan türeyen kapitalist sömürü olgusu, bütün bunlar toplumsal yaşamda son tahlilde belirleyici faktörlerdir. Kapitalist üstyapının unsurları olan burjuva devlet, burjuva hukuk ve burjuva ideolojisi de esasen bu faktörler tarafından belirlenmiştir. Tüm bu üstyapı bileşenleri, kapitalist üretim ilişkilerinin ya da mülkiyet ilişkilerinin sürdürülmesi ve güvence altına alınması doğrultusunda oluşmuş tarihsel olgulardır.
Kapitalist toplumda işgücü sahiplerinin bunu üretim araçları sahiplerine satması, eşitsiz koşullarda gerçekleşen bir ticari alışveriştir. Eski tarihsel dönemlerle kıyaslanacak olursa, eski toplumlardaki üretim sürecine eşlik eden ekonomi dışı zor, kapitalist toplumda yerini işçiyle işveren arasındaki işsözleşmelerine (kuşkusuz işçi açısından eşitsiz koşullarda yapılan) bırakmıştır. Bu nedenle, kapitalist toplumda ekonomik sömürü, üreticilerin sırtında patlayan kırbaçlar eşliğinde yürüyen bir sistem olmaktan çıkmıştır. Ne var ki, kapitalizmin ekonomik zoru nedeniyle işçi aslında bir ücretli-köle olarak varlığını sürdürmektedir.
Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte toplumsal ve siyasal alanda da büyük kapsamda değişimler yaşanmıştır. Kapitalist toplumlarda burjuvazinin egemenlik sistemi, tarihsel ilerleyiş içinde genelde burjuva parlamenter yönetim biçimlerine bürünmüş ve bu temelde burjuva demokrasisi diye bildiğimiz devlet biçimlenmesi de yaygınlaşmıştır. Ne var ki, sınıflı bir toplum olarak kapitalizmde devlet tüm biçimleriyle (burjuva demokrasisi de dahil) sömürülenler açısından bir diktatörlüktür, burjuvazinin işçi-emekçi kitleler üzerindeki egemenlik aracıdır. Burjuvazi bu egemenliğini devletin baskı aygıtları ve ideolojik aygıtları vasıtasıyla sürdürür. Kapitalist üretim süreci gelişip yaygınlaştığı ölçüde, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde ideolojik aygıtların oynadığı rol büyür. Nitekim tüm kapitalist ülkelerde burjuva düzen, kendi hegemonyası altına aldığı yeni teknolojilerin de yardımıyla, dünden bugüne ideolojik aygıtlarını muazzam ölçüde geliştirip tahkim etmiştir.
Genel bir yasa olarak, kendi üretim ilişkilerinin koşullarını, varlığının toplumsal ve maddi koşullarını yeniden üretemeyen bir sistem ayakta kalamaz. Kapitalist sistem de kapitalist üretim ilişkilerini yeniden ve yeniden üretebildiği sürece varlığını sürdürebilir. Marx’ın Kapital çözümlemelerinde ayrıntılı biçimde açıklığa kavuşturduğu üzere, kapitalist üretim süreci üretim araçlarının ve işgücünün yeniden üretim sürecidir. Cansız emek biçimine bürünmüş olan üretim araçları kapitalistlerin mülkiyeti altında her an emre amadedir, fakat üretim sürecinin canlı emek bileşeni açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Canlı emek makine değildir ve üretim sürecindeki makineden farklı olarak insan, kapitalist üretim koşullarına isyan edebilir.
Bu durum kapitalistler açısından her an bir olasılıktır ve tehdidin gerçekliğe döndüğü anlarda, işçilerin üzerine devletin baskı aygıtlarını sürmek kapitalizmin yasasıdır. Ancak, burjuva düzen kendi varlığını garanti altına alabilmek bakımından, daha tehditler oluşmadan, önleyici yöntemlerle (ideolojik mekanizmalarla) kitleleri kontrol altında tutmaya da muhtaçtır. Kısacası, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimi kapitalist egemenlik ilişkilerinin yeniden üretiminden ayrı düşünülemez ve bunun sağlanabilmesi için kapitalist devletin baskı aygıtlarına duyulan ihtiyaç kadar ideolojik aygıtlara duyulan ihtiyaç da muazzamdır. Bu nedenle diyebiliriz ki, burjuva ideolojisinin egemenliğini özelde işçi sınıfı ve genelde kitleler üzerinde yeniden üretmeyi başaramayan bir kapitalizm yaşayamaz. O halde, kapitalist üretim sürecinin devamını sağlayan mekanizmaları kavrayabilmek için burjuva devletin egemenlik aygıtlarını bir bütün olarak dikkate almak gereklidir.
Kapitalist devlet, egemen burjuvazinin işçi-emekçi kitleler üzerindeki baskı aracıdır. Devletin baskı aygıtları, polis, ordu, mahkemeler, hapishaneler vb. gibi kurumlarda somutlanır. Burjuva düzenin ideolojik aygıtları ise kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesine hizmet eden ve eğitim, din, hukuk, siyaset, medya, kültür, aile vb. gibi geniş bir alana yayılmış çeşitli kurumları kapsar. Devletin baskı aygıtları kamusal alanı merkezi düzeyde kontrol eden bir karaktere sahiptir. Oysa ideolojik aygıtlar toplumun özeline ve hücrelerine yayılan, düzen yanlısı sendikalardan siyasi partilere, çeşitli sivil toplum kuruluşlarından aile kurumuna dek, egemen burjuva ideolojisinin yeniden üretimine ve toplumca benimsenmesine hizmet eden niteliktedir. Devletin baskı aygıtları burjuva düzenin egemenliğini korumak ve sürdürmek üzere zor kullanımı temelinde işlevini yerine getirirken, ideolojik aygıtlar ise yine aynı amaca hizmet etmek üzere ideoloji kullanımı temelinde işlerler.
Genel anlamıyla ifade edecek olursak, ideoloji, toplumdaki kişilerin ya da grupların zihnine egemen olan fikirler sistemidir. Marksizm, toplumun maddi güçlerini yöneten sınıfın aynı zamanda entelektüel güçlerini de yönettiğini açıklığa kavuşturmuştur. Maddi üretim güçlerinin mülkiyetine sahip sınıf, zihinsel üretimi de denetimi altına alır. Bu temelde, genelde bir toplumda egemen olan fikirler egemen sınıfın fikirleridir. Burjuva toplumda ideolojik aygıtların temel amacı, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini mümkün kılacak bir düşünce sistemini toplumda egemen kılmaktır. Örnekse, kapitalist eğitim sistemi burjuva düzenin çıkarları ve kapitalist üretim sürecinin gerekleri doğrultusunda insan malzemesini biçimlendirir. Bu temelde kimileri burjuva devlet kurumları ve kapitalist işletmeler için üst bürokrat ve yöneticiler olarak eğitilir ve yetiştirilirken, milyonlarca insan kapitalist üretim sürecinin ihtiyaç duyduğu çeşitli vasıf ve nitelikteki ücretli-köleler olarak kapitalist piyasaya sürülür.
Burjuva düzende eğitim sistemi, öğrencilere çeşitli düzeyde bilgi ve tekniklerin yanı sıra ve daha önemlisi burjuva düzenin bekası açısından uyulması gereken çeşitli kuralları benimsetmekte ve burjuva düzeni olumlayan bir etik anlayışı empoze etmektedir. Keza dini kurumlar ve aile kurumu için de genelde aynı şeyleri ifade edebiliriz. Bu gerçekler hesaba katıldığında, kapitalist yeniden üretim süreci yalnızca işgücünün niteliksel ve fiziksel açıdan yeniden üretim süreci olmakla kalmayıp kitlelerin egemen burjuva ideolojisine boyun eğmelerinin de yeniden üretildiği bir süreç olmaktadır. Kapitalizmde ideolojik aygıtlar arasında örneğin siyasi partilerin ve medyanın rolünün ne denli büyük olduğu bilinir. Ne var ki kişinin dünya görüşünü, alışkanlıklarını vb. burjuva düzenin çıkarları açısından daha beşikten temel eğitime dek biçimlendiren ve yerleşik kılan başlıca iki ideolojik kurum aslında okul ve ailedir.
Kitle psikolojisinin oluşturulması
Burjuva ideolojik aygıtların en önemli faaliyetlerinden biri burjuvazinin çıkarları doğrultusunda düşünce, kanaat, yorum, yalan ve imaj üretimidir. Bu ürünleri yayan propaganda, psikolojik savaş yöntemlerinden biridir ve böylece kitlelerin algısı manipüle edilerek arzulanan kitle psikolojisi oluşturulur. Burjuva ideolojik aygıtların propaganda bombardımanı altında algıları biçimlenen ve gerçek bilgi kaynaklarına ulaşamayan kitleler, vicdanları titretecek en can yakıcı olayları dahi iktidarın empoze ettiği açıdan görebilirler. Normalde barışçı bir atmosferi arzu edecek kitleler, özellikle olağanüstü rejim dönemlerine eşlik eden kara propagandalar temelinde haksız savaşlara alkış tutan bir çılgınlığa sürüklenebilirler. Kitleler kendi yaşamlarını cehenneme çeviren sorunların, tepelerine çöreklenmiş burjuva iktidarlardan değil de çeşitli komplolarla ülkeyi zayıflatmaya çalışan iç ve dış düşmanlardan kaynaklandığı yalanına kanabilirler.
Aslında kitleleri mevcut burjuva erk sisteminin sürmesi konusunda ikna etmenin pozitif yöntemi, onların çıkarlarıyla uyumlu iyileştirmeler yapmaktır. Ne var ki kapitalist sistemin krizi derinleştikçe, iyileştirmeler bir yana mevcut kazanımları yok eden ve sosyal fonlarda kesintileri arttıran uygulamalar egemen kılınır. Bu nedenle burjuvazi, büyük kriz ve savaş dönemlerinde kitleleri kontrol altında tutabilmek için negatif ikna yöntemini yaygınlaştırır. Bu yöntem, gerçeklere ulaşım yolları tıkanmış kitlelerin algısını çeşitli tertip ve yalanlar temelinde yaratılan ortak düşman tehdidi etrafında kilitleyip felçleştirme yöntemidir. Kapitalist dünya, büyük krizlere eşlik eden emperyalist savaş dönemlerinde bu yöntemin çeşitlemelerine tanık olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı döneminde ABD’de 1916’da ikinci kez başkan seçilen Woodrow Wilson hükümeti, “Creel Komisyonu” adıyla bir propaganda aygıtı oluşturmuştu. Bu aygıtın ideologlarından biri de dönemin ünlü liberal Amerikalı gazetecisi Walter Lippmann’dı. Politik propaganda stratejisinin temellerini atan Lippmann, yeni propaganda yöntemleriyle halka istemediği bir şeyin de pekâlâ kabul ettirilebileceğini savunuyordu. Lippmann, demokratik işleyiş dışında yalan-dolanla “rıza üretilmesi”ne, kitlelerin olan biteni pasifçe izler duruma düşürülmesine, kısacası kitleler açısından bir “seyirci demokrasisi” yaratılmasına dayanan bu yöntemini “demokrasi sanatında devrim” adıyla piyasaya sürmüştü.
Aslında Lippmann’ın icadına benzeyen ideolojik ataklar, burjuva demokrasisinde kapitalizmin burjuva devrimler dönemine oranla gerçekleşen daralmanın açık bir itirafıdır. Creel Komisyonu, barış isteyen Amerikan halkını altı ay gibi kısa bir süre içinde azılı Alman düşmanlığıyla bezeli savaş histerisine sürükleyebilmiştir. (Bu tarihsel örnek, Türkiye’de 7 Haziran seçimleri öncesinde Kürt sorununda çözüm ve barış arzu eden insanların, 10 Ekim Ankara katliamı sonrasında Erdoğan başkanlığında yürütülen çarpıtma ve politik propaganda kampanyasıyla nasıl da haksız ve kanlı savaş politikalarının destekçisi durumuna getirildiğine ışık tutuyor.)
İkinci Dünya Savaşı döneminde de benzer örnekler yaşandı. 1929 Büyük Buhranını izleyen dönemde önemli işçi mücadeleleri neticesinde ABD’de 1935 yılında yeni sendikal haklar kabul edilmişti ve sendikal mücadele de bu temelde yükseliş kaydediyordu. En önemlisi, işçiler yaşadıkları deneyler temelinde kurtuluşlarının örgütlenmekten geçtiğini bilinçlerine kazıyorlardı. Burjuvazi bu durumun tersine çevrilmesi için düğmeye bastı, örgütlenmenin ve sendikal mücadelenin yıkıcı bir faaliyet olduğu yolunda bir kitle algısının yaratılması için burjuva ideolojik aygıtlar, halkla ilişkiler endüstrisi harekete geçirildi. Böylece İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’de sendikalı işçi sayısı düşmeye başladı. İşçileri geriletmek ve patlak veren grevleri bastırmak için burjuvazi açık devlet şiddetini değil, ideolojik aygıtların yarattığı toplumsal baskı mekanizmalarını harekete geçirmişti. Grevci işçileri halkın ortak çıkarlarına zarar veren yıkıcılar, bozguncular olarak göstermeye odaklı bir kitle psikolojisi yaratma seferberliği etkili olmuştu.
Daha çarpıcı örnekler olarak, vaktiyle faşist Mussolini İtalyasında veya Hitler faşizmi döneminde Almanya’da yaşananlar hatırlanabilir. Sistematik yalanlar yayarak kitle psikolojisi oluşturma konusunda en önde gelen örneklerden biri olan faşist Goebbels, Hitler’in “Halkı Aydınlatma ve Propaganda” bakanı idi. Goebbels Alman halkını, milyonlarca insanı en acımasız ölümlere sürükleyen bir kanlı savaşa hazır hale getirmek için kara propaganda kampanyalarını başarıyla yürüttü. Çağının en büyük yalancısı olarak tarihe geçen Goebbels, propaganda tekniklerini “Bir yalanı bin defa söylerseniz yalan yalan olmaktan çıkar, gerçeğin ta kendisi olur” ve benzeri on yedi temel ilke üzerine inşa etmişti. Kitlesel propagandanın “Büyük Yalan” tekniğini kullanmadaki ustalığıyla ünlenen Goebbels, Nazi Almanyasında kitleleri faşist rejimin acımasız uygulamaları karşısında pasifize etmek için topluma başta Yahudi düşmanlığı olmak üzere Çingene, sakat, eşcinsel vb. düşmanlığını empoze etmişti.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist sistemin hegemon gücü ABD, bir yandan dünya halklarını “demokrasi” nutuklarına boğarken, diğer yandan yalan teknikleriyle kitle psikolojisi oluşturma faaliyetini sürdürdü. Bu döneme damgasını basan, başta Amerikan halkı olmak üzere kapitalist dünya genelinde kitleleri Sovyetler Birliği temelinde yaratılan komünizm öcüsüyle ve soğuk savaşın simgesi nükleer savaş tehdidiyle korkutup sindirmek oldu. Zaman içinde kapitalist dünyada ABD öncülüğünde koskoca bir halkla ilişkiler endüstrisi biçimlendirildi. Sosyal, siyasal, endüstriyel çeşitli alanlarda kitlelerin manipüle edilebilmesi için üniversitelerde “halkla ilişkiler” kürsüleri tesis edildi.
ABD’de halkla ilişkiler endüstrisinin kurucularından biri, daha önce sözünü ettiğimiz Creel Komisyonundan gelme Edward Bernays (1891-1995) adlı kişiydi. Bernays modern propagandanın öncüsü olarak anılan, kitle psikolojisi ve kitle ikna yöntemlerini çeşitli burjuva kurumların ve siyasal organizasyonların ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmış ünlü halkla ilişkiler uzmanıydı. Siyasal alanda oluşturduğu kitle algısı kadar, endüstriyel alanda meta satışlarını fırlatmak üzere yeni kitle algıları yaratmakla da ünlüydü Bernays. Siyasal alandan bir örnek vermek gerekirse, Bernays, daralan burjuva demokrasisini siyasal pazarda “örnek Amerikan demokrasisi” diye satan ideologların önde gelenlerindendi. Bu “demokrasinin” halka kabul ettirilmesi için, Bernays’ın “razı etme mühendisleri” olarak nitelediği güçlü burjuva iş sahipleri kampanyalar yürütmeli ve halkı hizaya getirmek üzere halk devamlı dış düşmanlara karşı kışkırtılmalı, korkutulmalıydı.
Kapitalist “halkla ilişkiler” endüstrisinin amacı, bu endüstrinin kurucusu Amerikalı ideologlar tarafından, Sovyetler Birliği’nden kaynaklanan “komünizm tehdidi”ne karşı “halkın aklını denetlemek” diye nitelenmişti. Ne var ki 90’lara gelindiğinde Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki bürokratik rejimler eski propaganda motifleriyle birlikte çöktü. Dünya üzerinde tüm pisliğiyle tek başına kalan kapitalist sistem, bu kez kitleleri ortak bir düşman tehdidiyle uyutabilmek için yeni bir yalan motifine ihtiyaç duyacaktı. Bu ihtiyacı karşılamak amacıyla yaratılan “öcü”, “uluslararası terör tehdidi” oldu. ABD ideologları, “medeniyetler çatışması”, “şeytan Saddam”, “uluslararası terör örgütleri”, “İslam tehdidi” vb. gibi propaganda motifleri eşliğinde Büyük Yalan tekniğine dayanan küresel bir ideolojik saldırı dönemi başlattılar. Milyarlar harcanan film sanayiinin beyin yıkayan ürünlerinden tutun da “uluslararası terör tehdidi” propagandasını inandırıcı kılacak çevreleri örgütlemeye, onlara para ve silah akıtmaya, bizzat devlet eliyle provokasyonlar düzenlemeye varana dek, her yola başvurularak ve her yol mübah sayılarak kitlelerin psikolojisi ve algısı burjuva egemenlerin kıyıcı emellerine hazır hale getirildi.
Kitleleri korkutarak pasifleştirme yöntemi günümüz burjuva ideolojik aygıtları tarafından o denli sistematik ve yaygın biçimde kullanılmaktadır ki, tüm kapitalist ülkelerde kitlelerin psikolojisini sakatlayan bir “korku toplumu” yaratılmıştır. Bütün bu gelişmeler aslında kapitalizmin içine düştüğü tarihsel sistem krizine eşlik eden büyük bir savaş döneminin özellikleridir. Nitekim uzun süredir ifade ettiğimiz üzere, günümüzde bir Üçüncü Dünya Savaşı yaşanmaktadır. Bu savaş aslında Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takiben Balkanlar’da yürüyen paylaşım savaşıyla başlamıştır. Tarihin bu son kesitinde, günümüz koşullarına uygun yöntem ve araçlarla zincirleme biçimde yaşanmakta olan emperyalist savaşlar yeni tipten bir dünya savaşının parçalarıdırlar. Dünyanın çeşitli bölgelerinde ve noktalarında yaşanan ve emperyalist güçlerin hedef saptırarak “uluslararası terör” saldırıları olarak nitelediği olaylar, gerçekte Ortadoğu’yu bir cehenneme çevirerek ilerleyen ve giderek alevleri Avrupa ülkelerinin kentlerini de yalayarak gelişen Üçüncü Dünya Savaşının tezahürleridir.
Daralan burjuva demokrasisi
Burjuva devlet, burjuva demokrasisi diye nitelediğimiz olağan işleyişinde bile özünde egemen sınıf için demokrasi, fakat sömürülen-ezilen kitleler için bir diktatörlüktür. Burjuva devletin bu diktatör niteliği en açık olarak, işçi ve emekçi kitlelerin düzene karşı isyanlarını bastırmaya yönelen olağanüstü rejim dönemlerinde ortaya çıkar. Bonapartizm ve faşizm gibi olağanüstü burjuva rejimler, geniş kitlelerin mücadelesini baltalamaya dönük bir kitle psikolojisi yaratma konusunda da olağan burjuva işleyişlerin çok ötesine geçen örnekler vermişlerdir, vermektedirler.
Olağan burjuva yönetim dönemlerinde burjuva ideolojisinin başlıca rolü, burjuva demokrasisini sanki kitlelerin tümünü eşit biçimde kucaklayan bir idealmiş gibi kitlelere empoze etmektir. Böylece burjuva parlamenter sistem, kitlelerin siyasi beklentilerini karşılayan bir yönetim sistemiymiş gibi yeniden üretilir ve kendi yasallığı çerçevesinde işler. Mevcut yönetime karşı kitlelerin rızasını yaratmak ve sürdürmek mümkün olduğu sürece (düzeni sarsan savaş koşulları, siyasi kriz ortamları, devrimci durumlar vb. gibi olağanüstü dönemler hariç), burjuvazi baskı aygıtlarının zoruna yoğun biçimde başvurmadan da egemenliğini sürdürebilir. Fakat her ne olursa olsun, kapitalizm yol aldıkça eski dönemlere oranla devletin baskı aygıtları da alabildiğine büyür, gelişir ve güçlenir. Ne var ki kapitalizm altında sağlanan teknolojik ilerleme yalnızca devletin baskı aygıtlarını modernleştirmeye, militarist yükselişe paralel olarak savaş makinasını daha da ölümcül kılmaya hizmet etmez. Zamanla ideolojik aygıtların önemi ve kitleler üzerindeki gücü de geçmişle kıyas edilemeyecek ölçüde muazzam artar.
Kitlelerin burjuva düzenin işleyişine rızası gibi görünen olgu, işin aslında ideolojik bir zor sistemi gibidir. Hele günümüzde burjuvazinin hizmetindeki modern teknoloji sayesinde, burjuva egemenlik sisteminin ideolojik aygıtları kitleleri sinsice zapturapt altına alıp robotlaştıran bir zorbalık sistemine dönüşmüştür. Orwell’ın 1984 yapıtında tasvir ettiklerini çağrıştırır biçimde, egemen finans kapital yüksek teknolojili aygıtlar eşliğinde Büyük Birader misali toplumu tepedeki kontrol odasından yönetip gütmektedir. Toplumsal olgular da taşıdıkları adların zıddını ifade eder hale gelmiştir. Örnek olarak “bilgi toplumu” argümanı ele alınabilir. Yeni teknolojilere bakıldığında, kitlelerin bilgi kaynaklarına ulaşması kuşkusuz eskiye oranla daha kolay ve yaygın görünmektedir. Ancak modern teknoloji burjuvazinin hegemonyası altında olduğu ölçüde, bilgi üretimi ve sunumu esasen burjuvazinin kontrolü altındadır. O nedenle günümüzde ortalama insan yeni teknolojlerin kullanımı sayesinde bilgilendiğini sanırken, işin aslında ve genelinde burjuvazinin egemenliği altında alıklaşmaktadır. Kitlelerin burjuva iktidarlar karşısında aktif bir tutum alabilmesini engelleyen bu durum, emperyalizm çağında burjuva demokrasisinin gericileşmesinin tezahürlerinden biridir.
Olağan burjuva işleyişler altında bile muazzam boyutlara ulaşan ve çeşitlenen kitle psikolojisi üretme teknikleri açısından ABD başı çekmektedir. ABD, kitleleri her an sistematik biçimde korkutarak sinmiş vaziyette tutmak ve toplumu zamanla bu duruma alıştırarak kapitalist yaşam tarzını sorgulamaktan uzaklaştırmak için gereken tekniklerin üretilip yaygınlaştırılmasında uzmanlaşmıştır. Kitleleri genel bir korku psikolojisine sürükleyerek paralize etmek için gereken yeni “şeytanlar” önce ABD’de üretilerek kapitalist pazara yayılır ve diğer ülkelere transfer edilir. Kitlelerin düzene başkaldırısını engellemek için, yeni teknolojilerin de yardımıyla toplum kendisine burjuva medya tarafından sunulanı pasifçe izleme moduna sokulur. Pasifleştirilmek ve böylece kontrol altına alınmak istenen kitlelerin yaşamının ta içine süper lig maçları, çeşitli televizyon dizileri ve onları gerçek savaş görüntülerine kanıksatarak vicdanlarını dumura uğratacak şiddet filmleri enjekte edilir. İşçi-emekçi kitlelerin “boş vakti” de böylece burjuva egemenler tarafından denetim altına alınır.
Günümüzde ABD ya da Türkiye fark etmez, kapitalizmin hizmetindeki yeni teknolojiler burjuva egemenlerin kendi kontrollerinde robot bir toplum yaratmalarının aracı kılınmıştır. İlk bakışta masum gibi görünen kitle eğlence araçları ve en önemlisi de sosyal medya, beyinleri düşünme ve sorgulama noktasından uzaklaştırmak, insanları uyuşturarak ya da korkutarak felçleştirmek için burjuvaziye hizmet eden muazzam endüstrilere dönüştürülmüştür. Tüm kapitalist ülkelerde burjuva ideolojik aygıtlar, okulundan gazetesine, TV programlarına dek, yine burjuva egemenlerin çıkarları doğrultusunda bir resmi tarih yazımında ve yayınında uzmanlaşmıştır. Böylece bu idelojik kanallardan topluma çarpıtılmış ve gerçekleri inkâr eden bir tarih empoze edilmektedir. Örnekse, Türkiye’de Kürt halkına veya Ermenilere yönelik yalan tarih yazım ve yayınıyla kitleler yıllardır kandırılmakta ve böylece tarih içinde birikmiş sorunların demokratik yollarla çözümüne düşman kılınabilmektedirler.
Değindiğimiz tüm bu hususlar, yalnızca otoriter ve totaliter burjuva rejimler altında değil, olağan dediğimiz burjuva rejimlerin olağan uygulamaları olarak da artık yerleşik bir karakter kazanmış durumdadır. Yıllardır kitlelere ideal bir demokrasi olarak yutturulan ABD’deki iki partili ve devlet başkanlı siyasal rejim altındaki işleyiş, burjuva demokratik sistemin genelde nasıl daralmış olduğunun en çarpıcı örneğini vermektedir. Günümüzde ABD’den Türkiye’ye çeşitli örneklerle gözler önüne serildiği gibi, kitlelerin kontrol altında tutulması için bir yandan burjuva ideolojik aygıtların kampanyalarına hız verilirken, her şeye rağmen baskılara boyun eğmeyip mücadele eden güçler ve sosyalistler ise burjuva devlet aygıtının açık şiddetinin, kurşunların, bombaların hedefi haline getirilmektedir.
Günümüz Türkiyesi
Burjuva düzenin olağan işleyiş dönemlerinde ideolojik aygıtlar toplumda görece istikrar ve huzurlu bir gelecek beklentisi yaratan bir psikoloji oluşturabilmektedir. Ne var ki kapitalist sistemin derin krizlerinin burjuva düzeni sarsmaya başladığı ve emperyalist savaşın ortalığı kasıp kavurduğu olağanüstü dönemlerde, burjuva siyaset dünyasına da olağanüstü uygulamalar damgasını basmaya başlar. Kuşkusuz sonucu belirleyecek olan, somutta burjuva iktidarların sıkışmışlığının derecesi, iç ve dış güçler dengesi ve işçi-emekçi kitlelerin mücadele düzeyi gibi faktörler olacaktır.
Bugün Türkiye’de, sözünü ettiğimiz tüm bu hususları yakıcı biçimde siyasi gündeme yerleştirmiş bulunan bir süreç yaşanıyor. 2011 dönemeci öncesinde askeri vesayet rejimini geriletmekle, demokratik açılımlarla övünen Erdoğan iktidarı, şimdi Türkiye toplumunu tek lider sultasında simgelenen bir sivil vesayet altına almıştır. Paralelciler bahanesiyle yürütülen operasyonlar neticesinde polis teşkilatının altı üstüne getirilirken, fiili Başkan Erdoğan kendine bağlı bir polis teşkilatı yaratmış ve polis devleti uygulamalarını yoğunlaştırmıştır. Türkiye’de kitle algısıyla oynanarak korku toplumu yaratılmıştır. Uyguladıkları her türlü melanete rağmen, eğer kendilerine karşı çıkılırsa felâket olacağı yolunda bir kitle psikolojisi yaratmak otoriter rejimlerin ortak karakteridir. Pozitif uygulamalarla toplumsal destek sağlamak mümkün olmadığında, egemenler korku ve dehşet salma temelinde bir “istikrar” yanılsaması yaratırlar.
Bugüne kadar askeri darbelere, askeri-faşist rejime tanık olan Türkiye, şimdi de Erdoğan’ın başkanlık macerası yolunda sivil bir otoriterleşmeye, bu temelden yükselen faşizan uygulamalara sahne olmaktadır. Erdoğan iktidarı, Kürt halkına karşı yürütülen savaşı kitlelere dayatabilmek için toplumu alabildiğine kutuplaştırmakta ve toplumu Kürt düşmanlığıyla, milliyetçilikle zehirlemektedir. Çok çarpıcı ve o oranda da acı bir örnek olarak, ne yazık ki fabrikalardaki işçilere uzanan biçimde, toplumun önemli bir bölümüne bir “vicdan tutulması” yaşatılmış ve Ankara’da 10 Ekim katliamında parçalanan onlarca güzel ve yiğit insanın ardından “oh oldu” dedirtilebilmiştir.
Türkiye’de 2011 dönemecinden sonra yaşanan bir otoriterleşme süreci söz konusudur ve esasen günün temel sorunu Erdoğan’ın fiili başkanlığında somutlanan olağanüstü rejim tırmanışına karşı mücadeleyi yükseltmektir. Marksist Tutum’un sayfalarında çeşitli kereler dile getirildiği üzere, Erdoğan’ın bir Bonapart olduğuna hiç kuşku yoktur. Her burjuva Bonapart’ın gönlünde yattığı gibi onun da emeli, yürütmenin mutlak kontrolünü ele geçirip, yasama ve yargının denetimini de tamamen kendisine bağlayarak burjuva rejimin tek egemeni olabilmektir. Fransa’da 1851 yılında bir hükümet darbesiyle iktidarda tekelini kuran yeğen Bonapart’tan faşist Mussolini ve Hitler’e varana dek, tüm olağanüstü rejim başkanları amaçlarına ulaşabilmek için burjuva parlamenter düzenin yasallığını çiğneyen uygulamalar zincirine başvurmuşlardır. Tamamen kendilerine bağlı özel örgütlenmeler, birlikler vb. yaratmışlardır.
Bonapart Erdoğan örneğinde bu dediklerimizin somutlandığı halkalar, siyasi kurumlardan medyasına, ticari şirketlerden vakıflara dek “Paralelciler” adı altında yürütülen operasyonlardır; 7 Haziran seçimlerinin meşruluğunun keyfi biçimde tanınmamasından 1 Kasım seçimlerinin şaibeli sonuçlarına uzanan uygulamalardır. Erdoğan’ı ufak yollu eleştirenlerden siyasi muarızlarına, sosyalist örgütlerden ezilen halkın mücadele örgütlerine dek yöneltilen saldırılar, katliamlardır. Vaktiyle Fransa’da kendi şahsi iktidarını kurmak için hırsız ve uğursuzlardan “10 Aralık Derneği” adlı özel bir birlik devşiren yeğen Bonapart’ı hatırlatırcasına, “Osmanlı Ocakları”nın örgütlenmesidir. Polis ve istihbaratı Başkan’a bağlayan adımlardır. Tüm bunlar, Bonapartlaşan Erdoğan’ın burjuva rejimi kendi tek kişi liderliği altında Bonapartist bir rejim olarak biçimlendirdiği bir sürecin çok ciddi halkalarını oluşturuyor.
Henüz Erdoğan resmen başkan seçilmiş değildir, fakat fiili başkanlığını ilan etmiştir ve bunu da topluma kendi üslubuyla dayatmıştır. 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımayan ve seçilmiş parlamentodan bir hükümet oluşturmak yerine kendine bağlı bir “savaş hükümeti” kurarak toplumu şaibeli bir seçime sürükleyen Erdoğan’ın bu yaptığı pekâlâ bir “sivil darbe” olarak adlandırılabilir. O kritik dönemeç noktasında, 7 Haziran parlamentosunun AKP dışındaki siyasi güçleri Erdoğan’ın bu sivil darbe girişimini engelleyecek bir yol tutamamışlardır. Böylece 1 Kasım seçim kararına meşruiyet bahşederek Erdoğan’ın tek parti iktidarının yolunu açmışlardır. Bu gerçeklik karşısında diyebiliriz ki, Bonapartlaşan Erdoğan kendi kişi iktidarını ve kendine bağlı polis devletini kurma yolunda adım adım ilerleyerek burjuva rejimi de fiilen Bonapartlaştırmıştır. Şimdi sıra onun yasal ve anayasal (biçimsel) kılıfının hazırlığına gelmiştir. Kuşkusuz, kriz, savaş ve emperyalist güçler arası çatışmalarla ilerleyen bu süreç her türlü sürprize açıktır. Ancak tehlike büyüktür ve bu tehlikeye karşı mücadelenin önemi ve yakıcılığı fazla sözü gerektirmeyecek denli ortadadır.
Kapitalist sistem krizinin derinleşmesine ve emperyalist savaşların yaygınlaşmasına bağlı olarak dünya genelinde tanık olduğumuz otoriterleşme eğilimleri bir yana, artık çürüyen kapitalizmin çürüyen burjuva rejimler yarattığı son derece açık bir gerçektir. Demokrasi isteyen, kendisini kusursuz işleyecek burjuva demokrasisi hayalleriyle kandırmak yerine, kapitalizme karşı mücadeleye katılmalıdır. Demokrasi ve barış ancak geniş işçi-emekçi kitlelerin kapitalist düzene karşı mücadelesiyle kazanılabilir ve bu amaç doğrultusunda örgütlenmek günümüzün acil görevidir. Unutulmasın ki, bu örgütlü mücadele burjuva devletin baskı ve katliamlarına, burjuva ideolojik aygıtların yarattığı esarete, vicdan ve akıl tutulmasına karşı ayağa dikilmenin de yegâne yolunu oluşturuyor!
30 Kasım 2015
link: Elif Çağlı, Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü, 30 Kasım 2015, https://marksist.net/node/4611