Nisan ayı başında, Avcılar’daki bir gölün yakınında, 16 yaşındaki bir çocuğun cesedi bulundu. Başından kurşunlanarak öldürülmüş bu genç Suriye’den Türkiye’ye göçen Reber Bego idi. 16 yaşındaki Bego için, sosyal medyada ırkçılık, cinsiyetçilik ve düşmanlıkla damgalanmış zihinlerin eseri olarak şöyle sözler söylendi: “Suriyeli pislikleri doldurdunuz ülkenin içine. Allahın belâları her yerdeler. Pis kokulu vatan hainleri! Adam olsalardı kendi ülkelerine sahip çıkarlardı. Yüz binlerce erkek demeye utandığım kadın kılıklılar ülkeyi savunmak yerine kaçmayı tercih ettiler. Bu mikropların kendi vatanlarına hayırları olmamış ki. Bize ne faydaları olacak? Defolup gitmediler!” Bir başka yorum ise şöyle: “Ülkesinde kalıp vatanını savunsaydı en azından onuruyla ölürdü.” Tüm zalimliklerine rağmen bu sözler ne şaşırtıcıdır ne de sadece sosyal medya ile sınırlıdır. Milliyetçi propagandanın hedefi durumundaki işçi sınıfı ve emekçiler arasında da Suriyeli mültecilerin pekâlâ vatanlarında kalabileceği ve onu savunabilecekleri düşüncesi yaygındır.
Sınıflı toplumlarda gerçekler onları kıran, dağıtan, tersyüz eden pek çok prizmadan geçerek, bambaşka görünümlere bürünerek kitlelerin gözü önüne düşüyor. Kana susamış egemenlerin etkili silahı milliyetçilik, örgütsüz yığınlar için olan bitenin esas mahiyetini anlamayı, duygudaşlık kurmayı, başkasının acısıyla acılanmayı, başkasının mücadelesine omuz vermeyi engelliyor. Halklar arasındaki köprüleri aşındırıyor, dinamitliyor. Elbette Suriyeli mültecilere ilişkin olarak toplumun geneline hâkim olan duygu keskin bir düşmanlık değil. Ancak bu şimdilik böyledir. Emperyalist savaşın yayılma eğilimi, egemenlerin milliyetçilik pompası, devletin Kürt sorunundaki ceberut tutumu, artan ölümler, tüm kardeş halklara ve Suriyeli mültecilere karşı düşmanlığın körüklenmesi tehlikesini beraberinde getiriyor. Bu nedenle “orada kalıp vatanlarını savunsalardı” denilen Suriyeliler için meselenin “vatan savunusu” olmadığını işçi sınıfının öncü unsurlarına kavratmak sorumluluğu önümüzde duruyor.
Emperyalist paylaşım kavgasına konu olan Ortadoğu’da çok uzun yıllardır kaos, çatışmalar, savaşlar bitmek bilmiyor. Irak’ta, Yemen’de, Lübnan’da, Filistin’de, Afganistan’da, Pakistan’da çatışmalar durmuyor. Suriye’de 4,5 yıldır yüz binlerce insanın öldüğü kanlı bir iç savaş yaşanıyor. Arka planında emperyalist güçlerin yer aldığı bu iç savaşın alevleri yükselmeden önce Sünni Araplar, Şiiler, Kürtler, Türkmenler, Ezidiler, Nusayriler, çeşitli Hıristiyan azınlıklar Suriye’de birlikte yaşıyordu. Şii-Sünni çatışmasının kapitalist-emperyalist güçler tarafından körüklenmesi, taşeron İslamcı örgütlerin beslenmesi, bölgenin petrol kaynakları bakımından zenginliği, Kürt halkının dört coğrafyaya bölünmüşlüğü gibi faktörler hem Ortadoğu’daki hem de Suriye’deki çelişkileri keskinleştiriyordu.
2011’deki Arap isyanlarının etkisiyle Suriye halkları daha fazla demokrasi ve özgürlük için ayağa kalktılar. Kitle gösterileri hızla yayıldı. Tüm Kuzey Afrika’yı etkisi altına alan değişim umudu Suriye halkını da derinden etkiledi. Ancak kitle hareketi Esad rejiminin ağır baskısına maruz kaldı. İslamcı örgütler, emperyalistler ve açgözlü bölge güçleri, çok büyük bir hızla harekete geçtiler. Kitlelerin örgütsüzlüğünden yararlanarak bu isyanı Esad’ı devirmek için fırsata çevirmeye çalıştılar. Giderek daha fazla sayıda radikal İslamcı örgüt militanı, istihbarat servisi ajanı ülkede cirit atmaya başladı. Esad karşıtı güçler 100’den fazla silahlı grubu bir araya getirerek Özgür Suriye Ordusu’nu kurdular. Askeri çatışmalar arttıkça örgütsüz kitle hareketi geri çekildi. Esad’ın devrilememesi çatışmaları şiddetlendirdi. Kanlı bir iç savaş ülkeyi esir aldı. Gerici Baas rejimi ve bir çakal sürüsünü andıran muhalif güçler kitlelerin haklı isyanını hep birlikte ezdiler. Daha fazla demokrasi ve özgürlük isteyen Suriyeliler kıyımdan geçirildiler.
Türkiye egemenleri, Suriye’deki gelişmelerle yakından ilgilendiler. Çünkü Suriye yağmasından yararlanmak istiyorlardı. AKP hükümeti, burjuvazinin emperyal çıkarları uğruna Suriye’deki kanlı savaşı körükledi. Dönemin başbakanı Erdoğan daha önce “kardeşim” dediği Esad’ı düşman ilan etti ve ardından “ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz”, “üç ay içinde Şam’daki Emevi Camii’nde namaz kılacağız” gibi açıklamalarda bulundu. Esad’ı devirmek üzere emperyalist güçlere çağrılar yapmaya başladı. ÖSO’ya silah, para ve lojistik yardımı yaptı. Ancak Türkiye’nin kumar masasındaki “avantajlı” hali Suriye Kürtlerinin Türkiye’nin güneyinde üç bağımsız kantonla özerkliğini ilan etmesiyle bozuldu. ÖSO içinde yer alan El-Kaide bağlantılı güçler, Kürt bölgesinde istikrarsızlık yaratmak ve olası bir Kürt devletini daha doğmadan ezmek için harekete geçtiler.
Kürt hareketinin her şeye rağmen bölgede giderek güçlenmesi Türkiye’yi son derece rahatsız etti. ABD, Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte Suriye’deki silahlı isyancı güçlere destek veren Türkiye, IŞİD’in ortaya çıkmasıyla bir kez daha umutlandı. ABD, Rusya, Türkiye, İran, Suudi Arabistan gibi ülkeler çekiştikçe IŞİD giderek güçlendi, kısa sürede Irak ve Suriye’de geniş bir bölgeyi ele geçirdi. İki ülkenin fiilen bölünmesine neden olan bu cellâtlar sürüsü elde ettiği topraklar üzerinde tam teşekküllü bir devlet gibi hareket etti. Musallat olduğu bölge halklarının başına görülmedik felâketler getirdi. Eşi görülmemiş zalimlikte infazlara, katliamlara, kıyımlara imza attı. Ezidilere, Alevilere, Hıristiyanlara, Şiilere yaşam şansı vermedi. Ele geçirdiği ve Sünni Arapların yaşadığı bölgelerde tam bir baskı rejimi kurdu.
2014 Haziranında Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’u ele geçiren IŞİD, Türkiye’nin desteğiyle kuzeye doğru ilerleyişine devam etti ve hedefine Rojava’yı aldı. Türkiye ellerini ovuşturarak IŞİD’in önce Kobanê’yi ardından tüm Rojava’yı ezip geçmesini bekledi. Ama umduğunu bulamadı. Suriye Kürtleri, Türkiye’den giden savaşçıların da desteğiyle Kobanê’yi korudu. IŞİD’in “yenilmezlik” görüntüsünü yok etti. Bir yıl sonra Tel Abyad da IŞİD’ten temizlendi ve Rojava’nın coğrafi birliği için önemli bir adım atılmış oldu. AKP ve şefi Erdoğan, IŞİD’ten umduğunu bulamayınca “IŞİD’le mücadele” adı altında sınır ötesi operasyonları ve Kürt halkına yönelik kirli savaşı yeniden başlattı. Türkiye, emperyalist iştahı ve planlarıyla Ortadoğu’daki kaosun ve Suriye’deki savaşın daha da yayılmasında etkili oldu.
Suriye halkı için kaosun esir aldığı o topraklarda olmanın adı “yaşamak” değil. Yıkılan kentler, çöken altyapı, dizginsiz bir vahşet, derin bir kaos, yaşamını ve sevdiklerini kaybetme korkusu içinde eziyet çekmek “yaşamak” anlamına gelmiyor. Evlâtlarının kan deryasında boğulmasını istemeyen emekçiler yaşama tutunabilmek umuduyla Suriye’yi terk ediyor. Dolayısıyla Suriye’den kaçmak zorunda kalan 4 milyon insana, korkakça yurtlarını terk etmişler, vatanlarını umursamamışlar demek, korkunç bir haksızlıktır. Haksızlıktır, çünkü Suriye’de bugün yürüyen savaş bir vatan savunusu savaşı, emekçiler açısından haklı bir savaş değildir. Savaşın bir tarafından Rusya gibi büyük bir emperyalist güç ile İran gibi bölgesel bir gücün desteklediği Esad rejimi, diğer tarafında ise Batılı büyük emperyalist güçlerin el altından, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan vb gibi bölgesel güçlerin de açıkça desteklediği İslamcı geçinen katliam çeteleri vardır. Bu savaşta örgütsüz durumdaki emekçiler hangi tarafta olabilirler acaba? Hiçbirinde! Kendi emek cephelerini kurmayı sağlayamadıklarından, korkunç bir çaresizlik içerisinde kıvranan ve kısa vadede bir çözüm yolu bulamayan emekçiler, ailelerinin canını kurtarmak için göç yollarına düşmek zorunda kalıyorlar.
Kıyıya vurmuş cansız bedeniyle savaşın ve mülteciliğin simgesi haline gelen Aylan bebek ve ailesi Suriye’deki çatışmaların başladığı 2011 yılının sonlarına kadar Şam’da yaşıyordu. Suriye devletinin Kürt politikası nedeniyle kimlik cüzdanları yoktu. Suriye vatandaşlarının sahip olduğu bazı haklara sahip değildiler. İç savaşın alevleri Şam’ı yutunca ülkenin kuzeyindeki Kobanê’ye yakın Beğdik köyüne yerleştiler. Ancak onlara orada da yaşama şansı tanınmadı. IŞİD cellâtları tarafından kuşatılan Kobanê’ye 25 kilometre mesafede olan köy artık güvenli değildi. Aile, Türkiye’ye göçmek zorunda kaldı. Türkiye’ye geldiklerinde, diğer Suriyeli mülteciler gibi onlar da “misafir” statüsünde sayıldı. Ancak bu “misafirlere” devletin “ikramı” sadece acı ve çaresizlikti. Kurdi ailesi, İstanbul’da yaşama tutunmaya çalıştı ancak bu çok zordu. Aylan’ın, 5 yaşındaki ağabeyi Galip’in ve annelerinin ölümünün ardından Kurdi ailesinin daha önce de Türkiye’den ayrılmak için girişimde bulunduğu ve bu sonuncusunun dördüncü girişimleri olduğu ortaya çıktı. Aylan bebek şimdi ağabeyi Galip ve annesi ile birlikte Kobanê’de bir mezarlıkta yatıyor.
Elbette doğdukları topraklarda büyüyebilmek, orada mutlu olmak Aylanların, Galiplerin, Reberlerin ve tüm Suriyeli çocukların hakkıydı. Elbette onlar da gerektiğinde vatanlarını savunacak insanlardı. Ancak Suriye’de, iç savaş burjuva güçler arasında bir iktidar savaşı olarak yürüyor, ortada “vatan savunusu” diye bir şey yok. ABD’sinden Rusya’sına emperyalist güçler, Türkiye’sinden İran’ına alt-emperyalist bölge güçleri, IŞİD, ÖSO, El-Nusra gibi silahlı örgütler iktidar için kanlı bir savaşın tarafı durumundalar ve halklara ya kendi arkalarında saf tutmayı ya da ölmeyi dayatıyorlar. Kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan bu kanlı savaşın onlarca aktörü var ve bu aktörlerden hiçbiri Suriye halkının kurtuluşu için savaşmıyor. Bu kavganın bir tarafı olmayı reddeden Suriyeliler, bayrağı altında birleşebilecekleri, eli kanlı silahlı örgütlere karşı mücadele edebilecekleri, diktatörleri devirebilecekleri örgütlü bir güçten yoksunlar. Dişlerini Suriye’ye geçirmiş sırtlanların kanlı pençelerinde ezilen örgütsüz Suriye halkı bu nedenle barış için savaşma ve evlatlarını koruma şansı bulamıyor.
Suriye’de savaş cephelerinde efsaneler, mertlik, yiğitlik patlamaları değil bomba patlamaları gerçekleşiyor. Sivillerin yaşadığı yerler de dâhil olmak üzere tüm bir coğrafya savaşın mekânı oluyor. Binlerce kilometre ötede basılan bir düğme ile füzeler insanların üzerine yağıyor. Biyolojik, kimyasal, nükleer silahlar taş üstünde taş, toprak üstünde can bırakmıyor. Tüm bunlar olup biterken örgütsüz yoksul kitleler için vatan savunmak mümkün olmuyor! Gerçekler ortadadır ve bu koşullarda savaş cehennemi içine atılan örgütsüz emekçilere vatan savunusu adı altında o savaşlarda can vermeyi öğütlemenin hiçbir mantığı yoktur. Emekçilerin sınıf cephesini yaratacak kadar örgütlü olmamalarının vebali, hayatta kalmak için başka ülkelere sığınmak zorunda kalan insanlara yüklemek insafsızlıktan başka bir anlama gelmiyor.
Suriye’de binlerce can pahasına “vatanını” savunabilen tek kesim örgütlenen Kürt halkı oldu. IŞİD’in kanlı kıyım planları, Kobanê’de örgütlenen ve silahlanan halk tarafından engellendi. Suriyeli mültecilere “vatanınızı savunsaydınız” diyenlerin, vatanını savunan Kobanê halkına karşı duyarsızlık ya da düşmanlık ve nefret içinde olmaları ironiktir.
Ortadoğu’nun sınırları yüz yıl önce emperyalistlerin iradesiyle çizildi. Bu sınırlar halkların canlı bedenlerine hançer gibi saplandı. Demokratik iradeleri yok sayılan o halklara “sizin vatanınız burası” denildi. O “vatanlar” zalim iktidarların, emperyalistlerin kanlı sofrası haline getirildi. Bu kanlı sofrada sırtlanların ziyafeti devam ediyor. Suriyeli mültecilerin evlerine dönebilmesi ancak bu kanlı kıyımın son bulmasıyla mümkün olabilir. Dünya işçi sınıfı Ortadoğu halklarına kardeşlik elini uzatmadan, sınırları, sınıfları, sömürüyü, savaşları ortadan kaldırmak üzere mücadeleye girişmeden savaş da düşmanlık da son bulmayacak. İşçi sınıfının bu uğurda örgütlenmesi için çalışmak günün en önemli görevidir.
link: Ezgi Şanlı, Suriyeli Mülteciler ve Vatan Savunusu, 2 Ekim 2015, https://marksist.net/node/4498
Britanya’da Corbyn’in Zaferi Neyi Anlatıyor?