Anadolu topraklarında, çöllere gömülen askerlere yakılan ağıtlarla anılan Yemen, bugünlerde ABD-İngiltere öncülüğündeki emperyalist cephe tarafından, El Kaide’nin orada üslendiği bahanesiyle topun ağzına yerleştiriliyor. Nijerya uyruklu bir gencin[1] Noel günü Amsterdam’dan havalanan bir Amerikan yolcu uçağına intihar saldırısı girişiminde bulunduğunu ve bu gencin Yemen’deki bir El Kaide hücresiyle ilişkisi olduğunu sansasyonel biçimde tüm dünyaya duyuran ABD, bu iddiaya El Kaide’nin Yemen’de üslendiğinin ve büyük bir tehdit oluşturduğunun kanıtı olarak sarıldı. Olaydan birkaç gün sonra ABD ve İngiltere, Yemen’deki büyükelçiliklerini kapatırken, Yemen Dışişleri Bakanı, ülkesinde üslenen El Kaide militanlarıyla mücadele edebilmek için “uluslararası toplumun” istihbarat, silah ve güvenlik alanında kendilerine daha fazla destek vermesini istediklerini açıkladı. Amerika’nın bu talebe yanıtı gecikmeyecek ve Yemen’e giden Amerikan Merkez Kuvvetleri Komutanı General David Petraeus, “terörizmle mücadele” için Yemen hükümetine yapılan mali yardımların iki katına çıkarılacağını duyuracaktı. İngiltere Başbakanı Gordon Brown ise 28 Ocakta Londra’da yapılacak olan Afganistan konulu toplantıda Yemen sorununun da tartışılması çağrısında bulundu.
Arap Yarımadasının güneybatı ucundaki Yemen, Kızıldeniz’in Aden Körfezi aracılığıyla Hint Okyanusuna açıldığı ve petrol sevkıyatı başta olmak üzere deniz ticaretinin kalbinin attığı stratejik bir coğrafyada yer alıyor. Aslında Yemen, Aden Körfezi’nin karşı yakasındaki Somali’yle jeo-stratejik konum itibarıyla oldukça büyük bir benzerlik taşıyor. İki ülke de petrol kaynakları bakımından göz dikilecek bir zenginliğe sahip olmasa da, coğrafi konumları stratejik önemlerini fazlasıyla arttırıyor. Zira enerji kaynaklarının ve enerji nakil koridorlarının denetimi, bu uğurda dünyayı cehenneme çevirmekten çekinmeyen ABD için büyük önem taşımakta. Bunun yanı sıra, İran’ın bölgedeki etkisini giderek daha da arttırması ve Çin’le birlikte Afrika ülkeleriyle yüklü ticari anlaşmalar yapması da ABD ve müttefiklerini fazlasıyla rahatsız ediyor. Bu yüzden, çeşitli bahanelerle söz konusu bölge emperyalist abluka altına alınıyor. Somalili korsanları bahane ederek Somali’yi işgal etmek üzere türlü kirli oyunları devreye sokan ABD ve müttefikleri, Yemen için de aynı yollara başvuruyorlar. El Kaide “tehdidi” emperyalistlerin her iki ülke için de dillendirdikleri ortak bir söylemken, Somalili korsanların yerini Yemen’de Hutiler almakta.
İç savaştan emperyalist savaşa
Üzerinde kirli oyunlar oynanan Yemen, Arap Yarımadasının en yoksul ülkesi. 23 milyon nüfuslu ülkede, işsizlik oranı yüzde 40’a dayanırken, milyonlarca Yemenli çareyi yabancı ülkelere göç etmekte arıyor. Ülkenin gelir kaynaklarının %65’ini petrol gelirleri oluşturuyor. Ancak petrol rezervleri sınırlı ve üretim her yıl daha da düşüyor. Buna ek olarak petrol fiyatlarındaki düşüş de Yemen’i son derece olumsuz etkiliyor. Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih egemenliğindeki rejim, umudunu ABD’den ve Arap devletlerinden gelecek parasal yardımlara bağlıyor. Ne var ki bu paralar, Yemen halkının sefaletini hafifletmek yerine, tepesine bomba ve kurşun yağdırmak üzere silah harcamalarına akıtılıyor.
Sarp dağlardan ve geniş çöllerden oluşan zorlu bir coğrafyaya sahip olan Yemen’in kuzeyinde, merkezi hükümet ile Şiiliğin bir kolu olan Zeydiliğe[2] bağlı Hutiler arasında şiddetli bir iç savaş yaşanıyor. Çatışmalar nedeniyle son beş yılda 150 binden fazla insan yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalırken, bu savaşa Suudi Arabistan da bizzat dahil olmuş durumda. Huti militanlarının sınırı geçerek kendi topraklarında üslendiğini söyleyen Suudi Arabistan, Yemen hükümetiyle el ele Hutilere saldırıyor. Kasım ayından bu yana iyice kızışan ve ABD ordusunun da destek verdiği hava ve kara saldırıları sonucunda çok sayıda sivil hayatını kaybetti. Yemen ve Suudi Arabistan, Hutileri silahlandırıp kışkırtmakla suçladıkları İran’ı hedef tahtasına oturtmaktan da geri durmuyorlar.
Yemen’deki iç çelişki ve gerilimleri kışkırtarak bir iç savaş düzeyine yükselten ve bu savaşı emperyalist savaşın bir parçası haline getirmeye çalışan güçler, ABD’nin taşeronluğunu yapan Suudi Arabistan’la sınırlı değil. Fas ve Ürdün’ün vakit geçirmeden dahil oldukları bu cephe, Mısır ve Körfez ülkeleriyle daha da genişlemiş durumda. Dolayısıyla Ortadoğu’da Şii İran’a karşı oluşturulan Sünni cepheleşme Yemen meselesindeki saflaşmada da yansımasını buluyor.
Tarihi boyunca iktidar çatışmalarından ve siyasi altüstlüklerden kurtulamayan Yemen, bu sosyopolitik yapısıyla emperyalist kışkırtmalara daha açık hale geliyor. Yemen aşiret yapılarının oldukça güçlü olduğu, merkezi hükümetin ancak aşiretler arası dengeyi gözeterek ve onlardan destek alarak varlığını sürdürebildiği bir ülke. Bununla birlikte, egemenler arasındaki iktidar çatışmaları çoğu kez dinsel argümanlarla bezenip mezhep çatışması görüntüsüne büründürülmekte. Başkent Sana merkezli Abdullah Salih rejimiyle Hutiler arasındaki savaşta da bilinçli olarak aynı yanıltıcı unsur ön plana çıkarılıyor. Ne var ki, yaşanan çatışmaların tarihine kısa bir bakış bile, çatışmanın özünün mezhep farklılıkları değil iktidar kapışması olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde bölge ülkelerinin bu çatışmadaki konumlanışlarının da mezheplere göre değil uluslararası konjonktüre göre şekillendiği kolaylıkla görülebilir. Bugün Yemen hükümetiyle el ele Zeydi Hutileri ezmeye girişen Suudi Arabistan’ın, 1962’de patlak veren iç savaşta Zeydilerin yanında saf tutması da bunun bir göstergesidir.
Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki 1994’te birleşmeye dek, Kuzey ve Güney olmak üzere iki ayrı Yemen devleti söz konusuydu. 1962 yılında Albay Sallal tarafından gerçekleştirilen darbeye kadar, Kuzey Yemen’de yüzlerce yıldır Zeydilerin egemenliğinde, imamlık sistemine dayalı bir monarşist rejim hüküm sürüyordu. 1962’de İmam Ahmet’in ölümünün ardından tahta yasal varisi İmam Bedr geçmişti. Ancak Bedr birkaç gün sonra Albay Sallal yönetimindeki bir darbeyle tahttan indirildi. Bu arada Albay Sallal da Zeydi idi, ancak “Ehl-i Beyt soyundan gelmediği” için “imam” değildi. Darbeyle birlikte imamlık yönetimine son verildi ve cumhuriyet rejimine geçildi. Ancak bu durum, o zamana dek iktidarı elinde bulunduran ve tüm devlet bürokrasisini kendi çıkarları temelinde şekillendiren Zeydi aşiretler tarafından sükûnetle karşılanmadı. Suudi Arabistan’a sığınan Bedr orada bir sürgün hükümeti kurdu ve Kuzey Yemen’de başlattığı ayaklanma kısa sürede bir iç savaşa dönüştü. Bu savaşta Suudi Arabistan isyancı Zeydilerin yanında saf tutarken, Mısır asker de göndererek cumhuriyetçileri destekliyordu. 1967 Arap-İsrail savaşında Mısır’ın yenilmesiyle Nasır yönetimi cumhuriyetçilere verdiği desteği kesmek zorunda kaldı ve Suudi Arabistan’ın da devrede olduğu barış görüşmelerine geçildi. Cumhuriyetçiler Zeydilerle iktidar paylaşımı konusunda anlaşmaya vardıktan sonra, Suudi Arabistan da daha önce tanımadığı Kuzey Yemen Cumhuriyeti’ni resmen tanıdı. Görüldüğü gibi, Sünni Suudi Arabistan’la Şii (Zeydi) aşiretler, çıkarları ortaklaştığında mezhep farkı gözetmeksizin müttefik haline gelebilmişlerdir.
1967’yi takip eden dönemde iş bir daha iç savaş noktasına gelmediyse de, Kuzey Yemen, 1990’lardaki Kuzey-Güney birleşmesine dek, darbelerle, siyasi suikastlarla dolu çatışmalı bir süreçten geçmiştir. Birleşme ortamı Zeydi aşiretlerle yürüyen çatışmanın belli bir sükûnet dönemine girmesine neden olmuştur. Ne var ki, 2003 yılında merkezi hükümetle Hutiler arasında başlayan çatışmalar, 1993-1997 arası dönemde milletvekilliği yapan ve Genç İnananlar Hareketinin lideri olan Hüseyin Huti’nin 2004 Eylülünde öldürülmesiyle yeniden bir iç savaşa dönüşmüştür. Yemen’de bugün mezhep çatışması olarak gösterilen iktidar kapışması, aslında Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın yarattığı saflaşma nedeniyle bu biçime bürünmektedir. İran Şiiliği kullanarak Hutileri desteklerken, ABD’ye sırtını dayayan Suudi Arabistan İran’ın gücünü kırmak amacıyla merkezi hükümete[3] destek vermektedir. Dolayısıyla, Yemen’de yaşanan iç savaş çoktandır emperyalist savaşın bir uzantısına dönüşmüş durumdadır.
Kuzey-güney bölünmesi ve güneyin bugünü
Kuzeyde yürüyen iç savaşın yanı sıra güneydeki bağımsızlık mücadelesi de Abdullah Salih’in 31 yıllık iktidarını ciddi şekilde tehdit eden boyutlara ulaşıyor. Bu çatışmanın nedenlerini kavramak için biraz gerilere uzanmak gerekiyor.
1994’teki birleşme öncesinde kuzeyde başkenti Sana olan “Yemen Arap Cumhuriyeti”, güneyde ise başkenti Aden olan “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti” mevcuttu. Kuzey-Güney bölünmesi aslında güneyin 1830’lardan itibaren İngiliz işgaline uğramasıyla ortaya çıkmıştı. Bir dönem Osmanlı denetimi altına giren, ama belli bir süre dışında hiçbir zaman tam denetim altında tutulamayan Kuzey Yemen, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İmam Yahya liderliğinde bağımsızlığını ilan ederek başkent Sana merkezli bir devlet haline gelecekti. Güneyse ancak 1967’de sona eren İngiliz işgali sonrasında bağımsız bir devlet olabilecekti.
Güneyle kuzey arasında, esasında İngiliz işgalinin de önemli rol oynadığı bir sosyolojik farklılık söz konusuydu. Kuzeyde aşiret yapıları çok güçlü ve üretim ilişkileri son derece geri temellere sahipken, güneyde durum önemli bir farklılık içeriyordu. 1830’larda 500 nüfuslu bir yerleşim yeri olan Aden, 1950’lere gelindiğinde 150 bin nüfuslu, entelektüel faaliyetin ve sendikal hareketin oldukça güçlü olduğu önemli bir başkent haline gelmişti. Bu toplumsal zemin sayesinde, bölgede Nasır’ın da etkisiyle Baasçılığın önemli bir güç kazanması Güney Yemen’de de yankısını bulacak ve İngiliz sömürgeciliğine karşı direniş hareketleri patlak vermekte gecikmeyecekti. 1967 Kasımında, Ulusal Kurtuluş Cephesi önderliğindeki sosyalist söylemli direniş hareketi bağımsızlık mücadelesini başarıya ulaştıracak ve İngilizler ülkeden def edilerek Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti ilan edilecekti. Ne var ki, SSCB ve Çin’den önemli bir destek gören sözde “sosyalist” Güney Yemen, SSCB’nin çöküşüyle birlikte yalnız kalacak ve Kuzey’le birleşme görüşmeleri için yeni bir zemin doğacaktı.
Güney’le Kuzey arasında 1990’da başlayan görüşmeler birkaç yıllık sancılı bir sürecin ardından 1993’te gerçekleştirilen parlamento seçimleriyle önemli bir evreye girdi. Bu seçimlerde, 301 üyeli parlamentoda 123 koltuğu Abdullah Salih’in partisi olan Genel Halk Kongresi, 62 koltuğu Islah Partisi kazanırken, Yemen Sosyalist Partisi (YSP) yalnızca 57 koltuk elde edebildi. Sonuçlara itiraz eden YSP sonunda görüşmelerden çekilme kararı aldı ve güneyde bir isyan patlak verdi. Kuzey güçlerinin isyanı askeri güçle bastırmasıyla, 1994 Temmuzunda birleşme silah zoruyla sağlanmış oldu.
Birleşmeden önce Kuzey Yemen’in devlet başkanı olan Ali Abdullah Salih birleşme sonrasında yapılan seçimlerde de cumhurbaşkanı seçildi. Daha sonraki seçimlerde de (yapılan seçimlerin çoğunu YSP boykot etmişti) iktidarını korudu. Birleşmenin ardından tüm devlet aygıtı kuzeyin egemenliğinde yeniden yapılandırıldı. Güney Yemen’de yıllarca iktidarda olan bürokrasi için, egemen sınıf olmaktan kuzeydeki merkezi hükümete tâbi sıradan memurlara dönüşmek elbette büyük bir hoşnutsuzluk durumunu da beraberinde getirdi. Bugün “Güney Hareketi” içinde yer alan unsurlar arasında, bürokratik diktatörlük döneminin tek partisi olan Yemen Sosyalist Partisinin ve 2007’deki protesto eylemlerinin öncülüğünü ve örgütleyiciliğini üstlenen Emekli Askerler Derneğinin olması da bu hoşnutsuzluğun bir sonucudur.
Kuzey-Güney bölünmesinin 1990’ların ilk yarısında birleşmeyle sonuçlanmış olmasına rağmen, güneye yönelik baskıların artması ve ekonomik-siyasal ayrımcılığın son bulmaması nedeniyle 2007 yılından itibaren giderek yaygınlaşan protestolar bugün güçlü bir bağımsızlık talebine evrilmiş durumdadır. Çeşitli siyasi örgütlerin bir araya gelerek oluşturdukları Güney Hareketi adı altındaki cephe örgütlenmesi, yaptığı “sivil itaatsizlik” ve grev çağrılarıyla, mücadelenin güneyde bağımsız bir devlet kurulana kadar devam edeceğini söylüyor. Hükümetin uyguladığı şiddete rağmen şiddete başvurmayacaklarını ve güç kullanmayacaklarını, barışçıl bir devrimden yana olduklarını ifade ediyor. Ne var ki, Abdullah Salih yönetiminin barışçıl gösterilere bile tahammülü yok. Son olarak, hükümetin baskılarını protesto etmek üzere Güney Hareketi öncülüğünde 10 Ocakta gerçekleştirilen genel grevde, merkezi hükümete bağlı kolluk güçleri göstericilere ateş açmaktan yine çekinmedi. Güney Hareketi “terörizme destek vermek”le suçlanırken, çok sayıda kişi bölücülük suçlamasıyla tutuklandı. El Kaide’nin üssü olduğu iddia edilen yerleşim yerlerinin aynı zamanda Güney Hareketi’nin güçlü protestolar gerçekleştirdiği kentler olması, El Kaide’nin varlığının güneydeki hareketi ezmek için bir bahane olarak kullanıldığını da gösteriyor.
Tarih işçi sınıfını göreve çağırıyor
Obama’nın bundan bir yıl önce başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte, emperyalist savaşın ve ekonomik krizin sona ereceğine ve dünyanın yepyeni bir döneme gireceğine dair yalanlar ve yanılsamalar yeri göğü sarmıştı. Irak’tan çekilmeyi, Afganistan’ı olabildiğince kısa sürede terk etmeyi, Müslümanların düşman ilan edilmesine son vermeyi vaat eden Obama kahraman ilan edilmişti. Ne var ki, utanmadan Nobel Ödülü bile verilen bu sahte “barış adamı”nın maskesi çabuk düştü. Cehenneme dönen Irak ve Afganistan’a barış ve huzurun gelmesi şöyle dursun, Pakistan da ateşe verildi. Çözüleceği söylenen Filistin sorunundaysa kördüğüm devam ediyor. Bugün savaş cepheleri daralmak yerine hızla genişliyor, işgal birliklerinin sayıları azaltılmak yerine yeni birliklerle takviye ediliyor. Şimdilerde Yemen emperyalist savaşın mezesi olmakla yüz yüze.
İçinden geçtiğimiz tarihsel kriz dönemini kavramaktan uzak olup, sorunu Bush’un ya da Obama’nın izlediği keyfi politikalara bağlayan kimileri şimdilerde büyük bir hayal kırıklığı yaşayadursunlar, savaşı durduracak tek güç, şu ya da bu “insancıl”, “barışçıl”, “demokrat” burjuva politikacı değil, işçi sınıfıdır, onun bilinçli ve örgütlü müdahalesidir. Sürekli olarak vurguladığımız gibi, içinden geçtiğimiz tarihsel süreçte işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün sırtında bir kat daha büyük bir sorumluluk bulunmaktadır. Tarih işçi sınıfını göreve çağırmaktadır. Bu tarihsel çağrıya verilecek yanıtın geciktiği her gün, dünyanın şu ya da bu köşesinde yeni kıyımlara ve katliamlara mal olacaktır.
[1] Ömer Faruk Abdulmuttalip adlı bu gencin babası, CIA ve MOSSAD’la yakın ilişkileri olduğu iddia edilen Nijeryalı bir silah taciri. Bir eylem hazırlığı içinde olduğu ihbarını babasının bizzat ABD büyükelçiliğine yapmış olmasına rağmen, bu üniversite öğrencisi nasıl olmuşsa havaalanındaki arama noktalarından üzerindeki patlayıcıyla birlikte elini kolunu sallayarak geçmiş. Bunu, bu gencin Yemen’de ilişkide olduğu söylenen El Kaide hücresinin bizzat MOSSAD’la bağlantılı olduğu iddialarıyla birlikte değerlendirdiğimizde, ortada ne tür kirli oyunların döndüğünden şüphelenmek için fazlasıyla yeterli nedenin olduğu görünüyor.
[2] Yemen’de nüfusun %45’ini Zeydi Şiiler, %55’ini Şafi Sünniler oluşturuyor. Şiiliğin bir kolunu oluşturan ve İran Şiiliğinden çeşitli farklılıklar gösteren Zeydilik, ülkenin peygamber soyundan (Ehl-i Beyt) gelen imamlar tarafından yönetilmesini savunuyor. Sünniler ağırlıklı olarak ülkenin güneyinde yer alırken, Zeydiler kuzey kesiminde yoğunlaşmış bulunuyor. Hutiler de Zeydi aşiretlerden birini oluşturuyor.
[3] Üstelik Devlet başkanı Ali Abdullah Salih de Zeydidir.
link: İlkay Meriç, Yemen: Emperyalist Savaşın Yeni Hedefi, 1 Şubat 2010, https://marksist.net/node/2379
Domuz Gribi A.Ş.
16 Mart ve Halepçe Katliamları Lanetlendi