Geçen yıl gündemi epeyce işgal eden domuz gribi salgınının ilaç tekelleri tarafından kasıtlı olarak abartıldığı ortaya çıktı. Daha hastalık yeni ortaya çıkmışken yaptığımız değerlendirmede “Domuz gribinin bu kadar abartılmasının göz ardı edilemeyecek nedenlerinden biri de ilaç tekellerinin kârlarına kâr katmasını sağlamaktır” demiştik (İsmail Karagil, Domuz Gribi Üzerinden Yaratılan Paranoya, MT, Haziran 2009). Avrupa Konseyi Sağlık Birim Başkanı Wolfgang Wodarg’ın yaptığı açıklama bunu doğruladı. Gözü dönmüş kapitalist sistemin kâr için her şeyi yapabileceğini bir kez daha görmüş olduk.
Hatırlayacak olursak domuz gribi ilk kez 2009 Nisanında Meksika’da görülmüş ve oradan tüm dünyaya yayılmıştı. Virüsten daha hızlı yayılan panik havası, paranoyak bir tablo yaratmıştı. Medyanın da desteğiyle domuz gribi kitlelerin en büyük korkusu haline getirilmeye çalışılmıştı. Virüs krizden, savaşlardan daha büyük bir tehlike, yeni bir “dış düşman” mahiyetine bürünmüştü adeta. Televizyonlarda her an yeni rakamlar açıklanıyor, hangi ülkede kaç kişinin hastalığa yakalandığı, kaç kişinin bu hastalıktan öldüğü korku filmlerine has müzikler eşliğinde “şok haber” olarak yayınlanıyordu. Meksikalılara vize verilmiyor, şüpheliler karantinaya alınıyorlardı. Korku o raddeye gelmişti ki, domuz gribi olduğundan şüphelenilenler otobüsten atılıyordu.
Soğuğun da kendini hissettirmesiyle birlikte mevsimsel grip ile domuz gribi iç içe geçmişti. Türkiye’de domuz gribi vakalarının artması da bu döneme denk geldi. İlk domuz gribinden ölüm Ekim ayı sonlarında görüldü. Açıklanan rakamlara göre ölü sayısı iki ayda 500’e yaklaştı. Panik havası Türkiye’de kendine has özellikleriyle gelişiyordu. Salgının asıl zirveyi Ocak ayında yapacağı söylenerek toplum iyice korkutuldu. Otobüsler her gün dezenfekte ediliyor ya da en azından öyle olduğu yazılıyordu ki halkımız korkmadan yolculuk yapabilsin, güvenle işyerlerine ulaşabilsin, sömürülmekten mahrum kalmasın! İyi beslenme ve dinlenmenin derde derman olduğunun altı çiziliyor, ama günde 10-12 saat çalışıp asgari ücret alan bir işçinin bunu nasıl başarabileceğinin sırrı açıklanmıyordu. Yolda, sokakta, otobüste maskeli insan sayısı giderek artıyor, hapşıranlara “çok yaşa” demek yerine ters bir bakış fırlatmak yeni adet haline geliyordu.
Naif sorular
Ekim ayında sadece ilk ölüm vakaları görülmedi, aynı zamanda hükümet sağlık tekelleriyle toplamda 43 milyon dozluk aşı anlaşmasını da tamamladı. Bu bir rastlantı mıydı, yoksa hükümetin öngörüsü müydü? Kriz gibi salgının da teğet geçmesi için “uzak görüşlü” hükümet önceden gerekli hazırlıkları yapıp tam zamanında aşıların temin edilmesini mi sağlamıştı? Yoksa tersi miydi doğru olan? Acaba aşıların alınmasının gerekliliğini göstermek için miydi bütün tantana? Koskoca hükümetin birkaç milyon dolar için milyonların sağlığıyla oynaması mümkün müydü?
Aşıların yan etkileri üzerinden domuz gribi tartışmaları yeni bir boyut kazandı. Aşılar yeterince test edilmiş miydi, ne gibi yan etkileri olacaktı? Sağlık uzmanları bu konuda iki kanada ayrıldı: Aşıdan yana olanlar ve aşıya karşı olanlar. Bir taraftakiler ateş, kusma, kısa süreli halsizlik gibi her aşıda olabilecek yan etkileri sıralayıp bunların ölümden evlâ olduğunu; beri yandakiler ise yeterince test edilmediği için uzun vadede ne gibi sonuçlarının olacağının bilinmediğini söylüyorlardı. Tartışmalar böyle devam ederken vatandaşlar da aşı olma konusunda tereddüt ediyorlardı. Bunun üzerine sağlık bakanı “aşı yaptırmayın” diyenlere suç duyurusunda bulunacağını açıkladı. Aşıyı teşvik için kameralar karşısında göğsünü gere gere aşısını da yaptırdı üstelik.
Bu sahneyi izleyenler “ben bu filmi görmüştüm” hissine kapılmışlardır. Çernobil kazasından sonra zamanın sanayi ve ticaret bakanı kameralar karşısında çay içip pişkinlikle “bakın bir şey olmuyor” demişti. Satılamayan radyasyonlu fındığın bir kısmı ise okullarda dağıtılmıştı. İnsan sağlığı kimin umurunda? Devlet nasıl ki radyasyonlu çayı ve fındığı halka yedirip içirdiyse, yeterince test edilmemiş aşıları da yine halkın üzerinde test etmeyi uygun buldu. Çay veya aşı fark etmez, önemli olan bunlardan kâr elde edilmesiydi. Neticede iki bakan da mallarının reklâmını yapıyordu. Yalnız bir fark vardı: Özal bakanına “radyasyonlu çay daha lezzetlidir, ben de içiyorum” diyerek destek olurken, Tayyip Erdoğan “ben aşı olmayı düşünmüyorum” diyerek işleri karıştırdı.
Velhasıl başbakanın da açıklamasının etkisiyle aşı olma oranı çok düşük seviyelerde kaldı. Yılsonuna doğru panik dalgası geri çekilmeye başladı. Hatta domuz gribi bilânçosunun yayınlanması yasaklandı. Ocak-Şubat aylarında salgının zirve yapması beklenirken, Wolfgang Wodarg’ın açıklaması naif kesimlerde şok etkisi yarattı. Domuz gribini “sahte salgın” olarak adlandıran Wodarg’ın konunun araştırılması için Avrupa Konseyi’ne verdiği önerge kabul edildi. Böylece, domuz gribinin “küresel salgın”dan çok “küresel bir vurgun” olduğu, düzen kurumlarından biri tarafından da itiraf edilmiş oluyordu. Wodarg yaptığı açıklamada, sağlık tekellerinin baskısıyla DSÖ’nün domuz gribini küresel salgın olarak nitelendirdiğini belirtti. “Her yıl yeni bir grip virüsü ortaya çıkar. Gerçekte alarmı bu seviyeye çıkartmak için hiç sebep yoktu. Bu ancak DSÖ’nün Mayıs başlarında salgın tanımını değiştirmesiyle mümkün oldu. Bu tarihten önce birçok ülkede hastalığın patlak vermesi yeterli değildi, genel ortalamanın üstünde ölümlere yol açacak ciddi sonuçlarının da olması şarttı. Hastalığın yayılma hızının tek kriter olarak kalması için bu bakış açısı değiştirildi.”
Rakamlar bunu doğruluyor. Benzer açıklamalar ABD’li doktorlardan da geldi. ABD’de domuz gribinden ölenlerin sayısı her yıl mevsimsel gripten ölenlerin sayısının üçte birine dahi ulaşmamıştı. Buna rağmen muazzam bir panik kampanyası başlatılmıştı. Dünya Bankası’nın tahminlerine göre 70 milyon kişi ölecekti. Oysa bugüne kadar ölenlerin toplam sayısı 15 bini geçmedi. Klasik gripten ise tüm dünyada yılda 200 binden fazla insan ölüyor.
Peki nasıl bir hesap hatası yaptılar ki, gerçek rakamlar ile tahminler arasında bu kadar derin bir uçurum gerçekleşti? Halkın sağlığını düşündüklerinden en kötü senaryoya göre önlem alınması için mi yaratıldı bu paranoya? Birçok devlet milyonlarca dozluk aşı satın aldı. İtalya, Türkiye, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda gibi birçok ülke satın aldığı milyonlarca doz aşının çok küçük bir kısmını kullanabildi. Utanmazlıkta ve açgözlülükte sınır tanımayan burjuvalar ellerinde kalan aşıları “satın aldıkları fiyata satmaya razı olduklarını” ilan ettiler. Domuz gribi balonunun patlamasına rağmen daha yoksul ülkelere ve DSÖ’ye bir kısmını sattılar bile. Bu anlaşmalarda “önce kâr” diyen sağlık tekelleri ile salgınlara karşı mücadelede “işbirliği” yapan DSÖ yöneticilerinin büyük katkısı var. Zira birçok DSÖ üyesinin sağlık tekelleriyle ilişkisi var. Örneğin salgın birimi başkanı Klaus Stöhr Novartis firmasının üst düzey yöneticisi olmuştu. Tekeller bu nüfuzlu yöneticiler aracılığıyla DSÖ’yü istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Bu iddialara karşı DSÖ’nün yaptığı açıklamalar ise inandırıcılıktan ve bilimsellikten uzak.
Sonuç olarak kapitalizmin temel işleyiş yasasını düşündüğümüzde sorduğumuz soruların cevapları gayet basit ve net. Kapitalizm önce kâr güdüsüyle hareket eder. Gölgesini satamadığı ağacı keser. “Önce sağlık” yazıp tabelâsına, yoksulları kobay olarak kullanır. “Önce demokrasi” deyip bombalar yağdırır tepemize. Küresel salgın umacısıyla herkesi korkutur; aşısını, ilacını yeterince test etmeden fahiş fiyata satar; kasasını doldurur. Kapitalist mantığa göre parası olmayanlarsa zaten ölümü hak ediyordur! Uzun sözün kısası kapitalizmin defterinde insanlığın çıkarlarına yer yoktur. Tüm insanlığın çıkarıysa kapitalizmin defterini dürmekten geçiyor.
link: Suphi Koray, Domuz Gribi A.Ş., 1 Şubat 2010, https://marksist.net/node/2378
Gazi Katliamının 15. Yıldönümü
Yemen: Emperyalist Savaşın Yeni Hedefi