Beyin insana türlü türlü oyunlar oynayabilen bir organ. Bu oyunlardan biri de dejavu olarak bilinir. İnsan bazen, bir olayı yaşadığı sırada “ben bunu daha önceden yaşamıştım” hissine kapılır. İşte son zamanlarda Türkiye’de insanı fazlasıyla bu hisse sürükleyebilecek türden şeyler yaşanıyor. Ama ne yazık ki yaşadığımız bir dejavu, yani bir beyin oyunu değil, gerçeklik. “Tam Bağımsız Türkiye” sloganının meydanlarda yeniden hayat bulmasıysa bu gerçekliğin ironik bir parçası. 1960-70’lerde sol harekete damgasını vuran ve kitleleri peşinden sürükleyen bu slogan, bugünlerde, darbecilerin organize ettiği cumhuriyet mitinglerinde kürsünün kullandığı temel sloganlardan biri haline gelmiş bulunuyor. O darbeciler ki, bir zamanlar “tam bağımsız Türkiye” mücadelesi veren Denizleri, Hüseyinleri, Mahirleri, İbrahimleri ve daha nice devrimciyi gözlerini kırpmadan darağaçlarında sallandıran, kurşuna dizen, işkencelerden geçirip katledenlerdir.
Bilindiği gibi “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı esas olarak “uzun yılları kapsayan bir örgütsüzlük ve suskunluktan sonra, Türkiye’de sosyalist hareketin yığınlara açıldığı, aydınları, gençliği, öncü işçileri kucaklayarak ilk kez kitleselleşmeye başladığı”[1] 60’lı yıllarda atılmaya başlanmış ve 12 Eylül 1980’e kadar devam edecek olan bir tarihsel döneme damgasını basmıştı. Bu slogan ve ona temel teşkil eden milli demokratik devrim (MDD) tezi, Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin sömürgesi olduğunu varsayıyor ve buradan hareketle, işbirlikçi sermaye ve feodal zorbalar dışındaki tüm kesimlerin ittifakıyla “tam bağımsız ve gerçekten demokratik” ama son tahlilde kapitalist üretim ilişkilerini geliştirecek bir devletin kurulmasını hedefliyordu. Sonradan çeşitlenerek farklı adlar alacak ama özünde aynı savlara dayanacak olan söz konusu tezlerin bu topraklardaki baş mimarı Mihri Belli, 1967 tarihli “Devrimci Şiar Meselesi” adlı yazısında şunları söylüyordu:
“… emekçi halkın çoğunluğunun henüz, kendi devrimi olan sosyalist devrimden yana olmak şöyle dursun, milli bağımsızlık gibi … toprak reformu gibi demokratik devrimin kapsamına giren dönüşümlerden bile yana olmadığı bir ülkede; emperyalizm-işbirlikçi sermaye-feodal mütegallibe üçlü ortaklığının ekonomiye hükmettiği ve siyaseti de geniş ölçüde etkilediği bir ülkede; toprağında yabancı üslerini barındıran ve ekonomisi, siyaseti, savunması, kültürü Amerikan vesayeti altında bulunan bir ülkede, temel devrimci şiar ancak: «Emperyalizm-işbirlikçi sermaye-feodal mütegallibeye karşı, şehir ve köy proletaryası, şehir ve köy küçük-burjuvazisi, asker-sivil aydın zümre, omuz omuza, tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye için!» şiarı olabilir. Bu da demokratik devrimin şiarıdır. Sosyalist devrimin şiarı değildir. Ve ancak bu anti-emperyalist ve anti-feodal şiar bir gerçek olduktan sonradır ki, demokratik devrim aşaması aşıldıktan sonradır ki, Türkiye toplumu sosyalist devrime bir adım daha yaklaşmış olacak ve sosyalist devrim temel şiarının atılması için ortam hazırlanmış olacaktır.”[2] (abç)
Aynı yıllarda TKP-Dış Büro yöneticisi İsmail Bilen de benzer şeyleri dile getiriyordu: “Bugün ana dava milli bağımsızlıktır. Kurtuluş Savaşıdır. Demokratik düzen her şeyden önce geliyor. Sosyalist devrime gitmek için olayların üzerinden atlayamayız. Düşman Amerikalıdır. Amerikalıyı tutan da büyük burjuvazi. Savaşı buna göre ayarlamalıyız.”[3]
Bu yaklaşım, emperyalist sistemi organik bir dünya kapitalist sistemi olarak algılamayıp gelişmiş ülkelerin izlediği bir sömürge politikasına, emperyalizme karşı mücadeleyi ise esasen Amerikan düşmanlığına indirgiyordu. Buna karşılık komünistlerin görevi işçi ve emekçi sınıfları bir türlü tamamlanmak bilmeyen burjuva demokratik devrimi tamamlamak için seferber etmekti. Sosyalizme zemin hazırlamak için önce emperyalizmden bağımsız bir kapitalizmi geliştirmek gerekiyordu! Yani Ekim Devriminden 50 yıl sonra, bu topraklarda aşamacılık yeniden hortluyordu. Mehmet Sinan’ın dediği gibi, “Ekim devriminin derslerinin ışığında, Lenin’in sağlığında formüle edilen «proleter devrimin sürekliliği» ve proletaryanın tek ve bütünsel «geçiş programı» anlayışı, Türkiyeli sosyalistlerin hafızasından silinip gitmişti adeta. Bu hafıza kaybına yol açan, 1930’lardan beri dünya komünist hareketi üzerinde hegemonyasını kurarak, Bolşevik görüşlerin tasfiyesine girişen Stalinizmden başkası değildi elbette.”
1932 yılında aşağıdaki satırları yazan Hikmet Kıvılcımlı bile, 30 yıl sonra devrim perspektifi bağlamında özde Mihri Belli ile aynı şeyleri söyleme noktasına gelebiliyordu. Kıvılcımlı şöyle diyordu 1932’de: “Türkiye burjuvazisi nasıl klasik kapitalizme uğramadan doğrudan finans kapitalizme atladı ise, Türk proletaryası da öylece, ilkel deneyleri geviş getirerek değil, onlardan çıkan dersleri son zafer deneyiyle harç ederek doğrudan Sovyetler devrimine girişmeye mecburdur. (…) 30 yıl sonra Bolşevizm, yeni bir Paris Komününü tecrübe etmeye yeltenmedi. Onun için biz de 27 yıl sonra bir ikinci 1905 yapmaya özenemeyiz.”
30’ların başlarına kadar bu fikirde olan sadece Hikmet Kıvılcımlı gibi komünistler değildi. O yıllarda Peru’dan Küba’ya kadar pek çok KP’de de Bolşevik görüşlere bağlılık önemli ölçüde korunuyordu. Örneğin Peru Komünist Partisinin kurucularından Mariategui, 1927’de, Kıvılcımlı’ya benzer şekilde şunları yazıyordu: “Latin Amerika devrimi sadece ve sadece sosyalist devrim olacaktır. Bu terime duruma göre dilediğiniz tüm sıfatları ekleyebilirsiniz: «anti-emperyalist», «tarımsal», «devrimci milliyetçi». Sosyalizm bütün bunlar demektir, bütün bunları önceleyecektir ve bütün bunları kapsayacaktır.”[4]
Ne var ki, Bolşevizmin Stalinizm eliyle tasfiye edilmesinin ardından, tüm KP’lerde SBKP’nin fikirleri doğrultusunda devasa bir çark ediş yaşandı. “27 yıl sonra ikinci bir 1905 yapmaya özenemeyiz” diyen Kıvılcımlı gibi komünistler bile, ne yazık ki 1905 devriminden tam 60 yıl sonra buna özenir hale gelecekler ve yeni bir Ekim yerine yeni bir 1905 (ya da 1917 Şubatı) anlamına gelen “demokratik halk devrimi” tezlerine sarılacaklardı.
Bundan böyle genel olarak devrimci harekette sosyalist devrim Kaf dağının ardına atılacak, onun yerini “kapitalist olmayan yol” doğrultusunda ve “milli burjuvazinin” desteğiyle, milli demokratik devrimler, demokratik halk devrimleri, anti-emperyalist devrimler alacaktı.
Bu devrimlerde işçi emekçi sınıfların müttefiki olarak görülen en önemli güçlerden biri ise, Türkiye’nin tarihsel özgünlüğünün de etkisiyle, “asker-sivil aydın zümre” idi. Hatta Mihri Belli gibiler, “küçük-burjuvazinin en bilinçli kesimi” olarak değerlendirdikleri bu “zümre”ye müttefik olmanın çok ötesinde bir rol atfediyorlardı. Bunlar Mustafa Kemal öncülüğündeki hareketi de burjuva değil küçük-burjuva devrimci bir hareket olarak görüyorlardı. Komünistlik iddiasında olan, ama kafaları milliyetçilikle yoğrulan bu aydınlar aslında Kemalizmle bağlarını hiçbir zaman koparamamışlardı. Onlar, Kemalist devrimin bir karşı-devrimle sona erdirildiğini ve cumhuriyetin kuruluşundan 40 yıl sonra, Türkiye’de işçi-emekçilerin ve sosyalistlerin birincil görevinin bu devrimin yeniden diriltilmesi olduğunu söylüyorlardı. Bu yüzden de devrimin ilk aşaması, “tıpkı Kemalist devrim gibi, emperyalizmden tam bağımsızlığı sağlayacak ve gerçek demokrasiyi inşa edecek bir devrim” olmalıydı!
“Bugünün sorusu, «milli bağımsızlıktan yana mısın, tam bağımsız Türkiye’den yana mısın, değil misin?» sorusudur. «Sosyalizme inanıyor musun, inanmıyor musun?» sorusu sonraki iş. Kaldı ki, kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” diyen Mihri Belli, sözlerine şöyle devam ediyordu:
“Milli gurur iyi şeydir. Milli gurur insanı sosyalizme götürür. En sağlam sosyalistler o yoldan gelmişlerdir sosyalizme. Bir adamda gerçek milli gurur varsa korkma! Ergeç temel ilkelerde birleşirsin onunla. Ergeç bu dünyada Türk olarak başı dik yaşamanın, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizmin dünya yüzünden silinmesi ile mümkün olabileceğini anlayacaktır. Bunu ben kendimden bilirim. Bizim delikanlılığımızda, biz, «Bir Türk dünyaya bedel!», «Ne mutlu Türküm diyene» sloganlarını ciddiye alan bir kuşaktık.”
Her kelimesinden milliyetçilik fışkıran bu satırlar, bugün “askerlerimizin kafasına çuval geçirildi, ulusal onurumuz ayaklar altına alındı” diye paralanan, darbe mitinglerinden yükselen şovenizmi “ulusal onur” olarak alkışlayan küçük-burjuva solculara milliyetçiliğin nerelerden miras kaldığını gayet güzel ortaya koyuyor.
Mihri Belli, “dünya işçi hareketinin saygıdeğer adlarından biri, proleter enternasyonalizminin şerefli savaşçısı” olarak nitelediği Fransız sosyalisti Jean Jures’in meşhur sözlerini, “onun ağzında milliyetçiliğin övgüsü, elbette şovenliğin değil, en derin anlamıyla yurtseverliğin övgüsüdür” diyerek şöyle alıntılar: “Milliyetçiliğin azı, seni enternasyonalizmden uzaklaştırır. Milliyetçiliğin derini, seni enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı, seni milliyetçilikten uzaklaştırır. Enternasyonalizmin derini, seni milliyetçiliğe götürür.”[5]
Marksizmin yerine Stalinizmi, enternasyonalizmin yerine milliyetçiliğin derinini, dünya devriminin yerine tek ülkede sosyalizm anlayışını, proleter devrimlerin yerine “kapitalist olmayan yol” adı altında devlet kapitalizmini ikame eden bu stratejik hat, çok açıktır ki, Sovyet ve Çin bürokrasisinin sınıfsal çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiş ve tüm dünyaya ihraç edilmişti. O dönemlerde, Suriye, Irak, Mısır gibi ülkelerde de, komünist partilerin temel çizgisini bu Stalinist anlayış belirliyordu. Örneğin 1963’teki Baasçı darbenin ardından Suriye Komünist Partisi önderlerinden Halit Bektaş, Suriye işçi sınıfının milli kurtuluş hareketine öncülük edebilecek ve onu ileri götürebilecek bir gelişmişlik düzeyinde bulunmadığını, bu öncülük görevinin tüm ilerici demokratik güçlerin çabalarıyla yerine getirilebileceğini söylüyordu. Baas rejiminin gerçekleştirdiği kamulaştırmaları Suriye’nin “kapitalist olmayan yolda ilerlemesi” olarak değerlendiren Bektaş, Baas’ı da “Arap dünyasında bilimsel sosyalizmi benimsemiş temel devrimci güçlerden biri” olarak görmekteydi.[6]
Baas rejiminin hüküm sürdüğü Irak’ta da Irak Komünist Partisinin değerlendirmeleri bu doğrultudaydı. Keza Ürdün, Mısır, Cezayir gibi ülkelerde de aynı hat hâkimdi. İşçi ve emekçi sınıfların KP’ler eliyle burjuvazinin kuyruğuna takıldığı bu ülkelerde yürüyen ulusal kurtuluş savaşları, kapitalizmin dışına asla çıkılmadığı halde, anti-emperyalist, hatta anti-kapitalist mücadeleler olarak gösteriliyordu. SBKP kaynaklı “kapitalist olmayan yol” stratejisinin ilk örneği olarak sunulan (aslında devlet kapitalizminin Bonapartist bir rejim altında hüküm sürdüğü bir ülke olan) Nasır Mısır’ında, komünist hareketin önderlerinden Lütfi el-Kuli’nin, “devrimin sosyalizm doğrultusunda gelişmesi işçi sınıfının öncülüğüne bağlı değildir” sözleri, Marksizm dışı bu anlayışın nerelere vardırıldığının tipik bir göstergesidir.
İşçi ve emekçi sınıfları milliyetçi-devrimci subaylarla sözde müttefik kılma, gerçekteyse burjuvazinin kuyruğuna takma stratejisi, hemen her ülkede işçi sınıfına yönelik ağır baskılarla ve komünistlerin katledilmesiyle sonuçlanmıştır. Endonezya’da ise bu ihanet çizgisi korkunç bir trajediye yol açmıştır. 1960’ların ortalarında Endonezya Komünist Partisi 3,5 milyon üyesi ve 15 milyon sempatizanıyla dünyanın en büyük komünist partilerinden biriydi. Sovyetler Birliği ve Çin’le yakın ilişki içinde olan bu parti, Endonezya bağımsızlığına 1945 yılında kavuşan bir ülke olmasına rağmen hâlâ milli burjuvaziyle ittifak politikası izlemekteydi. Bu partinin başkanı Aidit, 1964 yılında, Türkiyeli sosyalistlerin ezici bir çoğunluğunun savunduğu tezlerle birebir örtüşecek şekilde şunları söylüyordu: “Endonezya ulusal burjuvazisi çok gençtir ve toprak ağalarıyla yakın bir ilişkisi vardır. Yani bir ayağı kapitalizmde, diğer ayağı feodalizmdedir… Endonezya’nın 1945 devrimi, emperyalist çağda burjuva demokratik devrim sürecini gerçekleştirmemiştir. Endonezya devrimi şimdilik sosyalist proleter devrimi aşamasında değil, burjuva devrimi aşamasındadır.”[7]
Ne var ki, EKP’nin işçi sınıfını tümüyle kapitalizmin sınırlarına hapseden sınıf işbirlikçi politikaları (burjuvazinin “ilerici” kesimleriyle, milliyetçi devrimci subaylarla vs. ittifak kurma), yukarıdaki satırların yazılmasının üzerinden bir yıl geçmeden, korkunç bir katliama zemin hazırlayacaktı. Başkan Sukarno’nun (kendisi o zamana kadar KP kongrelerine “onur konuğu” olarak teşrif ediyordu) atadığı general Suharto’nun 1965 yılında gerçekleştirdiği darbeyi izleyen birkaç hafta içerisinde, Endonezya’da yüz binlerce komünist katledildi. “Yirminci yüzyılın en kitlesel katliamı” olarak CIA kayıtlarına geçen bu katliamda ölen komünistlerin tahmini sayısının 500 bin ilâ 1 milyon arasında olduğu belirtilmektedir. Böylece, sosyalizm adına izlenen ihanet çizgisi sonucunda, dünyanın en büyük komünist partilerinden biri, eser kalmamacasına yok edilmiştir.
Tüm bu örnekler, 60-70’li yıllarda Türkiye sosyalist hareketine damgasını basan MDD çizgisinin, Stalinist Sovyet ve Çin bürokrasisi eliyle nasıl tüm dünya sosyalist hareketine hâkim kılındığını göstermektedir. Bu milliyetçi çizgi, Kemalizmin mutlak egemenliği altındaki Türkiye topraklarında fazlasıyla mümbit bir zemin bulmuş ve serpilip gelişmekte hiçbir zorluk çekmemiştir.
Küçük-burjuvazinin anti-emperyalizmi
Türkiye’de tepeden bir burjuva devrimin gerçekleşmesinin üzerinden 80 küsur yıl, özünde “burjuva demokratik” devrimi savunmaktan başka bir anlama gelmeyen MDD tezlerinin Türkiye sosyalist hareketi içinde revaç bulmasından bu yanaysa yaklaşık 40 yıl geçti. Bugün ise Türkiye, genel olarak solu da etkisi altına alan yeni bir milliyetçi histeri döneminden geçiyor. Mevcut konjonktür, emperyalist savaşın kutuplaştırıcı gücünün her geçen gün biraz daha belirgin hale geldiği, TC’nin AB ve ABD’yle ilişkilerinin giderek bozulduğu ve Kürt sorununda burjuva rejimin şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı bir düzeyde sıkıştığı bir konjonktürdür. Bu konjonktürde statükocu burjuva güçler, gerici, şoven bir milliyetçilik anlayışı üzerine oturan eski statükonun korunması ve sürdürülmesini amaçlayan yeni planlar yapıyorlar ve kitleleri de bu melun planlarının peşine takabilmek için her türlü demagojiye ve provokatif eyleme başvurmaktan çekinmiyorlar. Emperyalist askeri güç NATO’nun en büyük ordularından biri olan Türk ordusunun tepesindeki generaller, NATO’dan çıkmayı ağızlarına almıyorlar ama demagojik söylemlerinde “anti-emperyalist” kesiliveriyorlar. Özellikle emekli olduktan sonra her biri bir “sivil” toplum örgütünün başında arzı endam eden paşaların hep bir ağızdan milliyetçi nutuklar atmaları, “emperyalizm karşıtı” bir söylem tutturmaları, Rusya ve Çin’den övgüyle söz etmeleri çok manidardır. Mevcut konjonktürde huzursuz küçük-burjuvazinin ruhunu okşamak üzere yabancı düşmanlığı ekseninde “tam bağımsızlık” ve “anti-emperyalizm” gibi sloganların yükseltilmesi ve türlü yöntemlerle kitlelerin seferber edilmeye çalışılması, baskıcı-otoriter bir burjuva devlet rejimini işler kılmayı hedefleyen statükocu güçlerin planlarının bir parçasıdır.
Ne var ki, bugün devrimci-demokrat ve reformist küçük-burjuva solun hatırı sayılır bir kesimi, olağanüstü rejimlerin ve kanlı savaşların kapıda beklediği bu atmosferde, yükselen postal seslerini ve alevleri görmek yerine, statükocu güçlerin dolgu malzemesi olarak kullandığı kentli orta sınıfların meydanlarda yükselttikleri bu sloganların büyüsüne kapılmış durumdalar. Bunlar, alanlarda ağızlarından köpükler saçarak Kürt düşmanlığı yapan bu kitlenin “sezgi”lerine bel bağlamakta, onda insanlık onuru, demokratlık ve anti-emperyalist duyarlılık gibi faziletler keşfetmektedir. Çektiği her türlü sıkıntının kaynağını kapitalist sistem yerine yabancılarda ya da şimdilerde olduğu gibi Kürtlerde somutlaştıran orta sınıfın “ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye” tarzındaki çığırtkanlığıysa anti-emperyalist duyarlılığın somut bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
Marx ve Engels Komünist Manifesto’da, “sanayinin ayakları altından ulusal temelin çekilip alınmasının gerici küçük-burjuvaziyi derin kederlere boğduğunu” söylüyordu. Bu satırların kaleme alınmasından 160 yıl sonra, üstelik de Marksizm adına, kederler içindeki küçük-burjuvazinin gerici hezeyanlarından ilericilik, devrimcilik, gerçek bir emperyalizm karşıtlığı beklenebiliyor:
“Meydan, emperyalizme bağımlılığa karşıdır. Meydanın insanlık onuru var. Bu yüzden karşılar şeriata. Meydanın ulusal onuru var, bu yüzden karşılar emperyalistlere. (...) Esas olan, güçlü ya da zayıf, az ya da çok, meydandaki tüm dinamikleri görebilmektir. Onlarca, hatta yüzlerce slogan, talep arasında esas olan ve aslında yüzbinleri oraya toplayan temel etken durumundakileri görebilmektir. Meydandan, kürsüdekilerin çoğu onaylamıyor olsa da, «Ne ABD Ne AB, Bağımsız Türkiye» sloganları yükseliyordu. (…) Bunlar, «sezgisel» de olsa, siyasal olarak AB’ciliğin, Genelkurmaycılığın etkisini azaltan, bağımsızlığı ve demokrasiyi birbirinden kopartan yaklaşımları aşan tavırlar olarak dikkat çekiciydi.” (Yürüyüş)
Kimileriyse, “anti-emperyalizm bayrağını ırkçılık ve Kürt karşıtlığı üzerinden değil, “Tam Bağımsız Türkiye” şiarının gerekleri üzerinden geliştirme zamanıdır. … Şimdi halk demokrasisini geliştirme zamanıdır” (sendika.org) diyerek, işçi sınıfının öncülüğünde gerçekleştirilecek bir proleter devrim dışında da anti-emperyalizmin ve “halk demokrasisinin” geliştirilebileceği hayallerine sarılıyorlar. Görüyoruz ki, emperyalizmi üç beş gelişmiş kapitalist ülkenin sömürgecilik politikaları olarak gören küçük-burjuva sosyalistler, Ekim Devriminin üzerinden nice deneyimlerle dolu 90 yıl geçmesine rağmen, demokrasi mücadelesinin ve emperyalizme karşı yürütülecek gerçek mücadelenin doğasını kavramaktan alabildiğine uzaktırlar.
Küçük-burjuva solların anti-emperyalist mücadele anlayışları konusunda Elif Çağlı Kolonyalizmden Emperyalizme adlı kitabında şunları söylemektedir:
“Küçük-burjuva demokratların anti-emperyalist mücadele anlayışları yarım yamalaktır; çünkü bunlar, emperyalist politikalarla kapitalist işleyişin ekonomik temelleri arasındaki çözülmez bağları görmezden gelirler. Emperyalizmin karşısına «ulusal kapitalizm»i çıkartarak, emperyalizmden bağımsız bir kapitalizmin de pekâlâ mümkün olabileceği hayalini yayarlar. Emperyalizmi, tüm kapitalist ülkeleri kaçınılmazlıkla içine alan dünya kapitalist sistemi olarak kavramaktan acizdirler ya da böyle kavramak işlerine gelmez. Nüansları bir yana bırakacak olursak, tüm küçük-burjuva sol akımlara egemen olan «anti-emperyalizm» anlayışının özü şudur; ülke içindeki kapitalist işleyişe kökten tutum almayan, dolayısıyla anti-kapitalist içerikten yoksun bulunan ve yalnızca dış faktöre indirgenmiş olan sözde bir emperyalizm karşıtlığı! Küçük-burjuvazi nezdinde anti-emperyalizm, sömürgeci ve ilhakçı «politikalara karşı» tutum almaktan ibarettir.”
Emperyalizmden bağımsızlık sorununu bir toplumsal kurtuluş sorunu olarak değil ulusal bağımsızlık sorunu olarak ele alan küçük-burjuva solculara karşı Elif Çağlı, emperyalizm döneminin ekonomik bağımlılığını sömürgecilik döneminin siyasal bağımlılığı ile bir tutmanın hiçbir bilimsel temeli olmadığını belirtir ve şöyle devam eder sözlerine:
“Zira, siyasal bağımsızlığın kazanılması kapitalist sistemin işleyişi ile çelişmemektedir. Tam tersine, emperyalist kapitalizm altında güçlü kapitalist ülkeler, bu bağımsızlığa sahip tüm ülkeleri de bin bir türlü ekonomik mekanizmayla kendilerine bağımlı kılmaktadırlar. Ama bu, artık sistemin bir bütün olarak işleyişine içsel olan eşitsizlik temelinde karşılıklı bağımlılık olgusudur. Kapitalizm altında bu bağımlılıktan kurtulmak mümkün değildir. Ve daha da önemlisi, ekonomik bağımlılığı gerekçe göstererek, az ya da orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerin bir zamanların sömürge ya da yarı sömürge ülkelerinde olduğu gibi bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermeleri gerektiğini ileri sürmek hiç doğru değildir.”[8]
Çeşitli gerekçelerle proleter devrimin önüne bitmez tükenmez aşamalar koyanlar, bugüne dek sayısız ülkede işçi sınıfını devrim yolundan saptırdılar. Proletaryayı ütopik bir “tam bağımsızlık” ve idealize edilmiş bir burjuva demokrasisi hedefiyle sınırlayan, bu uğurda ona burjuvaziyle anti-tekel, anti-faşist, anti-emperyalist halk cepheleri kurma stratejilerini dayatan Stalinizm, pek çok proleter devrim fırsatını işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takarak heba etti. Tek ülkede sosyalizm, aşamalı devrim, yurtseverlik gibi Marksizm dışı anlayışların dünya sosyalist hareketinde baskın kılınması, küçük-burjuva sosyalist akımların beklentilerinin tam tersine “demokrasiyi” ve “bağımsızlığı” getirmeyip, kapitalizmin en baskıcı, en gerici ve en saldırgan uygulamalarıyla tüm dünyada zaferini ilan etmesini sağladı.
Yıllar önce Lenin, burjuvazinin dünyanın hiçbir yerinde çözememiş olduğu burjuva demokratik görevleri Ekim Devriminin çok kısa bir sürede çözdüğünü belirterek şöyle diyordu: “Burjuva demokratik devrimin sorunlarını; ilerlerken, geçerken, bizim esas ve gerçek, bizim proleter-devrimci, sosyalist çalışmamızın «yan ürünü» olarak çözdük. Reformlar ... devrimci sınıf mücadelesinin yan ürünüdür. Burjuva demokratik dönüşümler ... proleter, yani sosyalist devrimin yan ürünüdür.... Birincisi ikincisine doğru büyür. İkincisi geçerken birincisinin sorunlarını çözer.”[9] Böylece Lenin, demokrasi sorunu da dahil olmak üzere çözülmemiş pek çok burjuva demokratik görevi tam olarak çözebilecek tek iktidarın, devrimci işçi sınıfının iktidarı olduğunu söylüyordu.
O günlerden günümüze yaşanan onca olumsuz deneyim, bu sözleri tersinden de olsa defalarca doğrulamıştır. Komünistlerin bugün dünyanın her yerinde savunacakları tek hat, bütünsel bir geçiş programı ve süreklilik anlayışına dayanan ve dünya devriminin parçası olarak algılanması gereken proleter devrim hattıdır.
İster yaşadığımız topraklarda ister başka ülkelerde olsun, bir bütün olarak dünya kapitalizmine karşı savaşmak zorunda olan işçi sınıfı, kendisini ulusal çitler içinde tutmaya çalışan burjuvaziyi devirip iktidarı fethederek, dünya sosyalist devrimi yolunda önemli bir adım atmış olacaktır. Bu yüzdendir ki, devrimi ilerleterek büyütmeyi ve tüm ulusal çitleri yıkarak kapitalizmi dünya üzerinden silmeyi hedefleyen devrimci proletaryanın şiarı, “bağımsız bir ülke” değil, tüm insanlığın birbirine kardeşçe bağlanıp kenetlendiği sosyalist bir dünya olmalıdır.
[1] Mehmet Sinan, “Marksizm ve Türkiye Solunun İdeolojik Geleneği”, MT, Haziran 2005
[2] Mihri Belli, Yazılar 1965-1970, Sol Y., s.56
[3] akt: Ergun Aydınoğlu, Türkiye Solu, Versus Y., Mayıs 2007, s.116
[4] akt: Ergun Aydınoğlu, age, s.152
[5] Mihri Belli, age, s.95-96 ve 384
[6] bkz. Ergun Aydınoğlu, age, s.162
[7] akt: Şeref Işıldak, Endonezya Devrimi, Z Y., 2001, s.17
[8] Elif Çağlı, age, s.47 ve 33
[9] Lenin, “Ekim Devriminin Dördüncü Yıldönümü Üzerine”, SE, c.6, İnter Y.,1995, s.519
link: İlkay Meriç, “Tam Bağımsız Türkiye” Değil Sosyalist Bir Dünya, Temmuz 2007, https://marksist.net/node/1540
İşçi Sınıfının Mücadelesinde Parlamento ve Seçimler
Filistin’de İç Savaş ve Kaynayan Ortadoğu Kazanı