AKP’nin “Acil Eylem Planı” içerisinde yer alan ve ilk kez eski Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu tarafından 18 Şubat 2003 tarihinde kamuoyuna açıklanan yeni YÖK tasarısı ile birlikte, en başta üniversite camiası olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinde yeni ve hararetli bir tartışma başladı. Kısa sürede alevlenen tartışma hızla büyüdü. Tasarı, 77 rektörün imzasıyla sert bir tepkiye maruz kalınca, AKP’nin her zamanki taktiğiyle geri çekildi. Fakat bir süre sonra bu kez de Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından tekrar Meclis gündemine getirildi. Ancak tepkilerin dinmesi bir tarafa, konu etrafında cereyan eden tartışma daha da genişleyip derinleşerek hükümet ve asker-sivil bürokrasinin bazı kesimleri arasında ciddi bir gerilime sebep oldu. Tartışmalar son günlerde gündeme gelen “Kamu Yönetimi Reformu” konusuyla da birleşince iyice karmaşıklaştı ve tüm bunların üzerine yıllardır devam eden “türban” meselesi de eklenince tam anlamıyla seyirlik bir hal aldı.
AKP hükümeti kamuoyunun, öğrenci kesiminin ve üniversitelerdeki eğitim emekçilerinin YÖK’e karşı duydukları rahatsızlığı arkasına almaya çalışarak, yasa tasarısını üniversitelerin “demokratikleşmesi ve özerkleştirilmesi” adına hayata geçirmeye çalışıyor. Kuşkusuz yapılması düşünülen düzenlemelerden bir kısmı, AB’ye uyum kapsamında yapılması zorunlu düzenlemeler. Tasarının karşısında yer alan MGK, Cumhurbaşkanı ve rektörler gibi bürokratlar ise tasarının asıl amacının laik düzeni yıkmak olduğunu ve bunun AKP hükümetinin takiyyelerinden biri olduğunu savunuyorlar. Oysa üniversiteleri hizaya sokmak için 12 Eylül’de yapılan gerici düzenlemeler de, bugün bizlere demokratik kılıflarda yutturulmaya çalışılan YÖK tasarısı da sermayenin değişen ve gelişen ihtiyaçlarının anlatımıdır. Bu tasarı, AKP’nin “Acil Eylem Planı”nda bulunan diğer “reform” taslaklarından bağımsız düşünülemez. İş Kanununun değiştirilmesi, Kamu Yönetimi Reformu, Kamu Personel Rejimi tasarısı ve son olarak da YÖK tasarısı ile gerçekleştirilmek istenenler, sermayenin küresel düzeydeki ihtiyaçlarının karşılanmasına dönük adımlardır ve birbirlerine göbekten bağlıdırlar. Bu “reform” tasarıları devletin ve onu oluşturan kurumların yönetsel anlamda yeniden yapılandırılmasını hedeflemektedir. Planlanan değişiklikler, sermaye birikim sürecinin ilerlemesinin önündeki tıkanıkları aşmak için, sermayenin önceden nispeten daha yüzeysel sömürdüğü alanlara derinlemesine nüfuz edebilmek amacıyla giriştiği yeniden yapılanma sürecinin bir uzantısıdır.
Öte yandan tasarıyla hayata geçirilmeye çalışılan saldırıların asıl hedefi olan öğrenci gençliğin ve eğitim emekçilerinin geniş bir kesimi duruma seyirci kalmaya devam ediyor. Bu kesimlerden yükselen kısık muhalif sesler ise, tıpkı daha önceki pek çok saldırıda olduğu gibi, sınıf temelli bağımsız politikalardan yoksun olduklarından ötürü egemen sınıfın çeşitli kesimleri arasındaki çatışmada ortaya çıkan taraflardan herhangi birisinin kuyruğuna takılmaktan öteye gidemiyorlar.
Hiç şüphe yoktur ki, bizler açısından, ne 12 Eylül rejiminin mirası olan mevcut YÖK kanununun ne de sermayenin en has temsilcilerinden olan AKP hükümetinin önerdiği yeni tasarının kabul edilebilir bir yanı vardır. Sorun bu ikisi arasında bir tercih yapmak değil, burjuvaziden ve devletinden bağımsız bir politika geliştirebilmektir. Bu yüzden konuyu ele alırken, öncelikle mevcut yasanın ve yeni yasa tasarısının içeriğini teşhir etmek, ardından halihazırda yürüyen tartışmalarda kullanılan argümanların ne anlama geldiğini açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Böylelikle milyonlarca genç insanı ve emekçiyi ilgilendiren önemli bir konuda nasıl bir bakış açısına sahip olmamız gerektiğini de ortaya koyabiliriz.
YÖK, 12 Eylül rejiminin bir kalıntısıdır
Bundan tam 22 yıl önce, 6 Kasım 1981’de, 12 Eylül cuntası tarafından bütün üniversitelerin yönetim kurulları tasfiye edilerek yerlerine bizzat askeri cuntanın atadığı rektörler getirildi. Yine cuntanın çıkardığı 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile hayata geçirilen YÖK (Yüksek Öğretim Kurulu) sayesinde de üniversiteler ve yüksek öğretim kurumlarında köklü değişiklikler yapılarak, rejimin istediği tipte bir düzen kurulması sağlandı.
Amacını, “Yüksek öğretimle ilgili her konuda temel, ana belirleyen olmak” ve bu amaçla “yüksek öğretim kurumlarının organize edilmesi, eğitim ve öğretimle ilgili tüm detayların belirlenmesi” görevini yerine getirmek olarak ilan eden YÖK’ün ilk icraatı; üniversitelerde okuyan ve çalışan ne kadar sosyalist, devrimci, demokrat ve ilerici unsur varsa bunları üniversitelerden dışarı atmak ve bizzat kendi elleriyle polise teslim etmek oldu. Gerici ve baskıcı 12 Eylül rejiminin çıkardığı 1402 sayılı sıkı yönetim yasası ile birlikte 3 binden fazla eğitim emekçisi işlerinden oldu ve son derece ağır baskılara maruz kaldılar.
Bu anlamda YÖK’ün temel dayanağı gerici 12 Eylül Anayasası ve rejimidir. YÖK, 12 Eylül rejiminin ruhuna uygun bir biçimde, üniversitelerde eğitim ve öğretimle uzaktan yakından ilgili her şeyi kendi kontrolüne alarak, ağır bir baskı uygulamaya başladı. Sadece Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Emniyet Teşkilatına bağlı okullar bu kanunun kapsamı dışında tutulmuştu.
YÖK’ün bütün üyeleri devlet tarafından belirleniyor ve bizzat cumhurbaşkanı tarafından onaylanıyordu.[1] Yapılan bu düzenleme ile yüksek öğretim sisteminin tepesine YÖK oturtuluyor ve bu alanda atılacak her adımda yegâne karar mercii olarak tayin ediliyordu. YÖK’ün bileşimi de burjuva devlet aygıtı tarafından belirlendiğinden, üniversiteler böylece tam anlamıyla kontrol altına alınıyor, “anarşi ve terör” ortamı sona erdirilerek, üniversitelerde “huzur ve düzen” tesis ediliyordu!
12 Eylül cuntasının hazırladığı bu kanuna göre yüksek öğretimin amacı, “Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türklük bilinciyle dolu, devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, TC devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğunu kabul eden” gençler yetiştirmekti. Yeri geldiğinde hür ve bilimsel düşünceden bahsetmekten de geri durmayan kanunun en geniş ve üzerinde çalışılmış kısmı ise öğrencilere ve eğitimcilere öngörülen suç ve cezalardı.
Yüksek Öğretim Kanununun 53. maddesine göre, “İdeolojik amaçlarla devletin ve milletinin bölünmez bütünlüğüne kasteden, din, dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrılığına dayanarak cumhuriyeti yıkmaya çalışan faaliyetlerde bulunanlar” derhal okuldan atılıyor ve cumhuriyet savcısına teslim ediliyordu. Ayrıca bu sebeplerle üniversiteden atılan bir öğrenci ya da eğitimci bir daha başka bir üniversitede de okuyamıyor veya çalışamıyordu.
Okuldan atılma veya uzaklaştırma cezası almak için, “Yükseköğretim içinde veya dışında yükseköğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunmak, öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlamak, kurumların sükun, huzur ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal ve engelleme gibi eylemlere katılmak, bunları teşvik ve tahrik etmek, yükseköğretim mensuplarının şeref ve haysiyetine veya şahıslarına tecavüz etmek veya saygı dışı davranışlarda bulunmak ve anarşik ve ideolojik olaylara katılmak veya bu olayları tahrik ve teşvik etmek” fiillerinden birini işlemek yeterliydi.
Benzer şekilde öğrenciler ve öğretim elemanlarının üniversitelerde “parti faaliyetinde bulunmaları ve parti propagandası yapmaları” yasaklanırken, herhangi bir siyasal partiye üye olan öğrenci ve öğretim elemanlarının üniversitelerde yönetici görevler almaları da engelleniyordu.
Böylelikle YÖK gerçek yüzünü de teşhir etmiş oluyordu. Kendisi baştan aşağı burjuva devlete bağlı siyasal bir kurum olduğu halde, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin her türlü siyasal faaliyetini yasaklamaktaydı. Örgütlenmelerinin önüne en gerici yasaklarla türlü türlü engeller çıkartarak onları her türlü hak ve özgürlüklerinden mahrum etmekte, bir yandan da yetişmekte olan genç kuşağın geleceğini ipotek altına almaktaydı.
12 Eylül rejiminin bir parçası olan YÖK’ün asıl amacı, 1960’lı yıllardan itibaren hızla yükselen toplumsal muhalefetin ilerleyişini durdurmaktı. İşçi sınıfı hareketinin siyasallaşmasına paralel olarak üniversitelerde de öğrenci gençliğin burjuva ideolojisinden kopup devrimci hareketin saflarına katılmasını engellemekti. Burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket eden askeri diktatörlüğün, toplumun her alanında başlattığı karşı saldırının bir ayağı da üniversitelerdeki devrimci yükselişi kesmekti.
Bu sayede yeni yetişen genç nesillerin bilincinde muazzam çarpılmalar oluşmuş, tarihsel hafıza yitirilmiş, gençlik depolitize edilerek siyasal hayatın dışına itilmiş, toplumsal sorunlara duyarsızlaştırılmış ve pasifize edilmiş, neticede ortaya kayıp bir kuşak çıkmıştır. 12 Eylül rejimi, politikadan ve örgütlenmekten korkan, hakları uğruna mücadele etmek yerine edilgen bir şekilde egemen sınıfların ve devletin her dediğini hiç sorgulamadan kabul eden, kendine ve topluma yabancılaşmış, toplumsal yaşamdan koparak bireyselleşmiş ve atomize olmuş bir kuşak yarattı. Burjuva ideolojisinin yoğun bombardımanı altında iyice sersemleyen insanları kendi yarattığı bu cendere ile yıllar boyu ezerek tam da sermaye sahibi sınıfların istediği tipte bir insan modeli yaratmıştır.
Burjuvazinin, son yirmi yıldır ciddi anlamda hiçbir alternatifle karşılaşmadan işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde tam bir ideolojik tahakküm kurabilmesinin önemli bir nedeni budur. Türkiye burjuvazisinin sınıf egemenliğini devam ettirebilmesinin bir aracı olarak YÖK, kapitalist toplumda üniversitelerin burjuva ideolojisinin yeniden-üretim merkezleri olarak işlev görme rolünü güvence altına almakla kalmamış, bu ideolojinin gerek öğretim görevlileri gerek öğrenciler gerekse de üniversitelerde çalışan diğer emekçiler tarafından sorgulanmasının da önüne set çekmeyi temel misyonu bellemiştir. YÖK bugüne kadar, burjuvazinin hakim ideolojisinin argümanı olan şovenizmin en önde gelen savunucusu olmuş, en temel demokratik taleplerin bile dile getirilmesini şiddetle cezalandırmış, örgütlenme ve gösteri yapma haklarını kullandıkları için nice insanı okullardan uzaklaştırmış ve bu anlamda burjuvazinin siyasal gericiliğinin en başta gelen kalelerinden biri olduğunu defalarca ispatlamıştır.
YÖK’ün iki ana hedefi vardı: birincisi öğrenci gençliğin ve eğitim emekçilerinin her türlü örgütlü mücadelesini boğmak ve bu yolla toplumsal sorunlara en duyarlı kesimlerden birisini pasifize etmek; ikincisi ise düzenin tekrar sağlanmasıyla birlikte üniversitelerin asıl işlevlerine dönmesini sağlamak, yani daha fazlasıyla burjuvazinin hizmetine sunulduğu kurumlar haline getirmek.
YÖK’ün 22 yıllık tarihi bu yönde atılmış adımlarla doludur. 12 Eylül rejimi yerini “olağan” siyasi hayata bıraktıktan sonra bile bu adımların atılmasına devam edilmiştir. Üniversiteler polis karargâhlarına dönüştürülmüş, uzun bir süre kurulmaları yasak olan öğrenci dernekleri üzerindeki baskılar, bunlar yasal varlık kazandıktan sonra da eksilmeden devam etmiştir. 1992 yılında her üniversitenin kendi bünyesinde “Özel Güvenlik Birimleri” kurmasıyla birlikte polisin ve faşist grupların üniversitelere kalıcı bir şekilde yerleşmesi sağlanmıştır.
Yine ANAP hükümeti döneminde (1990) 418 sayılı kanun çıkarılarak ve harçlara %1000’lere varan oranda zamlar yapılarak, işçi ve emekçi çocuklarının üniversitelerde okuması zorlaştırılıyordu. Öğrencilerden alınan har(a)çlar arttıkça, devletin üniversitelere yaptığı katkı da kademeli olarak azaltılıyordu. 1992 yılında mediko-sosyal denilen sağlık hizmetleri tamamen paralı hale getirildi. Her geçen yıl yenileri eklenen bu tür uygulamalarla, öğrenci gençlik içindeki sınıfsal ayrım giderek daha da derinleştirildi. ANAP hükümeti döneminde, özel vakıf üniversitelerinin kurulması yasalaştırılarak “bacasız fabrika” denilen bu yeni sektöre burjuvazinin el atmasının önü açıldı. Bugün özel üniversitelerin yüksek öğretim kurumları içindeki oranı, üniversite sayısı itibariyle yaklaşık 1/3 düzeyine erişmiş durumdadır.
Yeni YÖK tasarısının arka planındaki gerçekler
Burjuvazi, giriştiği daha kapsamlı dönüşüm sürecinin bir parçası olarak üniversiteleri de yeniden düzenlemek istiyor. Bu “reform” ihtiyacının başlıca nedeni sermayenin uluslararası düzeyde giriştiği düzenlemelerdir. Daha önce Kamu Yönetimi Reformu tartışmalarında da gündeme gelen GATS anlaşmaları çerçevesinde verilen taahhütler bağlamında, büyük ölçüde devlet tarafından yürütülen eğitim ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilerek ulusal ve uluslararası tekellerin dolaysız olarak yatırım yapabileceği şekilde düzenlenmesi de bu döneme rastlamaktadır.
Bu durumda nasıl oluyor da, sermayenin çıkarları temel alınarak hazırlanan bir düzenleme, sermaye, hükümet ve devlet bürokrasisi arasında böylesine sertleşen bir tartışmanın konusu olabiliyor? İşin aslına bakılırsa, bugün Türkiye’de yalnızca üniversiteler konusunda değil, neredeyse tüm temel toplumsal ve siyasal sorunlarda çeşitli burjuva kesimler arasında henüz çözüme bağlanmamış bir kapışma yürürlüktedir. Gerçekte tüm kapışma, dönüp dolaşıp mevcut devlet aygıtının ve onun çeşitli kurumlarının yeniden düzenlenmesi noktasında yoğunlaşıyor. AKP hükümeti de bu kapışmanın ortasında doğmuş bir hükümet olarak, hem kendi siyasal zeminini korumak ve güçlendirmek hem de temsil ettiği sermayenin çıkarlarını geliştirmek adına zaman zaman çeşitli denemelere girişiyor.
Bu noktadan bakıldığında, son YÖK tasarısının AKP hükümeti açısından önemli bir siyasal anlamı var. 28 Şubat darbesiyle ordu İslamcı çevrelere yönelik baskılarını arttırmıştı. Gerek İmam-Hatip Liselerine getirilen sınırlamalara, gerek sekiz yıllık eğitim zorunluluğuna, gerekse de üniversitelerde türbanın yasaklanmasına karşı tepkili kesimler, AKP hükümetiyle birlikte bu sorunların çözüleceği beklentisi içine girdiler. AKP hükümeti hem bu beklentileri boşa çıkarmamak zorunda, hem de devlet bürokrasisiyle köprüleri atmaması gerektiği dersini çıkarmış durumdadır. Bu nedenle çeşitli denemelere girişerek 28 Şubat darbesini kısmi reformlarla geriletmeye çalışmaktadır. Tüm beyanlarına rağmen askeri ve sivil bürokrasinin bir kesimiyle aralarındaki soğukluğu aşamayan AKP, bu meseleyi kendisi açısından bir itibar meselesi olarak görmektedir.
30 Temmuz 2003’te yaptığı bir basın açıklamasında YÖK, tasarının “öncelikli olarak siyasi amaçlı” ve “üniversiteler üzerinde siyasi otoritenin etkisini ve müdahalesini arttırmaya yönelik” olduğunu, “bugünküne göre çok daha merkeziyetçi bir yapı” öngördüğünü ifade etti. Hiç kuşkusuz tasarının siyasi bir amacı söz konusudur. Ancak bunun tam da YÖK tarafından garipsenmesi tam bir ikiyüzlülüktür. Çünkü bizzat YÖK bir “siyasi amaçla” üstelik de askeri diktatörlüğün siyasi amaçları doğrultusunda kurulmuş bir kurumdur. O halde bu ifadenin anlamı olsa olsa siyasi otoritenin el değiştireceği ve bu elin hükümetin eli olacağı korkusudur. Demek ki YÖK başkanı Kemal Gürüz’ün ve altındaki ekibinin feryatlarının sebebi kendi kişisel çıkarları olduğu kadar, arkalarındaki ordunun mevcut statükoyu koruma refleksidir. Üniversite profesörlerinin “Ordu Görev Başına” şeklinde pankartlarla alanlarda arz-ı endam etmeleri, gerçekte kimin çıkarlarının temsilcisi olduklarını yeterince açığa çıkartıyor.
Nitekim AKP’nin sunduğu tasarı ile yapılması düşünülen değişikliklerin başında, mevcut düzenlemede yüksek öğretim sisteminin tepesindeki idari organ olan YÖK’ün yerine ÜAK’ın[2] geçirilmesi, YÖK’ün daha ziyade bir akademik kurula ve koordinasyon organına dönüştürülmesi ve bunların üyelerinin belirlenmesinde ağırlığın cumhurbaşkanlığından başbakanlığa –yani AKP hükümetine– devredilmesi hedefi gelmektedir. Örneğin eski haliyle YÖK’ün 7 üyesini cumhurbaşkanı, 7 üyesini başbakanlık, 1 üyesini MGK ve 7 üyesini de ÜAK belirlerken, yeni düzenlemeyle birlikte 6 üye ÜAK, 8 üye başbakanlık, 1 üye yine MGK ve 2 üye cumhurbaşkanlığı tarafından belirlenecektir. Ancak YÖK’e seçilen tüm bu üyelerin ÜAK içinden seçilmesi zorunludur. Böylece yüksek öğretim kurumlarında görev yapan bütün rektörlerin doğal üyesi olduğu bir kurul olarak ÜAK, yüksek öğretimin ana politikalarının belirlenmesinde en yetkili organ haline gelmektedir. Ayrıca mevcut haliyle Milli Eğitim Bakanı YÖK’e sadece gözlemci olarak katılabilirken, yeni tasarıda bakan YÖK’ü istediği zaman toplayıp başkanlık edebilmektedir.
Bugünkü YÖK yönetimi, hükümetle yürüttüğü tartışmalarda, 28 Şubat darbesinin bekçiliğine soyunmuş olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Nitekim ordunun uşağı durumundaki YÖK profesörlerinin tasarıda karşı çıktıkları maddelerin orduyu (yani sözde laikliği ve Kemalist ideolojiyi) savunma refleksiyle sınırlı olması bu durumun kanıtıdır. Oysa tasarı bu maddelerle sınırlı değildir! Ne var ki geri kalan maddelerde, profesörlerinden cumhurbaşkanına, generallerinden başbakanına kadar tüm burjuva unsurlar hem fikirdirler! Ne de olsa, iş, kapitalist dişlilerin daha iyi dönmesini sağlamak, işçi sınıfını daha yoğun sömürebilmenin yollarını bulmak ve emekçilerin ve devrimci öğrencilerin mücadelesinin önüne set çekmek oldu mu, tüm egemenler domuz topu gibi birleşmesini de biliyorlar!
Biz tepede dönen tüm bu kayıkçı kavgasını şimdilik bir kenara bırakıp, yeni tasarıyla birlikte yapılması planlanan değişikliklere göz atmaya devam edelim. Bunlardan birincisi, oluşturulması düşünülen “Sosyal Konsey”dir. Konseyin üyeleri kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve işçi, işveren sendikaları gibi sivil toplum örgütleri tarafından seçilecektir. Konsey yüksek öğretim alanında yapılacak yatırımların planlanması, üniversitelerin ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatlandırılması, üniversite-sanayi-STK (Sivil Toplum Kuruluşları) arasındaki ilişkinin geliştirilmesi gibi konularda kararlar alacak ve bu kararlarını öneriler halinde üniversite yönetimlerine iletecektir.
Sosyal Konseyin bileşimi, ne tür bir işleve sahip olacağı konusunda yeterli ipuçlarını vermektedir. Konsey öncelikle üniversitelerin yürütecekleri bilimsel çalışma ve projelerin hangi alanlarda ve yönde olacağını belirleyecek, ihtiyaç duyulan işgücünün yetiştirilmesi ve üniversiteler ile çeşitli sektörler arasında işbirliğinin sağlanması ve öğrencilerin çeşitli sorunlarının çözümlenmesi hususlarında tavsiye kararları alacaktır. Bunun anlamı öncelikle büyük tekellerin ve sermaye kuruluşlarının ihtiyaçları doğrultusunda bilimsel araştırmalar yapılmasıdır. Kuşkusuz bunun karşılığında bu kuruluşlar da bu hizmetin karşılığı olan bedeli, yapacakları bağışlar ve yardımlar biçiminde ödeyeceklerdir. Gerçekte yapılmak istenen, 1990’lı yıllardan itibaren fiilen başlamış olan bu uygulamayı, tüm yasal engellerden arındırmak ve daha rahat ve açık şekilde yürütebilmektir. Böylelikle üniversitelerin temel görevi olan bilimsel araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin kapitalist sistemde sahip olabileceği yegâne işlev de çıplak bir şekilde ortaya konulmuş oluyor; sermayenin ve burjuvazinin çıkarlarını gözeterek, kapitalistlerin kâr ve rekabete dayalı sistemde daha fazla artı-değer sömürüsü yapabilecekleri biçimde bilimi ve teknolojiyi geliştirip onların hizmetine sunmak.
Öte yandan, kapitalist sistemde üniversitelerin asli görevlerinden bir diğeri olan sermayenin ihtiyaç duyduğu alanda ve oranda kalifiye işgücü yetiştirilmesi görevi de, yine Konsey aracılığıyla bizzat sermaye kuruluşlarının temsilcileri tarafından üniversite yönetimlerine tavsiye edilecek ve böylece üniversiteler ile sermaye arasında tam bir işbirliği sağlanmış olacaktır.
Ne var ki, üniversitelerin bu işlevi de yeni değildir. Söz konusu olan, kapitalizmde öteden beri varolan bu işlevin daha da mükemmel ve derinleşmiş bir biçimde yerine getirilmesini sağlamaktır. Zaten kapitalizm varolduğu sürece üniversitelerin daha farklı bir işleve sahip olması da mümkün değildir. Kapitalizm, toplumun değil sermayenin ihtiyaçlarının karşılanması üzerine şekillenen bir toplumsal yapıya sahiptir. Bu yapı içerisindeki bir kurumun toplumun genelinin çıkarlarına göre davranmasını beklemek, iyimserliğin sınırlarını aşan bir hayalcilikle veya olsa olsa kapitalizmin doğasını kavrayamamış olmakla tanımlanabilir.
AKP hükümetinin sunduğu yeni YÖK tasarısına baktığımızda, tasarının içeriğinin hiç de demokratik olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Tasarıda yer alan disiplin yönetmeliğinin içeriği de bunun bir göstergesidir. Disiplin yönetmeliği mevcut kanuna göre ceza gerekçeleri ve usullerinin üzerinde çok daha ayrıntılı ve titizlikle durmuştur. Örneğin uyarma, kınama gibi disiplin cezalarına bir yenisi eklenmiştir: aylıktan kesme. Bu cezanın uygulanması için gereken şartlar arasında, 1-3 gün arası işe gelmemek, görev yeri sınırları içerisinde herhangi bir yeri toplantı, tören ve benzeri amaçlarla izinsiz olarak kullandırmak, yükseköğretim törenlerinin programlarını engelleyecek veya sekteye uğratacak hareketlerde bulunmak gibi sebepler de bulunmaktadır.
Bir başka göz açıcı örnek de öğretim üyeliğinden çıkarılma cezasıdır. Bu cezayı alan bir öğretim elemanı bir daha akademik unvanını kullanamayacak ve öğretim mesleğine geri alınmayacaktır. Bu cezanın uygulanması için öngörülen iki durum bulunmaktadır. a) Bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü ya da temel-karakteristik özelliğini belirten kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek, b) Şiddet ve terör amaçlı bildiri, afiş, pankart, bant ve benzerlerini basmak, çoğaltmak, dağıtmak, dağıttırmak veya bunları iş yerine veya iş yerindeki eşya üzerine yazmak, resmetmek ve asmak.
Yıkıcı ve bölücü amaçlarla eğitim-öğretim ve araştırma faaliyetlerini engelleyen eylemlerde bulunmak, şiddet ve terör eylemlerinden arananları görev mahallinde gizlemek, yurt içinde veya yurt dışında devletin birlik ve bütünlüğü aleyhine düzenlenen şiddet ve terör eylemlerini tertiplemek, tertipletmek veya fiilen katılmak gibi fiillerin cezası ise kamu görevinden bir daha alınmamak üzere çıkarılmaktır.
Eski YÖK yasasında ve yeni tasarıda ortak olan bir nokta da öğrencilerin ve öğretim elemanlarının siyasal faaliyetlerine getirilen kısıtlamalardır. Öğrenciler ve öğretim elemanları siyasi partilere üye olabilmekte, fakat üniversite içerisinde parti propagandası yapamamakta ve parti faaliyet yürütememektedirler. Üstelik bir siyasi partinin yönetim organlarında yer alan öğrenci ve öğretim elemanı, üniversite bünyesindeki herhangi bir yönetsel organda da yer alamazken, sistemin tepesindeki kişiler bizzat hükümet ve devlet tarafından seçilmektedir. Burjuvazinin istediği üniversitelerin veya toplum içerisindeki bir başka kurumun genel anlamda siyasetten bağımsızlığı değil –ki bu imkânsızdır– kendisine kökten muhalif olan siyasetlerden bağımsızlığıdır. Bir başka deyişle istenen, üniversitelere de tüm diğer kurumlarda olduğu gibi burjuva siyasetinin egemen olmasıdır. Bunun en kolay yolu da üniversiteleri burjuva devlet aygıtına bağlı, onun güdümünden çıkmayan bir durumda tutmaktır.
Orduya karşı demokratlık taslayan AKP’nin iş gerçek demokratik haklara geldiğinde, bu denli gerici, bu denli düşmanca bir tutum içerisinde olması, burjuva demokrasisinin iki yüzlülüğünü bir kez daha göstermektedir. YÖK’ün yerine ÜAK’ın veya geçici olarak düşünülen YEK’in (Yüksek Eşgüdüm Kurulu) geçmesiyle yahut biçimsel birtakım değişikliklerle üniversitelerde yaşanan sıkıntıların çözümlenmesi mümkün değildir. Toplumsal yaşamın diğer tüm alanlarında olduğu gibi, üniversitelerin işleyişinde de demokratik kazanımlar ancak işçi sınıfının mücadelesiyle bütünleşmiş bir mücadele ile elde edilebilir.
YÖK’e karşı mücadele sınıf mücadelesinden koparılamaz
Bir bütün olarak baktığımızda sorun ne YÖK ne de YEK meselesidir, sorun burjuva eğitim sistemidir. Kapitalist eğitim burjuvazinin toplum üzerindeki egemenliğini sürdürebilmesinin bir aracıdır. Eğitim kurumları burjuva ideolojisinin üretildiği ve yayıldığı ve sermayenin hizmetine sunulmak üzere nitelikli işgücünün yetiştirildiği yerlerdir. Bu durum kapitalizmin ortaya çıkışından bu yana böyledir ve bu niteliği gittikçe artmaktadır.
Demek ki eğitim sorunu ve bu sorunun bir parçası olarak YÖK-YEK meselesi, kapitalist düzenin barındırdığı diğer çelişkilerden ve problemlerden ayrı, bağımsız olarak düşünülemez. Sorunun kaynağı kapitalizmin kendisidir ve çözümü de kapitalizmin diğer sorunlarının çözüm şekliyle ortaktır. Kapitalist sistemde toplumsal yaşamın her alanı birbirine görünmez iplerle bağlıdır, hiçbir sorun bağımsız ve yalıtık olarak ele alınamaz. Son YÖK tasarısı da, 22 yıldır devam eden YÖK sorunu da bu bağlamda ele alınmalıdır. Bu temel gerçek kavranılmayıp YÖK’e karşı mücadele, sınıf mücadelesinden bağımsızlaştırıldığı ölçüde öğrenci gençliğin de bu sorunu aşma şansı olmayacaktır. En basit çerçeveden bakıldığında bile sorunun muhatabı sadece öğrenciler değil aynı zamanda eğitim emekçileridir. O halde kalkış noktası sorunun bu iki muhatabının bir araya gelerek mücadeleyi ortaklaştırmasından geçer.
Burjuvazinin öğrenci gençliğe dönük ideolojik bombardımanının en güçlü panzehiri öğrenci hareketinin başta eğitim emekçileri olmak üzere işçi sınıfıyla el ele vermesidir. Tarih bize güçlü bir sınıf hareketinin varolmadığı koşullarda devrimci bir öğrenci hareketinin de oluşamayacağını göstermiştir. Bugün kavranması gereken en önemli nokta budur. Bu gerçekliği kavrayamayıp sınıf mücadelesinden bağımsız bir öğrenci hareketi düşlemek gibi hoş ama boş hayaller peşinde koşanlar, eninde sonunda ya burjuva liberalizmine teslim olurlar ya da gittikçe marjinalleşmeyle yüzyüze kalırlar. O halde burjuva eğitim sistemine ve onun en gerici ifadesi olan YÖK’e karşı verilecek mücadelenin bağımsızlaştırılmak bir yana öncelikle işçi sınıfının mücadelesiyle bağlarının kurulması gerekiyor.
[1] Dönemin cumhurbaşkanının Org. Kenan Evren olduğu hatırlanırsa YÖK’ün işlevi daha iyi anlaşılacaktır.
[2] ÜAK (Üniversitelerarası Kurul) ilk kez 1946’da oluşturulmuş bir kurumdur. İlk haliyle kurul üyelerini üniversiteler kendi bünyelerinden seçiyorlardı ve kurul üniversitelerdeki en üst düzey idari organ olma fonksiyonuna sahipti. Daha sonra 1973’te çıkan bir kanun ile kurulun görevleri arasına üniversiteler ile ilgili her türlü düzenlemeyi, koordinasyonu, kanun tasarılarını ve yönetmeliklerini düzenlemek de katılmıştır. Ancak 1981’de çıkartılan yüksek öğretim kanunu ile birlikte kurulun yönetsel işlevi son bulmuş ve akademik bir organa dönüştürülmüştür. O yıllarda askeri cuntanın iktidarını pekiştirmek için bir anlamda tenzil-i rütbeye tâbi tuttuğu bu organ, şimdilerde AKP hükümeti tarafından tekrar eskisi gibi bir işleve kavuşturulmak istenmektedir; bu kez de YÖK’ün lağvedilmesiyle...
link: Tuncay Alp, YÖK Tasarısı ve Kayıkçı Dövüşü, 18 Aralık 2003, https://marksist.net/node/1313
Birleşik Metal İş Merkez Genel Kurulu Üzerine