Geçtiğimiz ay İnsanî Gelişmişlik Raporu ve Küresel Barış Endeksi adında iki rapor yayınlandı. Bu raporları, yine her yıl yayınlanan ülkelerarası gelişmişlik sıralamasına ek raporlar olarak görmek mümkün. AKP ve Erdoğan’ın en çok övündükleri ve dillendirdikleri konuların başında “Büyüyen Türkiye” meselesi geldiğinden ve gerek seçim öncesinde gerekse de sonrasında bu mevzu epeyce işlendiğinden, bu raporların içeriğine göz atmak yararlı olacaktır. Çünkü bu raporlar Türkiye’de yaşanan ekonomik gelişmenin/büyümenin ne pahasına olduğunu ve hangi eşitsizlik ve çarpıklıkları örttüğünü anlamaya yardımcı olacak veriler sunmaktadır.
Raporların içeriğine geçmeden önce, “büyüyen Türkiye” meselesinde birkaç önemli hususun altını çizmek gerekiyor. Bunlardan birincisi, Türkiye ekonomisinin gerçekten de özellikle son 10 yılda önemli bir büyüme kaydettiğidir. İkincisi, bu büyümenin işçi sınıfının refahına çok sınırlı ölçüde yansıdığı ve büyük bedeller anlamına geldiği ve ekonomi dışındaki pek çok alanda Türkiye’nin yerinde saydığıdır. Üçüncüsü ise “mutlu büyüme günleri”nin sonuna gelinmiş olduğunu gösteren pek çok ekonomik ve siyasal verinin varolduğudur. Bu hatırlatmalar önemlidir, çünkü raporlar bu tespitleri güçlendirici veriler içermektedir.
Sonda söyleyeceğimizi başta ifade edersek, gerek BM’nin 2014 yılı İnsanî Gelişme Raporu’nun gerekse de Avustralya merkezli Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün yayınladığı Küresel Barış Endeksi’nin bizler açısından en özlü sonucu aslında şudur; burjuva iktisatçılarının “gelişme” dedikleri kapitalist gelişmedir ve kapitalist gelişme denilen şey de insanî açıdan ağır bedeller içeren dengesiz bir gelişmedir. Ekonomi büyür, yani teknoloji gelişir, ticaret hacmi artar, üretim artar ve kapitalistler ceplerini doldururken işçiler göreceli olarak daha da yoksullaşır, iş kazaları korkunç düzeylere ulaşır ve bir yandan da paylaşım savaşları kızışır. Bir yanda zenginlik ve refah birikir ama toplumun çoğunluğu bu gelişmenin nimetlerinden çok az yararlanır. Ayrıca bu gelişme sonsuz da değildir, krizlerle sekteye uğrar ve işler sarpa sarar. Türkiye’de de süreç farklı işlememiştir.
İnsanî Gelişme Raporu’na göre Türkiye’de, 1980’den bu yana, özellikle de son 10-15 yılda, önemli bir ekonomik büyüme gerçekleşmiştir. Ve kuşkusuz bu ortalama yaşam süresinin uzamasını, ortalama eğitim düzeyinin yükselmesini, kişi başına düşen milli gelirin artmasını da beraberinde getirmiştir. Ancak yine rapora göre bu gelişme son derece eşitsiz ve ekonomik büyüme oranına göre yetersiz bir şekilde yaşanmıştır. Bu eşitsizliği bölgeler arasında görmek mümkün olduğu gibi, toplumsal sınıflar ve katmanlar arasında çok daha fazla görmek mümkündür.
Örneğin Türkiye, 187 ülke arasında dünyanın en büyük 17. ekonomisi haline gelirken, insanî gelişmişlik açısından ancak 69. sırada yer alabilmiştir. Bu durum bile, tek başına, ekonomik gelişmenin otomatik olarak insanî gelişme anlamına gelmediğini göstermektedir. Ekonomik açıdan iflasın eşiğinde olan Yunanistan’ın insanî gelişmişlik açısından 29. sırada yer alması da bu tespitin bir başka kanıtıdır.
Rapor, insanî gelişmişlik sıralamasındaki temel ölçütlerden biri olan bilgiye erişim yani ortalama eğitim süresi, düzeyi ve beklentisi açısından da Türkiye’nin ekonomik büyümesine uygun bir düzeyde olmadığını ortaya koymaktadır. Kâğıt üstünde “eğitimli insan” sayısı artmasına ve ortalama eğitim süresi uzamasına rağmen, eğitimin kalitesi artmamış ve toplumun bu alandaki beklentilerinin karşılanmadığı görülmüştür. Benzer şekilde ortalama yaşam süresi artmış ama yaşam kalitesi aynı oranda artmamış durumdadır. Üstelik buna eşitsizliği de eklemek gerekir. Meselâ en üst %20’lik dilimde yer alanların yaşam standardıyla en alt %20’lik dilimde yer alanların yaşam standardı arasında muazzam bir uçurum söz konusudur. Benzer uçurumlar eğitimden sağlığa, gelir düzeyinden kültür düzeyine kadar her alanda mevcuttur ve ara giderek açılmaktadır. Türkiye içinde bulunduğu bölgedeki en eşitsiz gelişen ülke konumundadır.
Ekonomik büyümenin ve gelişmişliğin temel ölçütlerinden olan kişi başına düşen milli gelirde de bu çarpıklığı görmek mümkündür. Örneğin rapora göre bu değer (satınalma paritesi ve 2011 yılı dolar kuru sabit alınarak) 1980 yılında 8656 dolarken, 2013 yılında 18.391 dolara yükseliyor. Bu artış ilk bakışta olumlu gibi görünse de mesele o kadar basit değildir. Çünkü bu değer toplam milli gelirin nüfusa bölünmesi gibi “burjuva eşitlikçi” bir mantıkla elde edilmektedir. Oysa bugün Türkiye’de her işçinin “başına” yılda 18.391 dolar düşmediği açıktır. Toplumda tam olarak kaç kişinin bu gelire sahip olduğu araştırıldığında gerçeklik çıplak biçimde karşımıza çıkacaktır. Biz şu kadarını söyleyelim, resmi olmayan rakamlara göre işçi sınıfının yaklaşık %60’ı asgari ücrete ya da ona çok yakın bir ücrete mahkûmdur. Yani işçilerin %60’ı ayda ortalama 1000 lira, yılda 12 bin lira, yani yaklaşık 4500 dolar kazanmaktadır. Bu hesap da milyonlarca insanın 18.391 doların yanından bile geçemediğini net biçimde göstermektedir. Resmi rakamlara göre, 29 milyon olan çalışabilir nüfusun 21 milyonu yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır.
Ekonomik büyümenin kimlere yaradığını yani eşitsizliğin boyutlarını rakamlarla ifade etmek görüntüyü daha da netleştirecektir. Örneğin 2002’de, en zengin %1’lik kesim toplam servetin %39,4’üne sahipken, bu oran 2014’te %54,3’e çıkmıştır. Bir diğer veri ise kişilerin hayatları boyunca elde ettikleri toplam mal varlığına dairdir. Buna göre de en tepedeki %0,2’lik kesimde yer alan kişilerin mal varlıkları 1 milyon dolardan fazlayken, %75,3’lük kesimde yer alan kişilerin mal varlığı 10 bin dolardan azdır. Yani çoğunluk, bırakalım yılda 18 bin dolar kazanmayı, hayatı boyunca 10 bin dolar biriktirememiştir. Bu bağlamda Türkiye, GINI katsayısı (servet paylaşımındaki adaletsizliği gösteren bir oran) olan %84,3 ile dünyanın servet dağılımı açısından en adaletsiz 6. ülkesi konumundadır.
Ayrıca aynı rapora göre ekonomi büyürken (1980-2013 arası toplam büyüme yaklaşık %124 civarındadır) istihdam aynı hızda büyümemiş ve istihdam oranındaki artış %48,5’te kalmıştır. Dolayısıyla da gittikçe kronikleşen bir işsizlik söz konusu olmuş, yedek işçi ordusu her gün büyümüştür.
“Toplumsal cinsiyet eşitliği” yani kadının toplumdaki yeri alanında da Türkiye geri sıralarda yer almaktadır. Türkiye bu alanda 149 ülke arasında 69. sıradadır ve kendi bölgesindeki (Avrupa ve Orta Asya) en geri ülkelerden biri konumundadır. Türkiye ile aynı gruptaki Azerbaycan’la yapılacak bir karşılaştırma fikir vermesi açısından işlevli olacaktır. Türkiye’de kadın milletvekili oranı %14,2 iken, bu oran Azerbaycan’da %16’dır. Türkiye’de kadınların %39’u ortaöğrenim görebiliyorken Azerbaycan’da bu oran %93,7’dir. Türkiye’de her yüz kadından 29,4’ü işgücüne katılıyorken Azerbaycan’da her yüz kadından 62,5’i işgücüne katılmaktadır. Türkiye’de kadının geliri 100 dolar olarak alındığında erkeğinki 321,32 dolar olmaktadır.
Benzer gerilikler eğitim alanında da geçerlidir. OECD’nin yaptığı sıralamada 65 ülke arasında Türkiye 45. sırada yer almıştır. “Meslek lisesi” kategorisinde olan imam hatip liselerinin sayısının hızla artmasıyla birlikte, meslekî eğitimin ortaöğrenim içindeki payı artmış ama eğitimin kalitesi de bir o kadar düşmüştür. Örneğin meslek liselerinden yüksek öğretim giriş sınavlarına başvuranların sadece %7’si üniversitelere devam edebilmiştir. Burjuvazi her ilde üniversite açmakla, okul sayısını arttırmış olmakla övünmektedir. Bu açıdan sayısal bir artışın söz konusu olduğu doğrudur, fakat eğitimin kalitesi yerlerde sürünmektedir. Örneğin Türkiye, bu 65 ülke içinde, fen bilimleri kategorisinde 42. sırada, matematik formüllerini anlamada ise 62. sırada yer almıştır. Yani kâğıt üstünde ortalama “eğitimli” insan sayısı artmış ama gerçekte diplomalı “eğitimsiz”lerin sayısı çoğalmıştır.
Küresel Barış Endeksi’nin sunduğu veriler ise meselenin bir başka boyutunu, yani kapitalizmin savaşsız yapamayacağını ve kapitalist gelişme denilen şeyin beraberinde nasıl da artan bir militaristleşmeyi ve savaş ortamını getirdiğini ortaya koyuyor. Bu rapor kapsamında toplam 162 ülke incelenmiş durumdadır ve üç ana kriter söz konusudur: toplumdaki “güvende hissetme” algısının düzeyi, uluslararası veya iç çatışmaların düzeyi, militaristleşme düzeyi. Bu bağlamda ekonomik, politik ve kültürel faktörler de hesaba katılmaktadır.
Rapora göre son 8 yılda dünyadaki savaşların oranı %2,4 artmış. Bu oran Ortadoğu özelinde ise %11 düzeyinde. Dünya çapında 50 milyonun üzerinde insan göç etmiş veya yerinden edilmiş durumda, ki bu rakam II. Dünya Savaşından bu yana en yüksek seviyeyi oluşturuyor. 2014 yılında Irak ve Suriye’de her üç kişiden biri savaşlar yüzünden ülke dışına göç etmek zorunda kalmış. Raporun “terörizm” olarak adlandırdığı, gerçekte ise emperyalist savaşın bir parçası olan saldırılar 2013 yılında, bir önceki yıla göre %61 artış göstermiş ve o yıl içinde toplamda 18 bin insan bu saldırılar yüzünden hayatını kaybetmiş. Bu ölümlerin %82’si ise sadece 5 ülkede (Irak, Suriye, Afganistan, Pakistan ve Nijerya) gerçekleşmiş. 2008’de durumun “çok kötü” olduğu ülke sayısı 3 iken (Somali, Sudan, Irak), 2015’te bu sayı 9’a yükselmiş: Suriye, Irak, Afganistan, Güney Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Somali, Sudan, Kongo ve Pakistan. İç çatışmalar yüzünden gerçekleşen ölümler ise 2008’den bu yana %387 oranında artış göstermiş.
Bu verilerden de anlaşılacağı üzere dünya gittikçe daha fazla oranda savaşların kucağına itilmektedir. Raporun Türkiye’yle ilgili kısımları ise şöyledir: Türkiye “barış” açısından, geçen yıla göre dünya çapında 7 sıra gerileyerek 135. sıraya düşmüş ve Avrupa özelinde ise sonuncu sırada yer almıştır. Karşılaştırma açısından örnek verilecek olursa, ekonomisi iflas eden Yunanistan 61. sıradadır. Türkiye’nin gerilemesine yol açan başlıklar ise toplumdaki suç oranının artması, güvenlik güçlerinin ve polisin uyguladığı şiddetteki artış, siyasi çatışmaların artması, nükleer ve silahlanma politikalarına hız verilmesi olarak konulmuştur. Türkiye iç karışıklıklar başlığında sondan 32. sırada, toplumsal güvenlik başlığında sondan 42. sırada, militaristleşme düzeyi açısından ise sondan 52. sırada yer almıştır.
Kısacası bu raporlar, Türkiye’de son 15-20 yılda gerçekleşen ekonomik büyümeye karşılık toplumdaki “barış ve huzur” ortamının azaldığını, militaristleşmenin, otoriterleşmenin, polis devleti uygulamalarının arttığını, savaş politikalarına daha da hız verildiğini, yaşam standartlarındaki gelişmenin çok düşük düzeyde kaldığını, yaşam kalitesinin yerinde saydığını, eğitimin ve sağlığın kalitesizleştiğini, işsizliğin ve yoksulluğun arttığını, toplumsal eşitsizliklerin yükseldiğini göstermektedir.
“Mutlu günler”den “kaos ortamı”na
Yukarıda özetle aktardığımız tabloya rağmen “Büyüyen Türkiye” ile çok övünen AKP ve Erdoğan pek kabul etmek istemese de, ekonomik veriler bu açıdan da gidişatın bir süredir olumlu yönde olmadığını ortaya koymaktadır. 2008’deki ekonomik krizi nispeten az hasarla atlatan Türkiye’nin büyüme oranları 2010’dan bu yana gitgide düşmektedir ve 2014 yılının rakamı %2,9 olmuştur. Doların yükselişi devam ediyor. İşsizlik uzun süredir %10’un üzerinde seyrediyor, yani kronikleşen bir işsizlik durumu söz konusudur. Yine övünülerek bahsedilen yabancı sermaye girişi devam etmesine rağmen, bunun ekonomik büyümeye yansımasında ciddi düşüşler olduğu ifade ediliyor. Kapitalizmin küresel krizinin sürüyor olması, bu olumsuz etkileri daha da arttıracaktır.
Bu olumsuz gidişat tablosuna siyasi veriler de eklendiğinde, Türkiye’nin önünün pek parlak olmadığı daha iyi anlaşılacaktır. Gerek ülke içinde, gerekse de Ortadoğu’da siyasi tablo son derece karışıktır. Üstelik buna AKP iktidarının şimdilerde Türkiye’yi açıktan Suriye cehennemine sokma çabalarını eklemek gerekir. AKP-Erdoğan cephesi nicedir ABD-AB kampıyla sorun yaşamaktadır. Ortadoğu’da ise zaten boyunu aşan işlere kalkışmış durumdadır. Durum buyken Erdoğan ülkeyi yeni maceralara sürüklemek konusunda oldukça kararlı durmaktadır.
Gerçeklik bu olmasına rağmen AKP-Erdoğan cephesi, yaşanan olumsuz gelişmelerin faturasını, “AKP karşıtları” diye adlandırdığı ve içinde hem Batı’nın hem muhalefet partilerinin hem de bir kısım burjuvazinin yer aldığı kesimlere ihale etme gayreti içindedir. Ekonomideki kötü gidişatın başlangıcı 2010’a kadar uzanmasına rağmen AKP, Gezi hareketiyle başlattığı “uluslararası komplo” ve “faiz lobisi” safsatalarıyla sorumluluğu üzerinden atmaya çalışıyor. Seçimlerden tek başına iktidar kuracak oyla çıkamamasına karşılık da hem seçmenleri hem de karşıtlarını tehdit ediyor. “Ben işin içinde olmazsam istikrar bozulur, kaos olur” diyerek ve bunu tezgâhladığı irili ufaklı provokasyonlarla destekleyerek, savaş kışkırtıcılığı yaparak iktidarını korumaya uğraşıyor. Önümüzdeki günler her açıdan “kaotik”, istikrarsız ve savaşla dolu günler olacağa benziyor.
link: Tuncay Alp, Kapitalist Gelişme: Ağır Bedeller, Dengesiz Gelişme, 4 Temmuz 2015, https://marksist.net/node/4331
Gençlik ve Savaş
Suruç’ta Katliam: Döktüğünüz Kan Sizi Kurtarmayacak!