
Nazım Hikmet: İşçi Sınıfına Sevdalı Bir Komünist Ozan


Kimilerine göre dünyaca ünlü bir şair, kimilerince “kartpostal şairi” ve kimilerince de aşklarıyla, sevdalarıyla ünlü bir şairdir Nazım Hikmet. Oysa Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan dahiyane yetenekte bir komünist şair olmasıdır. Yaşamında da ölümünden sonra olduğu gibi bazen yere göğe sığdırılamamış bazen de yerin dibine batırılmıştır. Ama kim ne derse desin Nazım Hikmet eşsiz bir komünist şair olarak yüreklerimizde yaşayacaktır. Bu yazı, onun hatırasını ve ortak davamız olan komünist bir dünya yaratma mücadelesindeki önemli yerini anmak amacıyla yazılmıştır.
* * *
1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin…
“Ben 1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim; övündüğüm tek şey budur. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgen kalmış bir tek yazar göstermek kuşkusuz zor olacaktır. Yansız olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olamaz.”
Nazım Hikmet’in bu yönü şiir yazmaya başladığı ilk gençlik yıllarına kadar uzanır. Özgürlükçü ve ilerici düşüncelerin beslediği bir aile ortamında büyüyen Nazım’ın şiirlerinde, içinde yaşadığı dönemin toplumsal sorunları hep yer almıştır. Emperyalistlerin pençesinde inleyen ülkesine ve halkına karşı bir sorumluluğu olduğunu düşündüğünden, ilk gençliğinde yazdığı şiirler vatanseverlik ve kahramanlık duygularıyla doludur. Öyle ki, sonunda kendisi de işgal karşıtı mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçmeye karar verir.
Sosyalist fikirlerle de ilk kez Anadolu’da tanışır. Ankara’da ve daha sonra öğretmenlik yapmak üzere gönderildiği Bolu’da yaptığı gözlemlerin ve buralarda tanıştığı sosyalistlerin etkisiyle sosyalist fikirlere olan ilgisi daha da artar. Bu kısa deneyimin ardından, devrimi bizzat görmek amacıyla Sovyet Rusya’ya gitmeye karar verir. Burada geçirdiği iki yıl boyunca siyasal kimliği iyice sağlamlaşır ve gelişir. 1923 yılında TKP’ye üye olması, artık kaderini işçi sınıfının kaderiyle birleştirdiğinin bir göstergesidir. Şiirleri ve yazılarıyla da bu kimliğini ortaya koymaktan geri durmaz. Artık onun şiiri, sosyalizm mücadelesinde ve işçi sınıfının hizmetinde bir silah olarak kullanılacak, ölümünden sonra bile on binlerce genç insan onun şiirleri sayesinde sosyalizm ve devrim mücadelesinin saflarına katılacaktır. 1923’te yazdığı Şair adlı şiirinde kendi şairliğini şöyle tarif etmektedir:
Şairim
şiirden anlarım,
en sevdiğim gazel
Anti Dühringidir Engelsin..
Şairim
bir yıl yağan yağmur kadar şiir yazdım..
Fakat asıl
şaheserime
başlamak için
Hafızı Kapital olmayı bekliyorum.
1924 Aralığında mücadeleye katılmak amacıyla tekrar Türkiye’ye döner. Bir yandan TKP’nin merkez yayın organı Orak-Çekiçgazetesine ve Aydınlık dergisine yazılar, şiirler yazarken diğer yandan da partinin örgütlenme çalışmalarına katılır. Polis takipleri, tutuklamalar ve mahkemelerle geçen 5 yıl içerisinde bir kez daha yurt dışına çıkar ve geri döner. Uğruna hayatını ortaya koyduğu partisi için Kemalist diktatörlüğün en azılı saldırılarına maruz kalır. Ama o, bu yolda büyük fedakârlıklara katlanmış ne ilk ne de son devrimci olduğunun da bilincindedir. Kaybettiği yoldaşlarının anısına Güneşi İçenlerin Türküsü’nü kaleme alır:
Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın!
Güneşi zaptedeceğiz
güneşin zaptı yakın!
1929 yılı ise, hayatında ikinci bir dönüm noktasını oluşturur. Bir yandan şiirleriyle edebiyat dünyasında fırtınalar estirirken, öte yandan TKP içinde parti merkeziyle ve Şefik Hüsnü’yle ciddi bir polemiğe girmiş, karşılıklı eleştirilerin artık partinin günlük faaliyetini bile etkilemeye başlaması nedeniyle TKP merkeziyle arası iyice açılmıştır.
Günlük olaylardan, yurt ve dünya sorunlarına kadar pek çok konuda yazı ve şiirler yazan Nazım Hikmet, bir yandan da egemen sınıfların ve emperyalistlerin uşaklığını yapan edebiyat anlayışlarına karşı savaş bayrağını açmıştır. Gerçek sanatın halkın hizmetinde olması gerektiğini düşündüğünden, eserlerinde ezilenlerin ve sömürülenlerin daha iyi bir dünya kurma mücadelesine ses vermekte, kurtuluş kılavuzunun Marksizm olduğunu yinelemektedir.
Parti politikalarına bir türlü uyum sağlayamadığı ve parti merkeziyle arasının gittikçe açıldığı bu dönem, Şefik Hüsnü’nün parti üzerinde otoritesini kurmuş olduğu yıllardır. Şefik Hüsnü ile sürekli sert tartışmalara girdiğinden, sonunda iş Nazım’ın parti merkezinden tamamen kopmasına kadar varır.
1929 yılı ortalarında Pendik yakınlarındaki Pavli adasında kendisinden başka 7 kişinin daha katıldığı bir toplantı düzenler. Toplantıya katılanlardan Zeki Baştımar, Komintern’in TKP merkezinden yana çıkması üzerine sonradan bu muhalif komiteden ayrılmış, diğerleri ise Komintern’in talimatı üzerine “Troçkistlik ve polis muhalefeti” suçlamasıyla partiden atılmışlardır. Ancak Nazım Hikmet ve grubu bu hükmü tanımamış ve kendilerini gerçek TKP saymaya devam etmişlerdir. Yine de Nazım’ın başlattığı bu muhalefet, uzun süre devam etmesine rağmen hiçbir zaman istenen etkiyi yaratmamıştır.
Nazım’ın TKP merkezine karşı yürüttüğü muhalefetin ardından gelen 30’lu yıllar, CHP’nin tek parti iktidarının Avrupa’da yükselen faşizmin etkisine girmeye başladığı bir dönemdir. Devletçilik politikaları ile yaratılan baskıcı ortamda, devlet güya “sınıflar üstü” bir konuma yükseltilerek, “milli şef”in önderliğinde parti ve devletin birliğini hedefleyen faşizan bir yönelime girilmiştir. Yasakların ve baskıların alabildiğine arttığı bu koşullarda, zaten daha 1925’lerde komünist düşüncelerin basın-yayın yoluyla propaganda edilmesi yasaklandığından, Nazım birçok kereler sorgulanır, tutuklanır ve çeşitli baskılara maruz kalır. Ama her şeye rağmen mücadelesini sürdürür ve fikirlerini şiirlerinde dile getirmekten geri durmaz:
İtalya’da faşizm
Emilialı büyük toprak kontlarının asâlarından
ve Romalı bankerlerin demir kasalarından
geçip
İL DUÇE’nin dazlak kafasında dank demiş
bir nuuurdur
Taranta - Babu..
Bu
nur
yarın
inecektir üstüne
Habeş ovalarında mezarların.
Fakat askeri ve sivil bürokrasi içinde çöreklenmiş olan faşist kadroların gözünde, artık Nazım Hikmet gibi komünistlerin defterinin dürülmesinin zamanı gelmiştir. Böylece, Nazım Hikmet’e ve TKP kadrolarına karşı bir komplo hazırlanır.
Ocak 1938’de son derece düzmece iddialarla gözaltına alınır ve hemen Divan-ı Harbe sevk edilir. Önce Harp Okulu öğrencileri arasında komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılanır ve 15 yıl ağır hapis cezası alır. Henüz Harp Okulu davasının yankıları sürerken bu kez de bir Donanma Olayı patlak verir. Yavuz zırhlısındaki askerlerin dolaplarında Nazım Hikmet’in şiir kitaplarının bulunmasıyla birlikte “donanmayı isyana teşvik”le suçlanır. Hakkında hiçbir delil olmadığı halde tamamen keyfi kararlarla yargılanır ve 15 yıl daha ceza alır. Önceki mahkûmiyeti de hesaba katılarak cezası 28 yıl 4 aya indirilir.
Olay hem yurt içinde hem de yurt dışında büyük sansasyon yaratır. Nazım Hikmet’in ve onunla birlikte pek çok solcu, muhalif ve aydının böylesi kasıtlı ve düzmece suçlamalarla keyfi biçimde hapsedilmeleri karşısında tepkiler yükselmeye başlar. Özellikle dünya basınında Türkiye’nin faşist bir rejime sürüklendiği yönünde yazılar çıkmaya başlar. Kendisi de davasını Fransa’daki “Dreyfus” olayına benzetir ve Nazım Hikmet mahkemedeki konuşmasında durumu, “Bu bir komplodur. Önceden senaryo edilmiş bir komplo olduğu mahkeme aşamalarındaki, çocukların verdiği ifadelerden de bellidir” diyerek ifade eder.
31 Ağustos 1938’de İstanbul (Sultanahmet) cezaevine yollanan Nazım Hikmet, orada Kemal Tahir ve Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte hapis yatar. Buradayken uzun yıllarını alacak olan Kuvâyı Milliye Destanı’nı yazmaya başlar. Amacı emperyalist işgalcilere karşı çeşitli fedakârlıklara katlanarak mücadele vermiş bir halkın portresini çizmek, bu savaşta hayatını ortaya koyanların anısını yaşatabilmektir. Savaşı verenlerin Kemalist kadrolardan ibaret olmadığı, destanı asıl yazanların kimler olduğu ustaca resmedilmiştir:
Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.
Zorlu ve çileli günler yaşamasına rağmen umudunu ve inancını korumaktadır. Cezaevindeki günlerini de boş geçirmez. Mektuplarıyla Kemal Tahir’i, konuşmalarıyla da Orhan Kemal ve İbrahim Balaban’ı yetiştirir. Ayrıca kendisiyle birlikte mahkûm edilmiş olan Harp Okulu öğrencileriyle de aynı cezaevinde olduğundan onlarla da ilgilenme fırsatı bulur. Bu gençlerin hepsi de ileride şair, edebiyatçı ve ülke sorunlarına duyarlı insanlar olarak yetişirler. Birlikte olduğu tutuklulara Fransızca öğretmeye başlar. Hatta hapishane müdürüne aldırttığı 3 adet dokuma tezgâhını diğer mahkûmlarla birlikte çalıştırarak yoldaşlarına, arkadaşlarına ve ailesine para bile gönderir. Kısacası Nazım Hikmet uzun hapislik yaşantısı boyunca karamsarlığa kapılmamak, mücadeleyi bırakmamak ve yaşamı her zaman ciddiye almak gerektiğini savunmuştur:
Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela,
Yani, yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
Yani, bütün işin gücün yaşamak olacak
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
Yani o derecede, öylesine ki,
Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
Yahut kocaman gözlüklerin,
Beyaz gömleğinle bir laboratuarda
İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
Hem de en güzel, en gerçekçi şeyin
Yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Ne var ki, içeride olmanın ve dışarıda yürüyen kavgaya katılamamanın verdiği burukluktan da kurtulamaz. Devlet desteğini arkalarına almış olan ırkçı ve faşist gruplar, ilerici ve sol düşünceli aydınlara saldırmakta, gazeteleri ve dergi bürolarını basmaktadırlar. Cezaevinde bulunan Nazım, tüm bu olaylara ve alabildiğine baskıcı uygulamalara karşı “bir şey yapamamanın” ezikliğini yüreğinde hissetmektedir. Sadece Türkiye’de yükselişe geçen gericiliğe ve faşizme karşı değil, dünyanın diğer ülkelerindeki gericiliğe ve faşizme karşı da güçlü kalemiyle dile getirir düşüncelerini:
Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim
Akarsuyun
Meyve çağında ağacın
Serpilen gelişen hayatın düşmanı
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına
-çürüyen diş, dökülen et-
bir daha dönmemek üzere yıkılıp gidecekler
ve elbette sevgilim, elbet
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet…
Açlık grevine yatar, ara verir, tekrar başlar… Ama umudunu hiçbir zaman yitirmez. Oğlunun durumuna dayanamayan annesi Celile Hanım da, 65 yaşında olduğu halde açlık grevine başlar. Bir yandan da Galata köprüsünün başında oğlu için imza toplamaktadır. Hastanede yanına gelen annesinin eline Nazım Hikmet aşağıdaki şiiri tutuşturur:
Kardeşlerim! Size söylemek istediklerimi Doğru dürüst söyleyemiyorsam eğer Kusura bakmayın Sarhoşum, başım dönüyor biraz Rakıdan değil Açlıktan hafif tertip Kardeşlerim! Avrupalım, Asyalım, Amerikalım, Ben bu Mayıs ayında Ne hapisteyim, ne açlık grevinde Yatıyorum çimenin üstünde geceleyin Gözleriniz yıldızlar gibi başucumda Ve elleriniz bir tek el gibi avucumda. |
14 Mayıs 1950’de Demokrat Partinin iktidarı ezici bir çoğunlukla kazanmasıyla birlikte umutlanan dostlarının tavsiyeleri üzerine, sağlığı iyice bozulan Nazım Hikmet açlık grevine son verir. Uzun ve zorlu çabalardan sonra çıkan af yasasından yararlanarak 13 yıl 5 ay sonra özgürlüğüne kavuşur.
Ne var ki, tutsaklığı bitmesine rağmen polis peşini bırakmaz. Sürekli izlenmekte, kapısında polis arabaları beklemektedir. Nereye giderse, ne yaparsa polis tarafından takip edilmektedir. Kısa bir süre sonra da askere çağrılır. 50 yaşında ve kalbinden rahatsız olan Nazım Hikmet, çürük raporu ile ordudan atılmış olmasına rağmen tekrar “er” olarak askere çağrılmasının altında başka niyetler olduğunu düşünmektedir. 17 Haziran 1951’de Karadeniz’de kendisini alacak bir gemiye rastlama umuduyla Tarabya sahilinden kalkan bir sürat motoruyla denize açılır ve çok sevdiği memleketinden bir daha dönmemek üzere ayrılmış olur. Maceralı bir yolculuğun ardından 29 Haziran’da Moskova’ya varır. Artık Nazım için hasret dolu günler başlamıştır.
Kısa bir süre sonra Dünya Barış Konseyi’ne seçilir. Kendisine Polonya pasaportu çıkartılır ve ülke ülke dolaşarak barış elçiliği yapar. Bu ülkelerle ilgili duygularını, izlenimlerini yansıtan pek çok şiir kaleme alır, fakat sevdiği toprakları, karısını ve oğlunu bir türlü unutamaz:
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında
25 Temmuz 1951’de bakanlar kurulu kararıyla vatandaşlıktan çıkartılır. Kararın gerekçesi “…komünizmi yaymak maksadını gütmek, neşriyatıyla Sovyet hükümetinin verdiği hizmeti ifa etmek” olarak açıklanır. Nazım için bundan sonraki yıllar, hastalığı ve hasretliği ile geçecektir. 1952’de Çin gezisinde ağır bir kalp krizi geçirir.
Dışarıda geçirdiği ilk yıllarında ve özellikle de Doğu Bloku ülkelerini gezip gördükçe şaşkınlığa düşmekten kendini alamaz. SSCB’deki rejim ve bu ülkelerdeki durum, ona, yıllarca sosyalizm diye bilinen bu toplumlarda yaşananların, anlatılanlardan çok farklı olduğunu gösterir. Gözünün önündekileri görmemek gibi bir adeti olmadığından, bu dönemde yazdığı bazı şiir ve oyunlarda alttan alta bürokrasiyi yermeye başlar. Hatta bu düşünceleri bir süre sonra Sovyet bürokrasisi tarafından da fark edilir ve İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? gibi oyunlarının sahne alması engellenir. Kendisine de ima yollu uyarılar gönderilmeye başlanır.
Aynı yıl Adnan Menderes’in başbakanlığındaki TC hükümeti SSCB’ye karşı kurulmuş olan NATO’ya girebilmek için Kore Savaşına asker gönderme kararı alır. Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin kanlı planlarına ortak edilmesine tepki duyan Nazım, sürekli olarak Demokrat Parti hükümetini eleştiren yazılar ve şiirler yayınlamaya başlar. Açılışı 23 Sentlik Asker ve Davet şiirleriyle yapar:
Hayat pahalı biraz bizim memlekette
Mesela iki yüz elli gram et alabilirsiniz,
Koyun eti,
Ankara’da 23 sente,
Yahut iki kilo kuru soğan,
Yahut bir kilodan biraz fazla mercimek
Elli santim kefen bezi yahut,
Yahut da bir aylığına
Yirmi yaşlarında bir tane insan
Erkek
Bu arada Türkiye’deki ailesiyle görüşmesine izin verilmemektedir. Nazım içindeki hasret duygularını Karlı Kayın Ormanında şiirinde dile getirir. 1956 Şubatında çok sevdiği annesinin de ölümüyle iyice sarsılır. Ancak tüm acılarına ve hüzünlerine rağmen mücadeleden geri durmaz.
Onun şiiriyle ve konuşmalarıyla boş durmaması, dışarıdan da olsa ülkesinin ve dünyanın sorunlarına yönelik çalışmalarına devam etmesi TC hükümetini de fazlasıyla rahatsız etmektedir. Vatandaşlıktan çıkarılmış bile olsa Nazım Hikmet’in şiirleri her yaştan ve kesimden insanların üzerinde muazzam bir etki yaratmaktadır. Onun şiirlerini okumak, dinlemek ve söylemek bile egemenlerin şimşeklerini üzerine çekmek için yeterlidir. Fakat bu baskılar onun şiirlerinin gücünün ve etkisinin artmasından başka bir şeye yol açmaz. Sağcı bir gazetede yer alan “Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hâlâ” başlıklı yazı üzerine, Nazım Hikmet de vatan hainliği üzerine düşüncelerini dile getiren bir şiiriyle cevap verir:
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
O, Demokrat Partinin halk düşmanı ve emperyalizmin uşaklığından ödün vermeyen politikalarını eleştirirken Türkiye’de de yeni bir dönemin doğum sancıları başlamıştır. 27 Mayıs darbesine yol açan öğrenci olayları ve gösteriler onu o kadar heyecanlandırır ki, ülkeye gizlice dönmeyi bile düşünür. Kavgada yere düşenlere ve geride kalanlara Beyazıt Meydanındaki Ölü ve Hürriyet Kavgası adlı şiirleriyle ve yazılarıyla seslenir.
“Yalnız şiirlerim kendi memleketimde basılmadı, yalnız halkımın beni işitmesine izin verilmedi. Bu benim yaramdır. Bir şair için bundan acı bir şey olamaz. Ben bu şiirleri her şeyden önce kendi halkım için yazdım. Fakat herkes okuyor, o okuyamıyor.”
1962’deki Asya-Afrika Yazarlar Birliğinin kurultayında Çinli delegelerle arasında çıkan bir gerginlik yüzünden, Nazım’ın şiirleri, Çin’deki Kültür Devrimi sırasında Pablo Neruda ve Bertold.Brecht’in şiirleriyle birlikte yakılır. Ayrıca Ekim 1961’de yapılan SBKP’nin 22. Kongresine de çağrılmamıştır. Nazım bir şeylerin ters gittiğini hissetse de sebebini anlayamaz, öfkelenir:
“Bütün muhabirler orada, hatta burjuvalar bile, ama beni çağırmadılar! Yoksa ben burjuva muhabirlerden daha mı tehlikeliyim? Unuttular mı, yoksa çağırmak mı istemediler beni?”
Bu sorularının cevabını hiçbir zaman alamayacak, ama eleştirilerine devam etmekten de geri durmayacaktır. Ocak 1962’de SSCB pasaportunu aldığında SBKP Merkez Komite üyelerinden biri kendisine yaptığı açıklamada, onu kurultaya getirmesini TKP’nin harici büro üyesi İ. Bilen’den defalarca istediklerini, fakat İ. Bilen’in her seferinde kendisinin gelemeyecek kadar hasta olduğunu söylediğini anlatır. Bu olay Nazım’da adeta şok etkisi yapar. Bilen’in kendisini kıskandığını, hatta yerini kaptırmaktan korktuğunu düşünür. Kendisinin yıllarca partinin yönetici kadrosundan uzak tutulmasını da buna bağlar. Ayrıca İ. Bilen koyu bir Stalinistken kendisinin sürekli Stalin’i eleştirmesinin de SBKP’nin tavırlarını etkilediği kanaatine varır. Yine de kalemini sivriltmekten geri durmaz:
Taştandı tunçtandı kağıttandı iki santimden yedi
metreye kadar
Taştandı tunçtandı ve kağıttan çizmeleri şehrin
Bütün meydanlarında
Yok oldu bir sabah
Yok oldu çizmesi meydanlardan
Çorbamızdan bıyığı
Odalarımızdan gözleri
Ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın
Tuncun alçının ve kağıdın
1961’de Pravda ve Literaturya gazetelerinde yayınlanan bu şiirinde, Stalin’in diktatörlüğüne çatar. Tüm bu düşünceleri ve şiirleri Sovyet düşmanlığı şeklinde yorumlanır. Hatta 1963’te Lenin ödülünün kendisine verilmesi bile engellenir. Ancak her şeye rağmen Nazım, partisine olan inancı ve bağlılığından dolayı ciddi bir mücadeleye girmekten kaçınır. Dost gibi görünen düşmana karşı üstü örtülü bir üslup kullanmakla yetinmek zorunda kalır:
artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği,
elimi sıkarken sapladığı bıçak.
Maalesef hayatının bu son yıllarında parti ve devlet bürokrasisinin entrikalarıyla da uğraşmak zorunda kalmıştır. Gittikçe artan yurt özlemi ve bir şeyler yapamamanın verdiği acıyla son eşi Vera’ya “Ülkemden ayrılmakla hata ettim. Halkının geleceği için mücadele eden insanın halkıyla canlı bir bağ içinde olması gerekir, ülke içinde mücadele etmesi gerekir. Bugün gerçekçi olan tek yol budur. Öldürülürdük. Fakat ne çıkar bundan? Birkaç yüz şiir daha az yazılmış, ne önemi var bunun?” diyecek, hiç değilse ölünce Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülmesini isteyecektir:
Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü,
Ölürsem kurtuluştan önce yani,
Alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
Yıllarca çektiği acılara, sıkıntılara, hasretliğe yiğitçe göğüs geren Nazım’ın kalbi, sonunda 3 Haziran 1963’te susar…
“Oturuk, bacakları uzanık, kolları iki yanına düşük, gazete ve mektuplar önüne saçık, mavi gözleri yarı açık” bir halde bu mavi gözlü dev, hayata veda eder.
Moskova’da Novo Deviçiye mezarlığına gömülür. Burası Çehov, Gogol, Mayakovski, Ostrovski gibi pek çok ünlü yazar ve şairin yattığı bir yerdir. Mezarına, üzerinde Nazım Hikmet’in kabartma figürü ve imzası bulunan kara mermerden bir anıt dikilir.
* * *
Nazım Hikmet’in ölümü bile onun şiirlerinin ve mücadelesinin sonraki kuşaklar boyunca dilden dile, ağızdan ağza aktarılmasını engelleyememiştir. Vatandaşlıktan çıkartılmış, şiirleri uzun yıllar boyunca yasaklı kalmıştır. Yaşamının büyük bir kısmı hapislerde ve yurt dışında geçmesine rağmen, egemenlerin korkusu bugün de devam etmektedir.
Ölümünün üzerinden 41 yıl geçmiş olsa da onun üzerine çok fazla şey söylemek, aşklarıyla, şiirleriyle, komünistliğiyle ve daha pek çok yönüyle ondan bahsetmek mümkündür. İşin aslı o, eksiğiyle fazlasıyla sadece bir insandır. Zaaflarını görmezden gelip göklere çıkaranlar da, onu yerden yere vuranlar da aynı ölçüde haksızdırlar.
Fakat Nazım Hikmet aynı zamanda, kısa süren hayatına sıradan bir insandan çok daha fazla şeyi sığdırabilmeyi de başarmış bir insandır. Hayatını tüm yönleriyle ve ayrıntılarıyla ele almak da kuşkusuz böylesi bir yazının sınırlarını fazlasıyla aşacaktır. Ölüm yıldönümünde onu hatırlatırken belli noktalara vurgu yapmak kaçınılmazdır.
Egemen sınıflar ve onların temsilcileri, Nazım’ın kavgacı, mücadeleci yanını, komünistliğini unutturmaya, sadece aşklarıyla, yurt sevgisiyle dolu yönlerini vurgulamaya çalışırlar. Onlara yakışan da budur zaten. Oysa Nazım’la aynı davayı savunan bizler için onun unutulmaması ve unutturulmaması gereken yanı devrimciliği, komünistliği ve hamuru bunlarla yoğrulmuş üstün şairliğidir.
En çok övündüğü şey 1923’te TKP’ye üye olmasıdır. Ölünceye değin partisi ve sosyalizm mücadelesi yaşamının merkezinde kalmıştır. Ne aşkları ne de hayatın getirdiği zorluklar onu ideallerinden ayırmaya yetmemiştir. Uzunca bir dönem partisinden koparmaya çalışmışlarsa da, o inatla direnmiştir. Partiye ve partili mücadeleye verdiği önemi şiirinde de dile getirmiştir.
Türkiye Komünist Partisi, T.K.P.’em benim, Seni düşünüyorum. Sen dünümüz, bugünümüz, yarınımızsın, En büyük ustalığımız, En ince hünerimizsin. Sen aklımız, yüreğimiz ve yumruğumuzsun. Dünyada bir anılır şanlı soyun var: Sen küçük kardeşisin V.K.P. (B) nin. Sen bana bugün Mübarek alnındaki yara yerinle Ve işçi bileklerinde zincir izleriyle göründün, Yürüyorsun dimdik, pırıl pırıl. Ömrümde yalnız seninle Ve senin safında olmakla övündüm… |
Partisiyle birlikte işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği mücadele bir ömür boyu devam etmiştir. Ama işçi sınıfına bakışı, “yol arkadaşlığı”ndan öte bir düzeydedir. Kimi zaman aç yığınlar olarak, kimi zaman korkak ve cesur görünerek karşısına çıksa da, o her zaman geleceği ve ümidi görmüştür işçi sınıfının bağrında…
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!
Ve işçi sınıfının davası uğruna verdiği mücadelenin zafere ulaşacağına dair inancı bir an olsun eksilmemiştir. Güneşli güzel günler göreceğimizden, motorları maviliklere süreceğimizden şüphesi yoktur. Ama zaferin kendiliğinden, kolaylıkla geleceğini de düşünmemektedir:
Varılacak yere
kan içinde varılacaktır.
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp
koparılacaktır...
Zafere giden yolda işçi sınıfı, mücadelesini bir yapı ustasının hüneriyle inşa etmeli, sabırlı ve fedakar olmalıdır. Yapıcılar türkü söylese de, “yapı türkü söyler gibi yapılmıyor” der.
İnsanlığı el kapılarını kapatmaya, insanın insana kulluğunu yok etmeye çağırır. Bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamaya çağırır. Sosyalizmi anlatırken küçük-burjuva entelektüellerinin veya akademisyen bozuntularının yapaylığından ve sözde derinliğinden çok uzaktır. Amacı tam da anlaması gerekenlere sosyalizmi anlatmaktır:
Sosyalizm,
Yani şu demek ki, dayı kızı,
Sosyalizm,
Senin anlayacağın yani,
El kapısının yokluğu değil de
İmkansızlığı.
Sosyalizm
Devirmek dağları elbirliğiyle
Ama elimizin öz biçimini,
Öz sıcaklığını yitirmeden.
Sevgilimizin bizden ne şan, ne para,
Vefadan başka bir şey beklemeyişi…
Sosyalizm,
Yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,
Yahut mesela,
-bu seni ilgilendirmez henüz-
esefsiz,
güvenle,
emniyetle,
gölgeli bir bahçeye girer gibi
girebilmek usulcacık ihtiyarlığa,
ve hepsinden önemlisi,
çocukların, ama bütün çocukların,
kırmızı elmalar gibi gülüşü…
Onun gözünde dava uğruna verdiği kavgasıyla yaşamı bir bütündür. Bu yüzden sevdalarını ve aşklarını ne gizler, ne de ideallerinin önüne koyar. Yeri geldiğinde gözü hiçbir şeyi görmeyen bir aşık, yeri geldiğinde en sevdiği insandan ve mutlu bir yaşantıdan bile uğruna vazgeçebilecek kadar davasına bağlı bir komünisttir. Aşık olmayı ne sadece iki insan arasında ne de sadece cinsel açıdan düşünür. Ona göre insan tutkuyla aşık olabileceği gibi, uğruna hayatını ortaya koyabileceği bir ideale de aynı ölçüde bağlanabilir: “Bana öyle geliyor ki, bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir tek ağaca, bütün bir ormana, bir tek düşünceye ve fikre aşık olmadan yaşamak, yaşamak değildir.” Ona göre aşık olmak ayıp değil, marifettir:
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Diyebiliriz ki Nazım Hikmet, aşklarını ve ideallerini bir bütün içerisinde yaşamına sığdırabilmiş ender insanlardan biridir. Yeri gelmiş açlık grevinde, yeri gelmiş yoksulluktan açlık çekmiştir. Partisi uğruna her türlü fedakârlığa katlanmış, ama yıkılan putların altında da ezilmemiştir. Ölümle yüz yüze geldiğinde bile umudunu kaybetmemiştir. Yaşamı boyunca kimseye el açmamış, kimseden medet ummamıştır. Birçok aydının aksine davasına kendisini adadığı işçi sınıfına yabancılaşmamış, sırtına aldığı yükü dirençle, şarkısı tükenip bitmeden ve cennetini kaybetmeden, bilge bir savaşçı gibi taşımıştır. O, işçi sınıfına ve sosyalizm davasına inancı tam bir komünisttir.
Gazeteci Charles Dobzynski ile yaptığı söyleşi, 1958.
Hamdi Şamilof ve karısı Emine, Seyfettin Osman, Deli Mehmet, Şaban Ağa oğlu Fuat, Şoför Süreyya ve Zeki Baştımar.
Gerginliğin sebebi, Çinli delegelerin Türkiye’yi resmi olarak temsil etmediği gerekçesiyle Nazım’ın kurultaya katılmasını engellemeye çalışmalarıdır. Fakat Nazım Hikmet salondaki delegelere yönelik öylesine etkileyici bir konuşma yapar ki, salon alkış tufanıyla yıkıldığı gibi kendisi de kurultaya başkan seçilir.

link: Tuncay Alp, Nazım Hikmet: İşçi Sınıfına Sevdalı Bir Komünist Ozan, 2 Haziran 2004, https://marksist.net/node/535
“Büyük İnsanlığın” Büyük Şairi: Nâzım Hikmet


Büyük insanlık sekizinde işe gider
Yirmisinde evlenir
Kırkında ölür
Büyük insanlık.
Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
Pirinç de öyle
Şeker de öyle
Kumaş da öyle
Kitap da öyle
Nâzım, henüz küçük bir çocukken, dünya birinci emperyalist paylaşım savaşının alevleriyle kavrulmaktadır. Dünyanın tüm ezilenleri yüzlerini sonu gelmeyecek sanılan bu savaşın bitmesini sağlayan Rus işçilerine dönmüştür. Rusya’da işçiler iktidarı ellerine almış, barışı sağlamış ve daha güzel bir dünyanın mümkün olduğunu, işçilerin yepyeni bir dünya yaratabileceğini bir kez daha kanıtlamışlardır. Daha önce yazmış olduğu bir şiirde onlardan, işçilerden bahsetmiştir Usta. Toprakta karınca, suda balık kadar çoktur işçiler. Doğrulup ayağa kalkarlarsa yeryüzündeki her şeyin bahtı değişecektir. Rusya’da olanlar, Rus işçilerinin Nâzım’ı haklı çıkardığı ve derinden etkilediği bir devrim sürecidir. Nâzım Usta dizelerini coşkuyla yeniden yazar:
demir, kömür ve şeker,
ve kırmızı bakır,
ve mensucat,
ve sevda ve zulüm ve hayat,
ve bilcümle sanayi kollarının,
ve küçük ve büyük ve beyaz rusya ve kafkasya, sibirya ve türkistan,
ve kederli volga yollarının
ve şehirlerin bahtı
bir şafak vakti değişmiş oldu.
bir şafak vakti karanlığın kenarından
karlı çizmelerini o n l a r
mermer merdivenlere bastıkları zaman...
Tüm dünyanın bahtı değişsin diye, mücadelesine devam eder işçi sınıfının ozanı.
Dünya bu savaşların ikincisine şahit olurken tüm dünyada yaşanan vahşetin acıları yansır Nâzım’ın dizelerine. Bu dizelerde en çok da çocuklar vardır. Yedi yaşında Hiroşimalı bir kız ölürken, onun yanı başında can vermişçesine acılıdır Hikmet:
Saçlarım tutuştu önce
gözlerim yandı, kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Bu şiiri dinleyen Japon çocuklar nasıl olup da kendi acılarının başka bir dilde böylesine yürekten anlatılabildiğine şaşırırlar ve kavrarlar Nâzım Hikmet’in farkını. Çünkü o bir komünisttir. İnsanın insanı sömürmediği bambaşka bir dünya düşlemektedir. Dünyanın diğer ucundaki insanların acıları kendi acıları, sevinçleri kendi sevincidir. Amacı dünyadaki tüm insanların bahtiyar olmasıdır. Ama bilir ki bu ümidinin düşmanları vardır. Tüm yüreği ve gücüyle dikilir bu düşmanların karşısına. İşçilerle, ezilenlerle omuz omuza saf tutar.
Doğduğu topraklarda da işçiler başkaldırmayı öğrenmeye başlar. Tıpkı güneşe uzanmak için başını kaldıran bir filiz gibi. Çatlayan bir tohum gibi. Ozanın yüreğinden dizelerine, oradan bu toprakların işçi sınıfına bir selam dökülür:
Türkiye işçi sınıfına selam
Selam yaratana
Tohumların tohumuna
Serpilip gelişene selam
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir.
Haklı günler, büyük günler
Gündüzlerinde sömürülmeyen
Gecelerinde aç yatılmayan
Ekmek gül ve hürriyet günleri
Türkiye işçi sınıfına selam

link: Ezgi Şanlı, “Büyük İnsanlığın” Büyük Şairi: Nâzım Hikmet, 3 Haziran 2009, https://marksist.net/node/2149
Devrimin ve İşçi Sınıfının Şairi: Nazım Hikmet


Tepeden tırnağa insan, tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret bir devrim ozanıydı Nazım Hikmet. O sınıfsız bir dünya özlemiyle kavgaya atılmış, bu uğurda ömrünün en güzel, en verimli yıllarını hapishanelerde geçirmiş bir komünist şairdi. Kaç kere yürüdü üstüne ölümün. Karadeniz’in hırçın dalgaları arasında ölümle burun buruna geldiğinde de, hapiste rehin tutulurken idamı istendiğinde de, Erkin denizaltısında üzerine silah doğrultulduğunda da, açlık grevi yaptığında da, çatlak bir yürekle sırt üstü ölümü beklerken de ölüm yalnızca “yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götürmek” ya da “belki yıllarca sürecek olan kavganın sonunu çıldırasıya merak ederek gitmek” demekti onun için. Yaşamak ise “hiç tanımadığın, sesini duymadığın, yüzünü görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken ölümü göze alabilmek”ti.
Nazım Hikmet üzerine pek çok kitap, makale yayınlandı bugüne kadar. Yaşamının neredeyse yarısı hapishanelerde ve sürgünde geçmiş, TKP üyesi olmuş, şiirleri onlarca dilde basılmış, dünyaca tanınan bir komünist şaire dair anlatılacak çok şey var kuşkusuz. Bu yazı ise tanıklıkların ve kaleme aldığı şiirlerinin yardımıyla yalnızca onun kişiliğine ve kavgasına olan inancına bir nebze olsun ışık tutmak içindir. Çünkü onun kusursuz olmayan ama yolundan hiç şaşmayan devrimci yaşamı bugünün mücadeleci işçi kuşaklarına örnek olacak niteliktedir. Yolu onunla kesişen, onunla aynı safta mücadele eden, onun talebesi olmuş pek çok insanın tanıklıkları ve anlatımları Nazım Hikmet’in kişiliği üzerine bir fikir verir bize. Bu anlatımlarda en çok öne çıkan özelliği sadeliği ve mütevazılığının yanı sıra kavgacılığı ve azmidir.
Hem anne hem de baba tarafından paşa torunudur Nazım Hikmet. Çocukluğu, döneminin işçi-köylü çocuklarıyla karşılaştırıldığında refah içinde geçmiştir. Zeki ve yeteneklidir. İstese kalemini, şiirlerini dönemin efendilerinin hizmetine sunabilir, yeni kurulan Cumhuriyet iktidarında mebus bile olabilirdi. Bütün ömrünü lüks ve refah içinde geçirebilecekken, o işsizlik, yoksulluk, hapis ve sürgün pahasına halkının, işçilerin, emekçilerin, köylülerin yanında olmayı tercih edecektir.
1928 yılında 26 yaşındayken Sabiha-Zekeriya Sertel çiftinin çıkardığı Resimli Ay dergisinde çalışmaya başlar Nazım. Onun çalışma disiplini Sabiha Sertel’in de dikkatini çekmiştir: “O sabah erkenden geliyor, yazıları okuyor, bazen tercümeler yapıyordu. Çok ciddi çalışırdı. İş zamanında hiç konuşmaz, ancak iş bittikten sonra, günün olayları hakkında düşüncelerini heyecanla anlatır, dergide kullanılmak üzere fikirler verirdi.”[1]
1929 yılında “835 Satır” adlı şiir kitabını yayınlamaya hazırlanırken Sabiha Sertel ona kitabını yayınlaması durumunda mahkemelerle, hapisle karşı karşıya kalacağını söyler. Nazım’ın cevabı çok nettir: “Su testisi su yolunda kırılır.” Sonrasını ise şöyle anlatıyor Sabiha Sertel: “Nazım öyle bir azimle yola çıkmıştı ki, onu davasını savunmaktan hiçbir engel alıkoyamazdı. Eserleri yayınlandı. Nazım az zamanda edebiyat ve sanat alanında bir yıldız gibi parladı. Her gün yazı odasına gençler doluyor. Nazım’ı bir üstat gibi dinliyor, ondan yeni sanat hakkında dersler alıyorlardı. Nazım edebiyatta yeni bir devrin müjdecisi idi. Bu şiirler yalnız şekil bakımından değil, dil, muhteva bakımından da yeni eserlerdi. Nazım’ın kullandığı dil, en temiz bir Türkçe idi. Şiirlerinde halkın dilinde olmayan kelimeler kullanmazdı.”[2] Daha kendisi 27 yaşında gencecik bir insanken gençler tarafından “üstat” olarak görünen Nazım zerrece şımarmaz. Aksine gençleri komünist fikirlere kazanmak için var gücüyle uğraşır. O şiirlerini ünlü olmak için değil davasına hizmet etmek için yazmaktadır.
kardeşlerim sıska öküzün yanına koşulup şiirlerimiz toprağı sürebilmeli pirinç tarlalarında bataklığa girebilmeli dizlerine kadar bütün soruları sorabilmeli bütün ışıkları derebilmeli yol başlarında durabilmeli kilometre taşları gibi şiirlerimiz yaklaşan düşmanı herkesten önce görebilmeli cengelde tamtamlara vurabilmeli ve yeryüzünde tek esir yurt tek esir insan gökyüzünde atomlu tek bulut kalmayıncaya kadar malı mülkü aklı fikri canı neyi varsa verebilmeli büyük hürriyete şiirlerimiz
“835 Satır” yayınlandığında şüphesiz sadece dostların değil düşmanların da ilgisini çeker Nazım Hikmet. Anlaşılan böylesi bir yeteneği kendileri için kullanmanın hesaplarını yapan Kemalist yöneticiler Nazım’ı Cumhurbaşkanlığı Köşküne davet ederler. Ancak “Ben deniz kızı Eftalya değilim”[3] diyerek bu daveti reddetme “cüretinde” bulunur Nazım. Bu olaydan sonra istediğini elde edemeyen Kemalist rejimin “B planı” devreye girmiştir ve artık kovuşturmalar, mahkemeler, hapis cezaları Nazım’ı beklemektedir. Nitekim bu daveti reddetmesinin hemen ardından İstanbul’da grev yapan tramvay işçileri için yazdığı “Sesini kaybeden şehir” şiiri nedeniyle grevcileri kışkırtıp ayaklandırmakla suçlanarak mahkemeye verilir.
Adedi devir sıfır, şehir sustu Kenetlendi nokta nokta şehrinin, asfalt beton çenesi Bindokuzyüz nokta nokta senesi nokta nokta ayında Cadde boş, bir uçtan bir uca koş Cadde boş bomboş cebim gibi Kesildi akmıyor su Ne bir motor uğultusu Ne dönen bir tekerlek var
Dönemin hemen bütün aydınlarının, ilericilerinin umut bağladığı Kemalist rejim kısa sürede demir yumruğunu gösterecektir. Kimileri bu yumruk karşısında sinmeyi, iktidarla barışık olmayı tercih ederken kimileri ise bedeli ne olursa olsun seslerini yükseltmeye devam ederler. Bir zamanlar birlikte yol yürüdüğü, dost bildiği insanlar da vardır yolunu yarım bırakanların arasında. Onu yolundan çevirmeye çalışır, “dünyayı sen mi kurtaracaksın?” derler ona. Ama o bunlara aldırmaz. İçinde küçücük de olsa bir kıvılcım gördüğü herkesle yakından ilgilenen, muazzam emek veren Nazım, paçasından tutup geri çekmeye çalışanlara karşı ise acımasızdır ve yaşanmışlıklara bakmadan hiç tereddütsüz çıkarır onları yaşamından. İlk gençlik yıllarının yol arkadaşı Vâlâ Nureddin de bunlardan biridir. “Sen” diye seslenir ona ve onun şahsında tüm yolundan dönenlere:
En güzel günlerimin üç mel’un adamı var: Ben sokakta rastlasam bile tanımayım diye en güzel günlerimin bu üç mel’un adamını, yer yer tırnaklarımla kazıdım hatıralarımın camını.. … Ne yazık! Ne kadar beraber geçmiş günlerimiz var; senin ve benim en güzel günlerimiz.. Kalbimin kanıyla götüreceğim ebediyete ben o günleri.. Sana gelince, sen o günleri - kendi oğluyla yatan, kızlarının körpe etini satan bir ana gibi satıyorsun! Satıyorsun: günde on kaat, bir çift rugan pabuç, sıcak bir döşek ve üç yüz papellik rahat için..
Kendisini “Kerem gibi” yaktığını söyleyenlere de cevabı vardır Nazım’ın:
O diyor ki bana: — Sen kendi sesinle kül olursun ey! Kerem gibi yana yana… «Deeeert çok, hemdert yok» Yürek- -lerin kulak- -ları sağır… Hava kurşun gibi ağır… Ben diyorum ki ona: — Kül olayım Kerem gibi yana yana. Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak, nasıl çıkar karan- -lıklar aydın- -lığa..
Resimli Ay dergisinde çalıştığı yıllarda bir taraftan kendisine aydın diyen küçük-burjuva entelektüellerle, geçmişin kalıplarına takılıp kalmış, düzenin bekçiliğine soyunmuş kalemşorlarla mücadele ederken, diğer taraftan yaşamını mücadelesine adadığı işçilerin, emekçilerin sorunlarıyla yakından ilgilenir Nazım. Halktan kopuk, entelektüel gevezeliklerle uğraşmak yerine geleceğin toplumunu kuracak gücü bağrında taşıyan işçi sınıfına döner yüzünü. Cumhuriyetin ilk yıllarında işçi sınıfı çok ağır şartlarda çalışmaktadır. Ne iş saatlerini, ücretleri düzenleyecek bir iş kanunu vardır ne de iş güvenliği. Resimli Ay’da işçilerin sorunlarını anlatan bir sayfa çıkarılması kararlaştırılır. Sayfanın mizanpajını Nazım Hikmet hazırlar. Emekçilerin bu sayfaya ilgisi çok yoğun olur ve dergiye mektuplar yağar. Bu mektuplar çok değerlidir onun için. “Bu mektupları okumak, cevap yazmak Nazım’ın en çok hoşlandığı işti. Mektupları görünce elinde ne iş varsa bırakır, bunları büyük bir ilgiyle okur, pek çok kereler cevapları kendisi yazardı.”[4]
Türkiye’de şiirlerin plağa alınması ilk defa Nazım Hikmet’in şiirleriyle olmuştur. The Viva Tonal Kolombiya firması tarafından plağa alınan şiirler kahvehanelerde, lokantalarda çalınmaya başlar. Her ne kadar kısa sürede toplatılıp çalınması yasaklanmış olsa da bu plaklar emekçilerin oldukça ilgisini çeker. Bir gün Nazım ve birkaç arkadaşı Erenköy’de bir kahvehanede otururlarken kahveci Nazım’ın şiir plağını gramofona koyar. Az sonra bütün boş masalar Nazım’ın şiirlerini dinlemek isteyen işçilerle dolar. Bunu gören Nazım sevincinden kabına sığamaz. Arkadaşlarından birinin firmadan ne kadar para aldığını sorması üzerine, “Aldığım paranın bir önemi yok. Acaba ben Kolombiya müessesesine kaç para vermeliyim? Böyle bir propaganda yapabilmek için şiirlerimi bedava vermeye hazırım. Param olsa, üzerine para da veririm” der.
1951 yılında Romanya’da yayınlanan Contemporanul dergisinde bir yazısı yayınlanır Nazım’ın: “Mücadeleci şair insanlığın geleceğine inanır ve bundan dolayı da korkunç denemelerden geçse de yazılarında ümitsizlik asla sezilmez…. Benim için fikri en başta önemli olan halkımdır. Pek az yaşadığım hürriyet yıllarımda, bir şiir yazdığımda, işçi semtlerini gezer, fakir kahvehanelerine girer okurdum. Bu âdetime, hapishanede de devam ettim. Yazdığım her satırı, birlikte kapalı kaldığım köylü ve işçilere imkânım oldukça okudum. Onların gözlem ve eleştirilerini dikkatle not ettim. Çünkü benim için pek kıymetli idi. Şair halk kitleleri ile daimi temasta bulunmalıdır, kelimelerinin gücü onlardan gelmektedir.”
Tam da dediği gibi geçirmiştir hapisteki yıllarını. Adli ve siyasi mahkûmların aynı yerde tutulduğu yıllardır bu yıllar. Çeşitli adli suçlardan yatan mahkûmlarla birlikte tam 13 yılını geçirir Nazım. Şiirlerini onlara okur. Onların hayat hikâyelerini dinler. Her birinde bu toprakların insanının özünü, kültürünü, yoksulluğunu, açlığını, sefaletini görür. Dinlediklerini ve gördüklerini bir oya gibi işler şiirlerine. Ve bu sıradan insanlar Nazım’ın dizelerinde ölümsüzleşirler. Böylece “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın bir bölümü hapisteyken birlikte kaldığı mahkûmlardan dinlediği yaşanmışlıklardan çıkar.
Memedin ayağında yarım çarıklar Memet yüzükoyun yatmış sayıklar Memet beygir fışkısında arpa ayıklar. Arpayı götürüp derede yıkar Güneşte kurutup yiyecek Memet. Dağ taş Memet dolu, dağ taş sevkiyat. Ölüm Allahın emri, açlık olmasa fakat.
Hapiste geçirdiği yıllar zordur Nazım için. Zorlukları anlattığı, özlemini, hasretini dile getirdiği şiirler de yazar. Ama hiçbir zorluk inancını sarsamaz. Önemli olan işçi sınıfının er geç ayağa kalkacağı gerçeğidir onun için. Onu direngen kılan da bu gerçeğe duyduğu inanç ve bağlılıktır.
Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine, ben içeri düştüğüm sene ONLAR için yazdığım “Onlar ki; toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar. Korkak, cesur, cahil, hakim ve çocukturlar, ve kahreden yaratan ki onlardır, şarkılarda yalnız onların maceraları vardır.” Ve gayrısı meselâ benim on sene yatmam lafü güzaf…
Hapisteki 12. yılında dışarıda bir kampanya başlatılır serbest bırakılması için. Bu kampanyaya destek verenlerin çoğu iyi niyetli olsa da art niyetli olanları da vardır. Örneğin Ahmet Emin Yalman gazetede yayınlanan makalesinde Nazım’ın hapiste geçen yılların ardından fikirlerinden vazgeçtiğini, ayrıca çok hasta ve bedbaht durumda olduğunu, bu yüzden serbest bırakılması gerektiğini yazar. Nazım bu durumdan çok rahatsız olur ve cevaben Yalman’a bir mektup yazar: “Biz kitlelerin kahramanlığını yaratmış olan tarihi bir devrede yaşıyoruz. İnsanlar memleket ve fikirler uğruna ölmeyi, bir bardak su içmek kadar kolay kabul ediyorlar. Bunun için anamın ağlaya ağlaya tükettiği göz nuru filân feşmekânın hiçbir ehemmiyeti yoktur. Ben ne manen çökmüşüm, ne merhamet isterim, ne herhangi bir pişmanlık duydum. Sadece Türk vatandaşı olarak gerek şahsıma, gerekse memleketimin anayasasına yapılan haksızlığa, adaletsizliğe son verilmesini istiyorum, hepsi bu kadar.”[5]
Hem dışarıda hem içerdeyken gelecek vaat eden gençlerle yakından ilgilenir Nazım. Sabahattin Ali, Kemal Tahir, A. Kadir, Orhan Kemal, İbrahim Balaban ve daha niceleri... Onların gelişimi ve ortaya çıkardıkları eserler karşısında büyük bir mutluluk duymuş, teşvik edici olduğu kadar yapıcı eleştirileriyle de yol göstermiştir. En çok önem verdiği şeylerden biri sadelikse bir diğeri de ne olursa olsun umut aşılamaktır. İlk yayınlanan kitabını kendisine gönderen Orhan Kemal’e yazdığı mektupta hikâyelerini över, yüreğinin sevinçle kabardığını söyler ama bir konuda uyarır: “Senin bazı hikâyelerin, yalnız kederli değil, aynı zamanda ümitsiz. Zaten bilhassa son yıllarda, gayet malum sebeplerle, bilhassa da hikâyecilerimizde, bir temayül çoğalmaktadır. Realite, bizzat tarihi akışıyla realite, ümitsiz değildir, kederli, mahzun, acı, alacakaranlık, korkunç, iğrenç, rezil, kepaze filan falan tarafları vardır, bu tarafları aksettirmekte en ufak bir ihmal, insanlığı tek taraflı, toz pembe bir ışıkla vermek olur ve realiteden uzaklaşılır, fakat bütün bunlara rağmen bu realite yine insanların eliyle daha iyiye, daha güzele doğru gelişme yolundadır. Gelişen şey ise ümitsiz değildir, sevinçsiz değildir. Bu bahsin üzerinde bilhassa duruyorum, çünkü fert olarak bir insanın ümitsizliğe kapılması, kapılmaması yalnız kendini ilgilendirir, fakat mesela insanların hastalıklara karşı mücadelelerinin boş bir gayret olduğuna inanan bir doktorun doktorluk etmeye nasıl hakkı yoksa bir muharririn de muharrirlik etmeye hakkı yoktur.”
Nazım’ın yaşadığı dönem hem bütün dünyada, hem kendi ülkesinde çalkantıların yaşandığı bir dönemdir. Karanlığın ve aydınlığın kıyasıya savaşına, devrim ve karşı-devrim ikileminin defalarca yaşandığına tanık olur Nazım. Birinci Dünya Savaşını, Ekim Devrimini, Osmanlı’nın yıkılışını, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunu, Alman devriminin yenilgisini, Avrupa’da faşizmin iktidara gelişini, İspanya iç savaşını, İkinci Dünya Savaşını görür. Karanlığı, acıları, açlığı, ölümü, yıkımı, çürümüşlüğü anlattığı şiirlerinde dahi anahtar deliğinden karanlık bir odaya sızan ışık huzmesi gibi umut vardır.
Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim, akar suyun, meyve çağında ağacın, serpilip gelişen hayatın düşmanı. Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına: -çürüyen diş, dökülen et- bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler. Ve elbette ki sevgilim elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet!
Umutludur, çünkü kendisi görsün ya da görmesin geleceğin sınıfsız toplumuna yürekten inanmıştır. Şiirlerinde geleceği tasavvur eder. Gelecek yeni şarkılar söyleyen yeni insanların olacaktır.
Belki ben o günden çok daha evvel: köprü başında sallanarak bir sabah vakti gölgemi asfalta salacağım. Belki ben o günden çok daha sonra: matruş çenemde ak bir sakalın izi sağ kalacağım .. Ve ben o günden çok daha sonra; sağ kalırsam eğer, şehrin meydan kenarlarında yaslanıp duvarlara, son kavgadan benim gibi sağ kalan ihtiyarlara bayram akşamlarında keman çalacağım .. Etrafta mükemmel bir gecenin ışıklı kaldırımları ve yeni şarkılar söyliyen yeni insanların adımları ...
İtalya’da Mussolini’nin, Almanya’da Hitler’in iktidarda olduğu 30’lu ve 40’lı yıllar boyunca Türkiye’de de faşizm rüzgârları esmiştir. Bu rüzgârdan etkilenen pek çok Hitler sevici sözde aydın türemiş, bunlar her yerde faşizmin propagandasını rahatça yapmaktan, provokasyonlara başvurmaktan çekinmemiş, Nazım Hikmet gibi komünistleri karaladıkları gibi hedef de göstermişlerdir. Bu faşistlerden biri de Nazım’ın etkisiyle bir dönem sola yanaşmış, ama pek çabuk sağa dümen kırarak faşizmin en “ateşli” savunucularından biri haline gelmiş olan Peyami Safa’dır. En hafifinden Nazım’ın paşa soyuna atıfta bulunarak “kanlı biftekleri, istakozları, börekleri afiyetle yiyen, tam bir burjuva keyfi içinde yaşayan” bir adam olduğunu söyleyecek kadar alçalmış bu faşiste bir şiirinde şöyle cevap verir Nazım Hikmet:
Sen de bilirsin ki ben ne dedemden miras bekledim ne babamdan şeref şan! Hasep, nesep, kan, soy, sop işinde yoğum Çünkü ne soyu sicilli bir buldoğum ne de tecrübelik bir tavşan Ben sadece ölen babamdan ileri Doğacak çocuğumdan geriyim, ve bir kavganın adsız neferiyim.
Nazım’ın “adsız nefer” olma iddiası sadece öylesine edilmiş bir söz değildir. Sürgünde geçirdiği son yıllarında yaşamına giren insanlardan biri olan Sovyet gazetecisi Rady Fish çok değer verdiği Nazım’ı şu yalın cümlelerle tarif eder: “Son derece mütevazi, insanlarla ilişkilerinde gayet alçakgönüllü idi. Kim olursa olsun –dünya çapında bir şöhret veya kimsenin tanımadığı bir köylü, bir yazar veya bir taksi şoförü– daima eşit muamele görürdü Nazım’dan…. Ne otoritesinden, ne şöhretinden övünç duyar, ne de başkalarına örnek olmaya çalışırdı; onda olan her şeyin başkalarından daha iyi olduğu duygusuna hiç mi hiç kapılmazdı.”[6]
Nazım Hikmet enternasyonalisttir. Hiroşima’da atom bombasının öldürdüğü bir kız çocuğunun çığlığını duyurur tüm dünyaya, Japon balıkçılarının ağıdını yakar. İtalyan faşizminin kanlı çizmelerinin girdiği Habeşistan’da Taranta-Babu’ya seslenir, Alman faşistlerinin katlettiği partizan kız Tanya’yı ölümsüzleştirir. Kanlı bir iç savaşın ardından faşizmin iktidara geldiği İspanya’da yıllar sonra Asturyalı maden işçilerinden yükselen sesi duyar, alt edilemeyen umudu selamlar. Dünyanın tüm ezilenlerinin, emekçilerinin kavgası onun kavgasıdır. En sevdiği memleket yeryüzüdür.
Yeryüzüne tohum gibi saçmışım ölülerimi, kimi Odesa’da yatar, kimi İstanbul’da, Pırağ’da kimi En sevdiğim memleket yeryüzüdür. Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi.
Hapiste geçirdiği yıllar, dışarıdaki zorlu yaşam kalbini zayıflatır Nazım’ın. 1952’de kalbi bir kez daha teklediğinde doktorlar yazı yazmasını yasaklar, heyecan ya da üzüntüden uzak durmasını isterler. Nazım’dan bunu istemek dünyadan, insandan, hayattan kopmasını istemek gibi bir şeydir.
Şefkatli emeğinizi boşa çıkaracağım diye kızmayın bana, Ben vakarlı, sakin, vurdumduymaz bir kaya gibi deniz kıyısında yaşamıya söz veremiyeceğim. Bırakın, doktor, yürek bu, bakın nasıl çarpıyor. Çatlıyacaksa öfkeden kederden, sevinçten, varsın çatlasın....
Özlemeyen, ağlamayan, sevmeyen, hissetmeyen, gülmeyen, üzülmeyen, acı çekmeyen devrimci olur mu? Yürek ve aklın birliğidir devrimci bilinç. Yüreğini mücadeleye vermeyen insan tuzaklarla dolu, taşlı, engebeli, zorlu yolu sonuna kadar yürüyebilir mi? En karanlık gecenin sonunda yine şafak sökeceğine inanabilir mi? Ezilenlerin tarihine baktığında binlerce yenilgiye rağmen yine de zafer umudunu yeşertebilir mi?
Asrım sefil, asrım yüz kızartıcı, asrım cesur, büyük ve kahraman. Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman. Ben yirminci asırlıyım ve bununla övünüyorum. Bana yeter yirminci asırda olduğum safta olmak bizim tarafta olmak ve dövüşmek yeni bir âlem için... — Yüz yıl sonra, sevgilim... — Hayır, her şeye rağmen daha evvel. Ve ölen ve doğan ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır (benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem), senin gözlerin gibi, Hatçem, güneşli olacaktır...
Nazım Hikmet şiirlerinde yüreğini tüm açıklığıyla ortaya koymaktan, etiyle, kanıyla, canıyla insan olduğunu göstermekten çekinmez. O insanın yüreğini kıpır kıpır eden en coşkulu şiirlerini nasıl yazmışsa, gözyaşlarını da, hasretini de, hüznünü de öyle yazmıştır. Onun şiirleri yüreğinin ve aklının mükemmel uyumunu yansıtır. Tıpkı Şeyh Bedreddin Destanı’nda olduğu gibi. Nazım bu destanla bu toprağın ezilen halklarını, emekçilerini yine bu toprağın ezilenlerinin ezenlere isyanıyla tanıştırmıştır. Şeyh Bedreddin ve yoldaşlarının eşitlikçi toplum özlemiyle verdikleri mücadeleyi anlatmıştır. Onların yenilgisini anlattığı satırlarında yüreğinin çığlığını serbest bırakmıştır.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber sürebilmek toprağı, ballı incirleri hep beraber yiyebilmek, yârin yanağından gayrı her şeyde her yerde hep beraber! diyebilmek için on binler verdi sekiz binini.. Yenildiler. … Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zarurî neticesi bu! deme, bilirim! O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim. Ama bu yürek o, bu dilden anlamaz pek.
Bu satırların altına bir dipnot düşer Nazım: “Şimdi ben bu satırları yazarken, “vay, kafasıyla yüreğini ayırıyor; vay, tarihsel, sosyal, ekonomik şartları kafam kabul eder amma, yüreğim yine yanar, diyor. Vay, vay, Marksiste bakın…” gibi laflar edecek olan bazı “sol” geçinen delikanlıları düşünüyorum.... Ve şimdi eğer böyle bir açıklama yapıyorsam bu o çeşit delikanlılar için değil, Marksizmi yeni okumaya başlamış, sol züppeliğinden uzak olanlar içindir..... Paris Komunasının devrileceğini, bu devrilişin bütün tarihi, sosyal, ekonomik şartlarını önceden bilen Marks’ın yüreğinden Komunanın büyük ölüleri “bir ıstırap şarkısı” gibi geçmemişler midir? Ve Komuna öldü, yaşasın Komuna! diye bağıranların sesinde bir damla olsun acılık yok muydu? Marksist, bir “makina-adam”, bir ROBOTA değil, etiyle, kanıyla, sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihi, sosyal, konkre [somut] bir insandır.” Nasıl ki Komün, yenilmesine rağmen geleceğe bırakılmış büyük bir miras idiyse, Şeyh Bedreddin ayaklanması da geçmişten bugüne ve geleceğe taşınan bir mirastır. Ve içindeki acıyı olduğu gibi ortaya koyan Nazım yine de yas tutmaz. Destanını şu satırlarla bitirir:
Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! Dünü bugüne bugünü yarına bağlayın!
3 Haziran 1963’te dünyanın tüm ezilenleri için çarpan kalbi artık atmaz olur Nazım’ın, yarım kalır şarkısı. Bugünün devrimcileri onun yarım kalmış şarkısını tamamlamak için mücadeleye devam ediyorlar. Ve onun miras bıraktığı mücadele şiirlerinden güç alıyorlar.
Düşlerin hızıyla aktım yanıp söndü parıltılar bir erik ağacı diktim yemişlerinden tattılar. Kederi sevdim iyi ki hele taşların denizin insanın gözündekini ve sevinmeyi ansızın. İyi ki sevdim yağmuru iyi ki yattım hapiste sevdim ulaşılmazları hasretlerimin hepsinde.[7]
[1] Sabiha Sertel, Roman Gibi, Belge Yay., s.117
[2] Sabiha Sertel, age, s.119
[3] Eftalya, nüfuzlu kimselerin Boğaziçi yalılarına sık sık davet ettiği meşhur bir gazino şantözünün adıdır.
[4] Sabiha Sertel, age, s.136
[5] Rady Fish, Nazım’ın Çilesi, Ararat Yay., s.390
[6] Rady Fish, age, s.393
[7] Nazım Hikmet’in 2 Mayıs 1963 tarihinde yazdığı bu şiiri yarım kalmıştır.

link: Demet Yalçın, Devrimin ve İşçi Sınıfının Şairi: Nazım Hikmet, 3 Haziran 2018, https://marksist.net/node/6385
Yüreğinde 33 Kurşun Taşıyan Şair


Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van’da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari güvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı...
Ahmed Arif 1927 yılının Nisan ayında Diyarbakır’da dünyaya geldi. Daha çocuk yaşta halkın nasıl ezildiğine tanık oldu ve daha o yıllarda mücadele etmeye başladı. Çocukluğunda tanık olduğu bir olayı ve verdiği tepkiyi şöyle anlatır Ahmed Arif: “O dönem ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ diye bir kampanya başlatmıştı devlet. Türkçe konuşmayanlar daha doğrusu konuşamayanlar karakola çekiliyor. Bir gün yine karakolun önünde adamın biri çıplak halde soyulmuş polis tarafından dövülüyor. Çocuk aklımızla aldık sapanlarımızı bıraktık taşları, 2 polisi devirdik yere ve hemen uzaklaştık, akşam mahalleye geldiğimizde herkes bundan söz ediyordu.”
Ortaokulu Urfa’da, liseyi Afyon’da okuyan Ahmed Arif, Ankara’da üniversiteye başlar. Mezun olana kadar yine gözaltına alınmalar sürekli ev baskınları... Bu baskınlarda onlarca şiirinin yakılıp yırtıldığını, polis tarafından el konulduğunu hüzünle anlatır Ahmed Arif. Bu baskılar altında üniversiteyi bitirmeye çalışırken Ankara’da Merkez Bankası’nda işe başlar. Ancak yine polis tarafından gözaltına alınır, kendisine çevreden para topladığı ve bu parayı da komünistlere verdiği yönünde zorla kâğıt imzalatılmak istenir. Tabii bunu kabul etmez, günlerce akıl almaz işkencelere maruz kalır. O zorlu dönemi şöyle anlatır: “Görme duyumu kaybettiğimi sanmıştım bir ara çünkü hep karanlıktı, bir insana yapılacak en ağır işkenceleri gördüm ve çıldırmak üzere idim. Polis işkenceye hiç ara vermiyordu, Ahmed işkenceden delirdi demesinler, annemin haberi olmasın diye (onlar beni yurt dışında sanıyorlar) bir yolunu bulup bileklerimi kestim. Son anda hastaneye yetiştirmişler, garibime gitti. Adamlar hem işkence yapıyor hem de ölmeme izin vermiyorlar. İnsanlık namına mı bunu yapıyorlar diye düşünmeyin, iyileşmeme yakın hastaneden çıkartıp yeniden işkenceye devam ettiler. Düzmece tanıklara imzalattıkları belge, benim 38 ayıma mal oldu.” Bunca acıya rağmen inatla şiirlerini yazmaya devam eder. Egemenlere inat öfkesini şiirlere döken Ahmed Arif, şiirlerinde Anadolu’nun yoksul emekçilerini anlatır.
Yiğitlik inkâr gelinmez
Tek’e tek dövüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
Gel haberi nerden verek
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuz üç kurşunlu yürek
Otuz üç kan pınarı
Akmaz,
Göl olmuş bu dağda...
Ahmed Arif, 33 Kurşun şiirini, 1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde yargısız kurşuna dizilmiş 33 Kürt köylü için yazmıştı. Bu yargısız infaz, aradan üç yıl geçtikten sonra gazetelerin bazılarında çok küçük bir yazı olarak yer aldı. Tabii Arif’ten bu şiirin hesabını sormak isteyen egemenler, zorbalar da gecikmedi. “33 Kurşun şiirini yazınca geceden sabaha dövdüler beni bu şiiri yazdım diye, okumamı istediler ben de okumadım. Sabah baygın bir şekilde top sahasına attılar, köpekler koklayınca beni yiyecekler diye çok korktum. Sonra çöpçüler beni kendime getirdi, bir hafta yataktan kalkamadım.”
Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...
Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
Ahmed Arif yaşadığı topraklardan, mücadelesinden hep gurur duymuştur. Bunu tüm yaşamı boyunca da dile getirmiştir. Yaşamı boyunca hakkını aramış; ezilenin ve güçsüzün yanında durmuştur, kâh ozan kâh komünist kimliğiyle... Emekçiler sömürülmesin, insanlar ezilmesin, ölmesin diye yaşamının sonuna kadar mücadelenin içinde yer almıştır Ahmed Arif. O işçi sınıfının şairlerindendir. Yazdığı şiirler burjuva devletin acımasızlığını, zalimliğini yüzüne vurur. Ahmed Arif insanların dillerine, dinlerine, etnik kökenlerine bakmadan ezilen ve emeği sömürülen çoğunluğun yanında olmuştur. Tabii ki bunun bedelini de yaşamı boyunca çok ağır ödemiştir. Ama o mücadeleden vazgeçmemiş ve bizlere anlamlı bir miras bırakmıştır. Hayatının anlamını şu güzel ifadelerle aktarır bizlere: “Eşitlik için yazdım, eşitlik için söyledim, eşitlik için dayak yedim, eşitlik için sövdüm. O günleri göremeyeceğimi bilsem de birilerine o günleri gösterebilmek için öldüm.”
Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...
Sonu gelmiş bu kapitalist sistemi alaşağı etmek için mücadelemize ve mücadelemizin şairlerine sahip çıkıyoruz. Sınıfların, sömürünün, savaşların olmadığı, emeğimizin sömürülmediği, özgürce yaşayacağımız bir dünya yaratmak istiyoruz. Selam olsun mücadelemize, geçmişte, günümüzde ve gelecekte mücadelemize ışık tutanlara, bu mücadeleyi biz işçi sınıfına miras bırakanlara!

link: Esenyurt’tan bir MT okuru, Yüreğinde 33 Kurşun Taşıyan Şair, 15 Mayıs 2017, https://marksist.net/node/5650
Orhan Kemal ve Romanları


1914 Eylülünde Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğan ve 1970 Haziranında yaşamını yitiren Orhan Kemal’in asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’dür. Yazar, 1950 yılından sonra yazdığı şiirlerde ve öykülerde Orhan Kemal ismini kullanmaya başlamıştır. Ahali Cumhuriyet Fırkasının kurucularından olan babasının 1930’da baskılar yüzünden Suriye’ye göç etmesi üzerine, Orhan Kemal ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakıp Suriye’ye giderek bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapmıştır. Bir yıl sonra tekrar Türkiye’ye dönerek Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik yapmıştır. Bu yıllardaki birikimleri, ilerde romanlarına hayat verecektir.
Orhan Kemal, 1938’de Niğde’de askerliğini yaparken “Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak”, “komünizm propagandası yapmak” suçundan 5 yıl hapis cezasına çarptırılır. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yatar. 1940’ta Bursa Cezaevinde Nâzım Hikmet’le tanışması ve onun görüşlerinden etkilenmesi, yaşamının ve yazarlığının dönüm noktası olur
Öykü ve romanlarında işlediği konular çoğunlukla işçilerin gündelik yaşamları, çaresizlikleri, hayalleri üzerine kurulmuştur. Kahramanlar çoğunlukla sömürülen, yoksul insanlardan seçilmiştir. Yazar, 1950’li yıllardan sonra değişmeye başlayan Türkiye’nin çehresini, insanlardaki değişimleri, güçlü bir gözlem gücüyle, özgün ve yalın bir anlatımla kaleme almıştır. O dönemde neredeyse bütün temel ihtiyaç maddelerini kapsayan karaborsa ekonomisini, rüşvetçi memurları, yolsuzlukları romanlarında açık bir şekilde görmek mümkündür.
Romanlarında öne çıkan temalardan biri de, sınıf bilincine sahip olmayan, mücadele etmeyi bilmeyen işçilerin kısa yoldan zengin olma, ne pahasına olursa olsun köşeyi dönme, “seçkin” bir iş sahibi olmak için devlete kapağı atma hayalleridir. Genç kızların yaşlı ama zengin bir adamla evlendirilmesi, oğulların bir zenginin kızını kandırması sıkça kurulan hayaller arasındadır. Örneğin “Devlet Kuşu” romanı bu hayal üzerine kurgulanmıştır. Romandaki karakterler o kadar gerçekçidir ki, roman 1940’lı yılların sonlarında yazılmış olmasına rağmen karakterlerin çoğuna bugün de kolaylıkla rastlanabilmektedir.
Burjuvazi ya da küçük-burjuvazinin açgözlülüğünü, zorla ele geçirme tutkusunu da görüyoruz Orhan Kemal romanlarında. Örneğin “Devlet Kuşu” romanındaki Zülfikar Bey, o dönem koşullarında ortaya çıkmış zenginlerdendir. Görevi kötüye kullanmayla, eldeki parayı faizlerle çoğaltmayla, karaborsaya yatırımlarla elde edilmiş bir zenginlik. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında otomobil lastiğinden şekere, çivi, nal, kalay, demirden kahveye akla ne gelirse ancak karaborsadan temin edilebiliyordu. Ve karaborsa piyasası Zülfikar Bey gibi zenginleri doğuruyordu.
Orhan Kemal romanlarındaki işçi karakterlere baktığımızda ise, henüz çok genç olan burjuva devletin işçileri olarak bunların sınıf bilincinden son derece uzak bir ruh hali içinde olduklarını görürüz. Geleceğe karşı korku, eskiye ve eski dostluklara özlem yaygındır. Orhan Kemal’in işçileri çoğunlukla mutsuzdur, İzzet Usta dışında. Üç romanında şöyle bir tanımaya başladığımız ama bir türlü hikâyesine giremediğimiz İzzet Usta mücadeleci bir işçidir. Tren raylarında parçalanmış çocuğunu, iş kazası geçirerek ölmüş karısını biliriz. İşyerindeki rahatsızlıklar karşısında hep birlikte hareket edilmesi gerektiğini işçilere söyleyen İzzet Usta hep hikâyenin kıyısında durur. Henüz onun gibiler çoğalmamıştır o dönem Türkiye’sinde, henüz zamanları gelmemiştir!
Orhan Kemal “Devlet Kuşu” ve “Evlerden Biri” romanlarında İkinci Dünya Savaşından sonraki İstanbul’u anlatır. “Cemile” ve “Avare Yıllarda” ise yazarın ilk gençlik dönemlerinde yaşadıklarına tanık oluruz. 1949’da yazdığı “Avare Yıllar”da yaşamının ilk gençlik bölümünü anlatırken, o dönem hakkında bilgilendirmektedir bizi. Köyden kente göçü, ırgatlıktan işçiliğe geçişi çarpıcı bir biçimde yansıtmıştır. Yoksullaşmış küçük-burjuva ailesinin bir türlü yeni durumu kabullenemeyişini, işçiliği beğenmeyişini anlatır. 1950’li yıllarda, şehirleşme, büyük kentlerde gecekondu artışı, rüşvet, particilik, yozlaşma, ekonomik kriz, göç gibi olgular konu olmuştur romanlarına. İşsizlik ve konut sorunu da asli konularından biridir yazarın.
Orhan Kemal’in romanlarında anlattıkları kendisinin de içinde olduğu bir yaşamın ve güçlü gözlem gücünün birikimidir. Orta halli bir ailenin çocuğuyken birdenbire yoksulluğa düşmüş biri olarak, daha çocuk yaşta yaşamını sürdürebilmek için hamallıktan kâtipliğe kadar her işte çalışmış bir işçi olarak, işçileri çok iyi tasvir etmiştir. Toprağından, köyünden kopup gelmişleri, büyük şehirlerin kenarlarında iş bulamayan, derme çatma gecekondularda yaşayan, ayakta kalmaya çalışan, sınıf atlamak isteyen işçileri anlatır romanları. İşçi kızlar da fabrikalarda yerlerini almaya başlamışlardır, ama çoğunlukla zengin bir koca bulup işten ayrılmayı, “evlerinin hanımı olmayı” hayal edeceklerdir. Örneğin “Devlet Kuşu” romanında “Avare”nin iki kız kardeşi Mahmutpaşa’daki trikoda birlikte çalışırlar. Sabahın çok erken saatlerinden akşamlara kadar çalışmaları karşılığında ellerine geçen az miktardaki paranın büyük bir kısmını ise süs malzemelerine yatırırlar. Tek hayalleri kendilerini zengin bir beyin beğenmesidir. Fabrikalarındaki, mahallelerindeki delikanlıları hor görüp, kendilerini gecekondulardan kurtaracak, ev hanımı yapacak bir zengin erkek bulma düşüne kapılmışlardır.
“Devlet Kuşu”nda, işçi sınıfının parçası olduğu gerçekliğini kavrayamamış, sınıf atlama hayalleri ile yaşayan, kolay ve hazır iş peşinde koşan, günübirlik yaşayan, başıboş, lümpen yaşamların örneklerini bol bol görebiliyoruz. Böyle bir yaşamı tercih eden “Avare”nin iç dünyası, küçük-burjuva ruh halinin birebir örneğidir aslında. Çalışmak isteyen ama iş disiplinine gelemeyen, bir türlü işçi olamayan Mustafa’nın, namı diğer “Avare”nin en büyük düşü, Çemberlitaş’ta, kapısında müşterilerin kuyruk oluşturduğu bir köfteci dükkânıdır. Bu hayal, yapabileceği bir iş bulmasını da engellemekte, tüm yaşamını bu hayalin peşinden koşarak geçirmesine neden olmaktadır.
Orhan Kemal’in romanlarında İstanbul’un kapitalistleşen çehresini de görürüz. Yoksulluk ve açlıkla boğuşan bir şehirde iki arada bir derede kalmışlık ruh hali fazlasıyla öne çıkmaktadır. Genç kızlar, kasiyerliği, fabrikalarda çalışmaya tercih etmektedirler. Kızları fabrikada çalışan aileler romanın bir yerinde mutlaka bu durumdan rahatsız olduklarını ifade etmekte, bir gün yeniden köylerine dönmeyi düşünerek teselli olmakta, eski yaşamlarını özlemektedirler. Aileler parçalanmakta, eski kuşak bunu bir türlü kabul edememektedir. Genç kuşak ise hem eskilerle savaşmakta hem yeniyi içine sindirmemiş olarak sınıf atlama hayallerinin batağında kıvranmaktadır. Ortada kalmışlar lümpenliğe dümen kırmıştır çoktan.
1966 yılında yazdığı “Evlerden Biri” romanı edebi açıdan pek başarılı bulunmasa da dönem hakkında bize oldukça fazla bilgi sunmaktadır. Şimendiferci Sadi’nin çocukları romanın merkezindedir. Burjuvaziye kalifiye işçinin gerektiği bir dönemde okumak, üniversiteye gitmek çok mühimdir işçiler arasında. Kâtiplik yapan İskender, bir işi olmasına rağmen hukukta okuyan kardeşiyle kıyaslanır daima, yaptığı işe göre değer verilir ona, o da değer görmek sevdasındadır. Bu yüzden hukuk okuyan küçük kardeşini kıskanır, aradaki eksikliği kapatmak için babasının evini satmak en büyük derdidir. Paraları karaborsaya yatırıp zengin olacak, kimsenin onu hor görmesine müsaade etmeyecektir. Hukuk öğrencisi Erdal da evi ister, yurtdışında mastır yapacaktır. Erdal için eğitim paraya dönüştürülecek bir yatırımdır, onun bir başkasına hükmetmesini sağlayacak bir olanak, sınıf atlamasını sağlayacak bir fırsattır. Ailede herkes onun için fedakârlık yapmıştır ve zamanı geldiğinde bunun karşılığını vermesini dört gözle beklemektedirler. Annesi, kız kardeşi ve babası ona kurtarıcı gözüyle bakmaktadırlar. Aslında herkes kendini düşünmektedir ve paylaşılacak bir mülk olan evi tek başına elde etmenin hesabını yapmaktadır. İki oğul da babanın ölümünü beklemektedirler. Aile kurumunun gerçek yüzünü çok iyi sergiler Orhan Kemal bu romanında. Aile ilişkileri artık para ilişkisine indirgenmiştir. Aile saadetinin yerini artık para hesapları almıştır.
Orhan Kemal’in romanlarını okurken, insan ilişkilerinde paranın nasıl değer kazandığına, geride hiçbir insani değer bırakmayışına, çıkarlarının nerede olduğunu bilmeyen işçilerin çektiği sancılara tanık oluruz. Sarılabilecekleri bir değer, tutunabilecekleri bir güç yoktur hayatlarında. Dürüst ve onurlu kalabilmeyi başarmak hiç de kolay değildir. İzzet Usta gibi işçilerinse etkin bir rolleri yoktur henüz. Kavelleri, 15-16 Haziranları ve 70’li yıllardaki mücadeleleri yaratanlarsa, bu romanların yazıldığı dönemlerde sancılı bir dönüşüm yaşayan işçilerin çocukları olacaktır. Tohumlar ekilmiştir, koşullar ne kadar sert olursa olsun, İzzet Usta gibi çetin koşullarda çetin sınavlar verenler uygun an geldiğinde ortaya çıkacaklardır.

link: Aylin Dinç, Orhan Kemal ve Romanları, 25 Nisan 2008, https://marksist.net/node/1773
Haziranda Ölmek Zor!


Ömürlerini işçi sınıfı ve insanlığın esaretten kurtuluşu davasına adamış iki büyük ozanımız Nazım Hikmet ve Ahmet Arif’i bir Haziran ayında kaybettik. Onlar ruh dünyalarının olağanüstü şiirsel zenginliğini, sömürücü egemenlere karşı sınıf mücadelesinin etkili bir aracı düzeyine yükseltmeyi başarmışlardı. Böyle olduğu içindir ki, ölümlerinin ardından seneler geçtiği halde bu büyük ozanlar unutulmamakta, aksine, büyük insanlığın vicdanı ve hatırasında daha da büyük bir yer edinmekteler. Ve hiç şüphesiz günümüzde kapitalist barbarlığın insanlığa yaşattığı acılar arttıkça ve buna karşı mücadele de filizlenip boy vermeye devam ettikçe onların değeri daha da büyümektedir, büyüyecektir. Nazım Hikmet ve Ahmet Arif işçi sınıfına aittirler ve onların hatırası işçi sınıfının mücadelesinde daima yaşayacaktır.
İşçi Sınıfının Komünist Ozanı Nazım Hikmet
Nazım Hikmet 1902 yılında Selanik’te doğdu. Coşkun bir karaktere sahip olan Nazım küçük yaşlardan itibaren şiire ve resme güçlü bir eğilim gösterdi. Çağın olağanüstü şartları ve içinde bulunduğu nispeten elverişli aile koşulları, onu zihinsel yönden hızla olgunlaştırdı ve çağdaşı birçok aydın gibi erken yaşta çağın ve ülkenin sorunları konusunda duyarlı hale getirdi. Nitekim daha 18-19 yaşındayken Anadolu’daki emperyalist işgale karşı mücadele etmek amacıyla İstanbul’daki ailesini terk edip Anadolu’ya geçmiştir. Fakat ateşli, radikal karakteri ve sosyalist fikirlere doğru eğiliminin de belirmesi nedeniyle cepheye katılmasına izin verilmez. Bunun yerine Bolu’ya öğretmen olarak tayin edilir Nazım. Bir yıl boyunca kaldığı Bolu’da halkın yoksulluğa rağmen hürriyete olan özlemine ve hâkim sınıfların çıkar tutkusuna çok daha yakından tanık olur. Ekim Devriminin yoksul Anadolu halkını saran umuduna ilk burada şahit olur. Komünist Enternasyonal’in üyesi olan TKP henüz yeni de olsa, işçi ve emekçiler arasında devrimci örgütlenmeyi yaymaya çalışmaktadır. Nazım Hikmet umudun canlı bir parçası olan Sovyet Rusya’ya geçer, “hep bir ağızdan türkü söylenen” diyarı bizzat görmek için.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yârin yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!
diyebilmek
Nazım Hikmet, Sovyet Rusya’da, Çarlık despotizmini ve kapitalizmi yıkmayı başarmış olan işçi sınıfının kurduğu işçi iktidarı ile tanışır. İşçi, asker ve köylüler açlık ve yoksulluk pahasına işçi sınıfının iktidarını korumak için her türlü fedakârlığı yaparlar. Ekim Devrimi, bütün insanlığın hep beraber söylediği türkü, iş, aş, yaşamdır adeta. Komünist fikirler yani işçi sınıfının iktidarı için örgütlenme ve mücadele etme fikri Nazım Hikmet’in bundan sonraki yaşantısının ayrılmaz bir parçası olur. Nazım Hikmet’in yaşamının geri kalan bölümünde övündüğü tek şey, komünizm gayesi uğruna çalışmak olur. CHP’nin tek parti diktatörlüğü koşullarında Nazım Hikmet davası uğruna faaliyetlerine devam eder.
Bir yandan TKP saflarında yürüttüğü parti faaliyetleri bir yandan da şiirlerinin yayınlanması nedeniyle CHP diktatörlüğü baskıcı yüzünü göstermekte gecikmez ve cezalar yağmaya başlar. 1925 yılından itibaren çeşitli aralıklarla hapis cezalarına çaptırılır. 1938 yılından itibaren 12 yıl boyunca hapis yatar. Bu uzun yıllar boyunca Nazım Hikmet ne kadar susturulmaya, mücadeleden uzak tutulmaya çalışılıp hapislere sürülse de, baskılara boyun eğmez. Zor koşullarda üretmeye ve kavgasını sürdürmeye devam eder.
sevdalınız komünisttir,
on yıldan beri hapistir,
yatar bursa kalesinde.
hapis ammâ, zincirini kırmış yatar,
en âlâ mertebeye ermiş yatar,
yatar bursa kalesinde.
Nazım’ın bir an önce bırakılması için tüm dünyada başlatılan kampanya neticesinde, 1950 yılında özgür kalır. Fakat sermaye devleti onu ilerlemiş yaşına rağmen askere almak ve “askerden kaçtı” komplosu ile arkadan vurmak ister. Nazım Hikmet bu koşullarda Türkiye’yi terk etmek zorunda kalır ve Rusya’ya gider. Bir süre sonra hükümet “vatan hainliği” suçlamasıyla onu vatandaşlıktan çıkardığını ilan eder. Nazım ünlü şiiriyle buna karşılık verir.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması, topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Rusya’da geçirdiği sürgün yıllarında şiir, roman, tiyatro dalında ölümsüz eserler ortaya koymaya devam eder. Nazım bu yıllarda bütün dünyada işçi ve emekçilerin, ezilen insanlığın unutulmaz bir ismi haline gelir. Ve mücadeleyle dolu ömrü 3 Haziran 1963 günü Moskova’da sona erer.
Mücadelesiyle bir dünya vatandaşı olan Nazım’a bugünlerde vatandaşlık hakkının tanınmasıyla geçmiş unutturulmaya çalışılıyor. Başbakan “açılım” turlarında Nazım Hikmet’ten şiirler okuyor. Nazım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan asıl unsur, onun hayatını yeryüzünde kapitalist sömürü düzeninin ortadan kaldırılmasına adamış komünist bir insanlık ozanı olması olduğu halde, medya tekelleri onun bu temel özelliklerini gözden saklamaya çalışmaktalar. Bunun yerine onu “vatan-millet” edebiyatı yapan bir Türk şairi ya da bir “sevda şairi” olarak milyonlara tanıtmaya çalışıyorlar. Ama işçi sınıfının devrimcileri olan bizler, Nazım Hikmet’i genç kuşaklara, onu var eden asıl önemli yönüyle, işçi sınıfının komünist ozanı olarak tanıtmaya ve onu kavgamızda yaşatmaya devam edeceğiz.
“Kalbin, Zonguldak’ta çökmüş bir kuyu”
Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü...
diyen Ahmed Arif, şiirlerinde bir yandan egemen sınıfların zalimliklerini anlatırken, öbür yandan binlerce yıldan bu yana bu haydutluklara karşı koyan mert Anadolu insanını destanlaştırdı. Günlük hayatın içinden çıkan şiirlerinde her sözünü boğun eğmez bir tavırla söyledi. “33 Kurşun” destansı ağıtında, sorgusuz sualsiz katledilen Kürt halkının uğradığı zulümleri anlattı. Halkların derindeki kardeşliğini ise “pasaporta ısınmamış içimiz” diyerek dile getirdi.
Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına...
Ahmed Arif’in tütün, pamuk ve maden işçilerine karşı hissettiği kardeşlik duygusu şiirlerinin önemli bir parçasıdır. Bir şiirinde “kalbin, Zonguldak’ta çökmüş bir kuyu” diyen Ahmed Arif, maden işçilerinin çilelerini ruhunun derinlerinde duyumsadığını dile getirir. Bugünlerde Zonguldak’ta sermayenin kâr düzeni tüm işçi sınıfının kalbi üzerine yeniden çöktü. Ve bu kuyudan tek çıkış yolu da mücadele etmekten geçiyor. Ahmed Arif’in yürek işçiliği dediği, hasretini duyduğu, “umut ile, sevda ile, düş ile dayan” diyerek umuduna sarıldığı bir tek kara sevdası vardı: Dünyayı yoksul ve ezilen emekçi yığınlar için bir cennet haline getirebilmek!
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Bu'dur ol hikayet,
Ol kara sevda.

link: Adil Aksu, Haziranda Ölmek Zor!, 3 Haziran 2010, https://marksist.net/node/2465
Adsız Nefer Umudu Yeşertmeye Devam Ediyor!


Ben, bir insan,
Ben, Türk şairi komünist Nâzım Hikmet ben,
tepeden tırnağa iman,
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben...
Aylardan Haziran olunca Nâzım Hikmet’le açılır ufkumuz, yüreğimiz onun umuduyla dolar. Yaşamını ve sanatını mücadeleye adayan, işçi sınıfının çıkarından başka bir çıkarı olmayan devrimci şairdir Nâzım Usta. Kahırla, sürgünle, hapislerle geçen hayatında yılgınlığa, umutsuzluğa asla kapılmadan mücadele dolu bir yaşam sürdürmüştür.
Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin.
Ezenle ezilenler olduğu ve sömürü devam ettiği müddetçe en ağır koşullarda bile başkaldırı, mücadele ve umut da sürecektir. Sürmelidir de. Özellikle gerici koşulların, baskıların daha da ağırlaştığı zamanlarda mücadeleyi sürdürmek, umudu diri tutmayı başarmak gerekir. Devrimci sanatın da burada çok önemli yeri vardır. Sanatsal hüneri ezilenlerin haklı davası uğruna sarf etmek, mücadeleyi ilerletmek ve kara bulutları zihinlerden silip tarihsel iyimserliği yaşatmak için kullanmak gerekir. Yazılan şiirler, çizilen resimler, söylenen türküler umudu her toprakta yaşatmanın birer aracı olmalıdır. Bu noktada Nâzım Hikmet genç kuşaklara nice dersler vermektedir.
Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.
Nâzım Hikmet şiire ve edebiyata çok küçük yaştan itibaren ilgi duymuştur. On dördünden beri şairlik eden ozan sosyalist fikirlerle ilk olarak Anadolu’da tanışır. Öğretmenlik yaptığı şehirde şahit olduğu manzaralar, tanıştığı sosyalist fikirler onu değiştirip dönüştürür ve sanatını etkiler. Bu dönüşümle beraber devrimi yerinde görmek için Sovyet Rusya’ya gitmeye karar verir. Sovyet Rusya’da geçirdiği iki yıl fikirlerini sağlamlaştırır ve 1923 yılında TKP’ye üye olur. Yaşamını işçi sınıfının mücadelesine ve kurtuluşuna adar.
İşte:
şu güneşten
düşen
ateşte
milyonlarla kırmızı yürek yanıyor!
Sen de çıkar
göğsünün kafesinden yüreğini;
şu güneşten
düşen
ateşe fırlat;
yüreğini yüreklerimizin yanına at!
Nâzım’ın yazdığı şiirlerin gücü afili cümlelerden değil en hayati konuları işlerken bile gündelik dil kullanmaya özen göstermesinden gelirdi. Sade bir anlatımı vardı. Bir köylü delikanlıya, okumamış bir çobana, bir fabrika işçisine, bir tütün işçisine derdini anlatamadıktan sonra neye yarardı yazdığın şiirler diye düşünür ve yalın yazmaya çalışırdı.
Sosyalizm,
Yani şu demek ki dayı kızı
Sosyalizm
Senin anlayacağın yani
El kapısının yokluğu değil de
İmkânsızlığı.
Ekmeğimizde tuz
Kitabımızda söz
Ocağımızda ateş oluşu hürriyetin
Yahut başkası yel de
Sen yaprakmışsın gibi titrememek
Bunun tersi yahut…
Ömürlük mücadelesinde yeri geldi Kemalist bürokrasinin baskılarına, yasaklarına karşı mücadele yürüttü, yeri geldi TKP’nin geçirdiği dönüşümlere karşı mücadele yürüttü. Uzun hapis yıllarından sonra terk etmek zorunda kaldı Anadolu’yu ve Karadeniz üzerinden Moskova’ya geçti. Burada gördüğü şey ise hayalini kurduğu bir dünyanın izdüşümü değildi. Birçok şiir ve tiyatro oyunlarında Stalinist bürokrasiyi eleştirdi ve zaman içinde onların da baskılarına, polis takiplerine, yasaklamalarına uğradı.
Taştandı tunçtandı alçıdandı kâattandı iki santimden yedi metreye kadar
taştan tunçtan alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gölgesi
taştan tunçtan alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik
yok oldu bir sabah
yok oldu çizmesi meydanlardan
gözleri ağaçlarımızın üstünden
çorbamızdan bıyığı
odalarımızdan gözleri
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kâadın.
Nâzım Hikmet bütün bir işçi sınıfının şairiydi. Yazdıkları sadece bu toprakların devrimcilerine ilham, güç, umut vermedi. Enternasyonalist bir devrimci şairdi. Yazılanlar sınırları aştı ve dilden dile aktarıldı. Yüreğinde sadece Türkiye işçi sınıfı da yoktu, dünya işçi sınıfının yaşadıklarını derinden hissetti, acılarını, sevinçlerini paylaştı ve şiirlerine de yansıdı.
Hiroşima’da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsin idi isteği. Sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya isteği, özlemi hiç eksilmedi yüreğinde. O günün sorunları bugün de katmerlenerek devam ediyorsa, mücadelesi de devam etmeli. Kapitalist düzenin bizlere yıkım ve savaştan başka bir şeyi getirmediğini unutmayalım. Bugün de savaşlar, salgınlar, göç yolları, yıkım, işsizlik, açlık devam ediyor. Dayanışma içinde olmamızı engellemek, bizi birbirimize düşman etmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor kuşpalazı, boğmaca, kara çiçek, sıtma,
ince hastalık, yürek enfarktı, kanser filan
işsizlik açlık filan
tiren kazası, otobüs kazası, uçak kazası, iş kazası, yer depremi, sel baskını,
kuraklık falan
karasevda ayyaşlık filan
polis copu hapishane kapısı falan
senin yolunu gözlüyor atom bombası falan
hoş geldin bebek
yaşama sırası sende
senin yolunu gözlüyor sosyalizm komünizm filan
Acılarımız tüm dünyada işçi sınıfı olarak ortak. Aynı kavganın adsız neferi, aynı yolun yolcularıyız. Bizleri mücadelemizden, umudumuzdan alıkoyan bir dolu engel karşımıza çıkacaktır. Umudu yüreğimizde, bilincimizde bir ömür diri tutmalıyız. Nazım Usta yaşamının bir anına değil koca bir ömre mücadeleyi, aşkı, sevinci, hüznü sığdırabilmiştir. Bizler de öyle olup bu karanlık günlerde aydınlığı düşleyip, umudu yeşerten kızıl tomurcuklar olmayı sürdürmeliyiz. Haziran ayı vesilesiyle bir kez daha andığımız Nazım Usta’nın umudu umudumuz, mücadelesi mücadelemizdir. “Dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diyenlere inat ustaya kulak verelim bir kez daha:
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karanlıklar
aydınlığa…

link: Mersin’den bir işçi, Adsız Nefer Umudu Yeşertmeye Devam Ediyor!, 3 Haziran 2020, https://marksist.net/node/6954