AKP hükümetinin Suriye sınırındaki mayınlı bölgenin temizlenmesi karşılığında bu arazinin mayınları temizleyecek şirkete 44 yıllığına kiralanmasına ilişkin yasa tasarısı ile başlattığı “mayın” tartışması sürüyor. Nitekim yasanın kabulünün ve cumhurbaşkanının onayının ardından, 25 Haziranda, Meclisteki tüm muhalefet partilerinin yasanın iptal edilmesi için birlikte Anayasa Mahkemesine başvurması, konunun uzun bir süre daha gündemde kalacağını gösterdi.
TC burjuvazisinin Ottawa Sözleşmesi ile taraf olduğu anti-personel mayınların temizlenmesi anlaşmasından doğan sorumluluğunu yerine getirmesi için hükümetin attığı adımlar ve muhalefetin bu adımlar karşısında sergilediği tutumlar, burjuva siyasetin ikiyüzlülüğüne de çarpıcı örnekler teşkil ediyor.
Neden konulduğu ve yıllar boyunca ne kadar çok ölüme ve sakatlanmaya yol açtığı gibi hususlar üzerinde kimsenin tartışmadığı yüz binlerce mayının temizlenmesi ile ilgili yasa, İsrail şirketlerinin 44 yıl boyunca “organik tarıma” elverişli bu alanı kullanmasına ilişkin itirazlar çerçevesinde ele alındı. Ancak nüfusun önemli bir bölümünün açlık sınırında yaşadığı bir bölgede, verimli olduğu bilinen binlerce dönüm toprağa yüz binlerce mayın döşenmesinin, böylelikle sınırın iki yakasında kalan aynı aileden insanların bile arasına aşılmaz engeller konmasının yarattığı sonuçlardan kimse bahsetmedi. Mayınlar döşenirken de temizlenirken de ortaya çıkan milyonlarca dolarlık maliyetin işçi sınıfına fatura edildiği ve edileceği üzerinde kimse durmadı. Mayın mağduru binlerce insan ve yüzlerce çocuğun kararan hayatları ise söz konusu bile olmadı.
Muhalefetin “sınırlar İsrail’e peşkeş çekiliyor, ulusal çıkarlarımız tehlikede!” yaygarasına, başbakan, “farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu, bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi” sözleriyle karşılık verdi. Erdoğan’ın bu sözleri kimi liberal çevrelerde yeni bir “açılım” mı yapılıyor heyecanına bile yol açtı. Oysa bu tartışmada, düzenin muhalefet partileri, ulusalcı önyargıları kaşıyarak emperyalist talanın ulusal çerçevede bir karşı koyma ile engellenebileceği yanılsaması üzerinden kafaları karıştırıyordu. İktidar partisi ise doğruluğu açık ama konuyla ilgisi olmayan sözlerle demagojiye yöneliyordu.
Zaten başbakanın sözlerinin devamı, meselesinin hiç de egemen sınıfın imhacı ve inkârcı geleneğiyle hesaplaşmak olmadığını ortaya koyuyordu: “Bu ülkenin vatan toprakları üzerinde yatırım yapan küresel sermaye, ‘şu dinden bu dinden geldi’ diye ‘eyvah Türkiye elden gidiyor’ demek bu kadar kolay mı? Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi. Paranın dini, milleti, ırkı olmaz. … Şimdi ülkemizde küresel sermaye yatırım yapmak istiyor. Bakıyorsunuz birileri çıkıyor, ‘o Yahudi sermayesi olmaz’. Yok, arkadaş gelip ülkemde yatırım yapacak. 1 milyar dolarlık yatırım yapacak.”
Özellikle liberal ve sol liberal çevrelerin üzerine atladığı ve fazlasıyla önemsediği “başbakan geçmişte yapılan faşizan uygulamalar konusunda nedamet mi dile getiriyor” heyecanı boşunaydı. Başbakan açısından mesele, “Yani burada biz, seçenekleri artırmak suretiyle istediğimizi kullanabilir, ihaleyi bu şekilde yapabilir ya da istisna ihale yöntemiyle bu işi yapabiliriz. İhaleye girmeden, bunu istediğimiz bir firmaya, temizleme işini kalkıp verebiliriz” sözleriyle ortaya konduğu gibi, “ihaleyi istediğimize veririz” düşüncesini hayata geçirmek için bir parça demagoji yapmaktı.
Ne var ki bütün bu burjuva içi atışmaların değersizliğinin ötesinde, sınırlara yerleştirilmiş yüz binlerce mayının varlığı sorunu önemlidir. İnsan Hakları Derneğinin verilerine göre 1990-2002 yılları arasında 512 mayın patlaması olayında 838 kişi hayatını kaybetmiş, 937 kişi de yaralanmıştır. Yaralananların 214’ü çocuktur. “Mayınsız Bir Türkiye Girişimi”nin medyada yer alan haberlerden yaptığı derlemeye göre de, 2006 yılı Ocak-Aralık döneminde yaşanan 50 mayın olayında en az 145 mayın kurbanı olduğu tespit edilmiştir. Bunlardan 39’u ölmüş, 106’sı yaralanmıştır. 2007 yılında mayınlardan yaralanan 101 kurbandansa 28’i yaşamını yitirmiş, 73’ü yaralanmıştır.
Bu mesele, mayın yüzünden ölen, sakat kalan binlerce insanın sönen hayatlarının yanı sıra, toprak sorununa ve Kürt sorununa temas eden yönleriyle de ele alınmalıdır.
Ottawa Sözleşmesi ve çıkarılan yasa
Kısaca “Ottawa Sözleşmesi” olarak da bilinen “Anti-Personel Mayınların Kullanımının, Depolanmasının, Üretiminin ve Devredilmesinin Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözleşme”, 4 Aralık 1997 tarihinde Ottawa’da (Kanada) imzaya açıldı, 1 Mart 1999’da yürürlüğe girdi. Sözleşme, taraf devletlerin anti-personel mayın kullanmasını, bunları geliştirmesini, üretmesini, bir başka şekilde edinmesini, depolamasını, elde tutmasını veya doğrudan ve dolaylı yoldan bir başkasına devretmesini yasaklamaktaydı. Sözleşmeyi imzalayan devletler, bu sözleşmeyle, bütün anti-personel mayınları imha etmeyi taahhüt etmekteydi. Sözleşme, taraf devletlere, stoklarındaki mayınların dört yıl, döşenmiş mayınların da en geç on yıl içerisinde sökülerek imha edilmesi yükümlülüğünü getirdi.
Türkiye Ottawa Sözleşmesine 2003 yılında Yunanistan ile eş zamanlı olarak taraf oldu. Sözleşme Türkiye açısından 1 Mart 2004’de yürürlüğe girdi. Bu, Türkiye’nin 2008 yılı 1 Martına kadar stoklarındaki mayınları imha etme ve 2014 yılına kadar da toprağa döşeli mayınlarını temizleme hususlarında gerekli adımları atma yükümlülüğüne girmesi demekti. Ancak TC bu sözleşmeyi imzalamış olmasına rağmen, ordunun artık iyiden iyiye belli olan gönülsüzlüğünün etkisiyle sorumluluklarını bugüne kadar yerine getirmedi. Hükümetlerin ödenek ayırmasına ve görevlendirmesine rağmen ordu 1992 ile 2004 yılları arasında hiçbir çalışma yapmamış ve bu işi gerçekleştirmek için gerekli donanıma ve bilgi birikimine sahip olmadığını belirterek ödeneği iade etmişti.
Ülkedeki her meseleye karışma konusundaki becerisi “takdire şayan” olan ordunun kendinin döşediği mayınların imhası gibi askeri bir konuda “beceriksiz” çıkması ilginç bir husustu, ama bu durum üzerinde pek kimse durmadı. Bunun üzerine her il için ayrı ayrı ihaleler açıldı ve mayın temizleme işleri çeşitli şirketlere verildi. Ancak bu ihaleleri de bu sefer Danıştay, “mayın temizleme işi kanun çıkarmadan yapılamaz” gerekçesiyle iptal etti. Neticede 2008 Mayın Raporuna göre Türkiye, Belarus ve Yunanistan ile birlikte, yükümlülüklerini yerine getirmeyen üç ülkeden biri oldu. 2014 yılına kadar da topraklarını mayından arındırması pek mümkün görünmüyor. Bu alanda da bürokrasi defalarca izlediği taktiği uygulayarak uluslararası alanda imzalanmak durumunda kalan anlaşmaları fiilen ve mevzuat bahaneleri ile yerine getirmeyerek olabildiğince ertelemeyi başarmış görünüyor.
Türkiye son raporunda 2007 yılı sonu itibariyle topraklarında toplam 982 bin 777 mayın bulunduğunu, bunun 818 bin 220’sinin anti-personel mayın ve 164 bin 497’sinin araç patlatan mayın olduğunu bildirmiş bulunuyor. Raporda aynı zamanda, Türkiye’nin elinde eğitim ve geliştirme amaçlı olarak da 15 bin 150 anti-personel mayın bulunduğu ifade ediliyor. Belirtmek gerekir ki, elinde bu amaçla bu sayıda mayın bulunduran başka bir ülke yok. Türkiye’nin topraklarında bulundurduğunu belirttiği mayınlardan 615 bin 149 tanesi, 510 kilometre uzunluğunda ve ortalama 350 metre genişliğindeki Suriye sınırına yerleştirilmiş durumda. Irak sınırında, 42 kilometre boyunca yerleştirilen 75 bin 115 mayın bulunuyor. İran sınırındaki 109 kilometre uzunluğundaki hatta 191 bin 428, Ermenistan sınırındaki 17 kilometrelik hatta ise 21 bin 984 mayın var.
Bu mayınların hangi yıllarda yerleştirildiğine ilişkin bilgilerse sınırlı. Suriye sınırındaki mayınların büyük kısmının 1957-1959 yılları arasında kaçakçılığı önleme bahanesiyle yerleştirildiği biliniyor. Ancak kaçakçılığın önlenmek bir yana, bu yıllardan sonra daha da arttığı da açık. Gerçek sebep ise, Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye yakın duran BAAS rejimi yüzünden Suriye’nin bir askeri tehdit olarak algılanmasıdır. Elbette bu durumun sınırın iki tarafındaki Kürtlerin bağlarını koparmak gibi önemli bir amacı da var!
TC bu mayınları Ottawa Sözleşmesi gereği temizlemek için adımlar atmak, en azından adım atıyormuş gibi görünmek zorunda. Askeri ve sivil bürokrasinin direncine rağmen hükümetin bu koşullar altında geçirdiği son yasaya göre, eğer Anayasa Mahkemesi iptal etmezse, mayın temizleme işini, öncelikli olarak Milli Savunma Bakanlığı üstlenecek. Milli Savunma Bakanlığınca mayın temizleme; Kamu İhale Kanununa tâbi olmayan; savunma, güvenlik veya istihbarat alanlarıyla ilişkili Kamu İhale Kanununun istisna hükmüne göre yaptırılacak. Mayın temizleme bu usulle olmazsa Kamu İhale Kanununa göre Maliye Bakanlığınca hizmet satın alınarak gerçekleştirilecek. Mayından temizlenen alanlardaki Hazine taşınmazlarının tasarrufu, Maliye Bakanlığına geçecek.
Mayın temizleme bu iki usulle de olmazsa; Devlet İhale ve Kamu İhale Kanunlarına tâbi olmadan, bu toprakların tarımsal faaliyetlerde kullandırılması karşılığında ihale edilecek. Mayın temizleme ihalesi, kullanım süresinden en fazla indirimi teklif edene verilecek.
Toprağın yapısına bağlı olarak mayın temizlemenin maliyeti değişiyor. Metrekare başına maliyet dünyada 50 sent ile 3 dolar arasında oynuyor. Ancak hiçbir şirket, temizlenecek arazi için yüzde 100 temizlendi garantisi veremiyor. Şirketler en fazla yüzde 99,6’lık bir garanti verebiliyor. Yani yaklaşık 615 bin mayının gömülü olduğu Suriye sınırında yapılacak temizlikte 2 bin 500 civarında mayının bulunamaması riski var.
Hükümetin teklifinde, mayınlanmış toprakların yıllardır sorunlarını yaşayan, sakat kalan, ölen, aç kalan gerçek sahipleri için bir şey yoktur. Büyük kapitalistler içinse yaratılmış yeni bir kâr kapısı söz konusudur.
Mayınlar temizlenirken başka neler yapılmalı?
Tarım ve Köy İşleri Bakanı Mehdi Eker’e göre mayınlı arazilerin temizlendikten sonra köylülere verilmesinin hiçbir ekonomik getirisi yok. Bu yüzden büyük kapitalistlere verilmeli! Durum gerçekten böyle mi acaba?
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Gökhan Günaydın, yaptığı açıklamada, yöre halkından yarım yüzyıl evvel alınarak kamulaştırılan mayınlı arazilerin işlemeli tarıma elverişli bölümünün, illere göre değişmekle birlikte, yüzde 80’e yakın bir oranda, yaklaşık 170 bin dekar olduğunu ve bu arazinin yüzde 70’inin sulanabilir özellikler taşıdığını söylüyor. Günaydın’ın yaptığı hesaba göre, bu tarım alanı, Türkiye’de ortalama işletme ölçeği olan 59 dekarlık işletmelere bölündüğünde, 2881 adet tarım işletmesi doğmaktadır. Her bir hanenin en iyimser tahminle tarım işinde çalışabilecek yaşta olan 5 kişiden oluştuğu düşünüldüğünde de, bu durumda 14 bin 405 kişilik bir istihdam kapasitesi ortaya çıkmaktadır.
Bu toprakların 50 yıldan fazladır işlenmemiş, dolayısıyla kimyasal kirliliğe uğramamış olması sayesinde “organik tarım”a uygun olması da önemli bir avantajdır. Türkiye’deki “organik tarım” verilerine bakıldığında, “organik tarım” ürünlerinin ihracat değeri, kilogram başına yaklaşık 2-3 dolardır. Bu veriden yola çıkıldığında, bu arazinin “organik tarım” üretim miktarı Türkiye ortalamalarına göre yaklaşık 66 bin ton, ihracat fiyatlarıyla değeri ise ortalama 150 milyon dolar olacaktır.
İşçi sınıfı, bu toprakların bir an önce mayından arındırılması ve bu toprakların yoksul köylülere verilmesi talebini yükseltmelidir. Bunun yanı sıra, bölgede toprak reformu yapılmalı ve topraklar kooperatifler halinde topraksız köylülere dağıtılmalıdır. Üstelik bu köylülere gelişmiş tarım tekniklerini öğrenebilecekleri ve uygulayabilecekleri imkânlar sağlanmalıdır.
Bölge halkı geçmişte mayınlar yüzünden de ağır bedeller ödemiştir. Binlerce insan mağdur olmuş, kimi sakat kalırken, kimi de hayatını kaybetmiştir. Sınırın iki tarafında kalan aynı aileden insanlar arasındaki iletişim bile mayınlar yüzünden ortadan kalkmıştır. Bu yüzden sınırlar ardına kadar koşulsuz açılmalıdır.
link: Selim Fuat, Mayından Arındırılan Topraklar Yoksul Köylülere!, 1 Temmuz 2009, https://marksist.net/node/2181
Avrupa Gençliği Nereye Gidiyor?
Sri Lanka Dersleri