Kapitalizmin kâra endeksli, anarşik ve akıldışı doğası, gıda ve yaşam arasındaki ilişki dikkate alındığında tarımda belki de hiçbir alanda olmadığı kadar yaşamsal sorunlara yol açıyor. Hayatta kalmak için her şeyden önce beslenmesi gereken insan için gıda üretimi vazgeçilmez bir önem taşıyor. Ne var ki kapitalizm bu yaşamsal faaliyeti de kâr güdüsünün kurbanı haline getiriyor. Bu durum çiftçileri yıkıma sürüklerken, tüketici konumunda olan geniş emekçi yığınları pahalı, yetersiz ve sağlıksız beslenme problemiyle yüz yüze bırakıyor. Kapitalizmin kriz dönemlerinde ise söz konusu olgu çok daha can yakıcı hale geliyor.
Bugün yaşadığımız ekonomik kriz de, Türkiye’nin tarım alanında karşı karşıya olduğu çok boyutlu problemlerin çok daha ağır bir şekilde hissedilmesine yol açıyor. Et ve süt fiyatları başta olmak üzere bakliyattan taze sebze ve meyveye tüm gıda ürünlerinin fiyatı son iki yıldır dikkat çekici bir şekilde artarken, krizin etkilerini göstermeye başladığı son aylarda bu artış sıçramalı bir hal aldı. Bu süreçte yaşanan kur artışı, gıda ürünlerinin fiyatlarının katlanmasında büyük bir rol oynuyor. Zira hububat, bakliyat ve et başta olmak üzere pek çok temel gıda maddesinde ithal ürünler önemli bir yüzdeyi oluştururken, yerli üretimdeki girdilerin çoğu da (gübre, ilaç, tohum, saman, yem vd.) önemli ölçüde ithalata dayanıyor. Dövizle birlikte artan enerji ve nakliye bedelleri de maliyeti ve fiyatları arttıran önemli bir etken durumunda bulunuyor. Tüm bunlara yükselen kredi faizleri de eklendiğinde çiftçiler büyük bir iflas dalgasıyla, tüketici ise fahiş fiyatlarla yüz yüze kalıyor.
Kuşkusuz tarımda yaşanan sorunlar çok daha köklü olup, ekonomik kriz bunların daha yakıcı hale gelmesine yol açmaktadır. Sorunların kökenine bakıldığında ise çok boyutlu faktörler eşliğinde kapitalizm gerçekliğiyle karşı karşıya kalınmaktadır. Türkiye’nin tarihsel özgünlüklerinin[1] ve 90’lı yıllarda doruğa tırmandırdığı baskıcı Kürt politikasının[2] tarımda bugünlere uzanan sonuçları olduğu bir vakıadır. Ne var ki asıl belirleyici olan çok daha genel ve evrensel bir olgudur. Nitekim bugün dünya tarımında yaşanan sorunları ortaklaştıran da bu genel olgu, yani kapitalizmdir. Gıda gibi yaşamsal bir alanın bile büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirildiği kapitalizm, sosyo-ekonomik yıkımlara yol açmanın yanı sıra insan sağlığını ve en genel anlamda doğayı tehdit eden bir yıkım kaynağına dönüşmüştür. Dolayısıyla, Türkiye’de izlenen ve tanık olduğumuz yakıcı sorunlara yol açan tarım politikaları da aslında bir istisna olmayıp, büyük sermayenin tüm dünyaya dayattığı tarım politikalarının bir parçasıdır.
Halkın ihtiyacı değil büyük sermayenin çıkarları
Kâra endeksli kapitalist üretim biçimi, ortaya çıkışından itibaren tarımda da köklü dönüşümlere yol açmıştır. Kapitalizm tarımın modernize edilerek gelişmesini sağlarken, aynı zamanda büyük bir sosyo-ekonomik değişim de yaratmıştır. Küçük ve orta köylülüğün bankaların ve büyük şirketlerin kıskacında iflasa sürüklenmeleri, kırsal nüfusun giderek artan proleterleşmesi bu değişimin temel sonuçlarından biridir.[3] Küçük mülkiyetin beslediği tüm tutucu yönlerle birlikte tasfiyesi genel olarak olumlu bir gelişme olmakla birlikte, emek gücünün ve toprağın açgözlülükle yağmalanmasına yol açan büyük ölçekli üretim son derece tahripkâr sonuçlar da doğurmaktadır: Toprağın yıkımı, binlerce bitki ve hayvan türünün yok edilmesi, suların zehirlenmesi, ormanların korkunç bir tahribata maruz bırakılması ve nihayetinde insanların bolluk potansiyeli içinde açlığa sürüklenmesi ya da sağlıksız gıda bombardımanına tutulması…
Kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesi bütün bu olguların da küreselleşmesini beraberinde getirmiştir. Küçüğünden büyüğüne tüm üreticiler kredi mekanizmasıyla, tarımsal girdileriyle, yönlendirilmiş ya da dayatılmış ürün tercihleriyle, alıcısıyla, nakliyecisiyle vb. piyasaya tâbi kılınmıştır. Tarımın kapitalistleşmesi gelişmiş teknoloji ve makineleşmenin de tarımsal üretime girmesi anlamına gelmektedir. Büyük ölçekli üretim, ıslah edilmiş tohum ve hayvan ırkları, verim artışı, üretime dönük coğrafi engellerin önemli ölçüde aşılması, nakliye kolaylıkları gibi unsurlar insanlığın önüne muazzam olanaklar ve geleceğe dönük potansiyeller sunmaktadır. Ne var ki tüm bu potansiyeller kapitalist özel mülkiyet prangasına vurulmuş ve üreticilerin büyük bir bölümünün yüzünün gülmesini sağlayamadığı gibi insanlık için yıkıcı sonuçlar da üretir hale gelmiştir. Küresel pazar ve üretim aynı zamanda büyük riskler anlamına gelmektedir. Dünya piyasalarında yaşanan dalgalanmalar, etki gücü artan ekonomik krizler, gıda borsalarındaki ters yönlü hareketler vb. özellikle küçük ve orta üreticiyi büyük darbelerle yüz yüze bırakmaktadır.
80’lerden itibaren uygulamaya sokulan neo-liberal politikalarla iç içe geçen ve tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirilen küresel tarım politikaları, büyük şirketler lehine köklü değişimler yaratmıştır. Emperyalist tekellerin IMF, Dünya Bankası (DB), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi emperyalist kurumlar aracılığıyla tüm ülkelere dayattıkları bu politikalar, aynı süreçte Türkiye’de de devreye sokulmuştur. 12 Eylül faşizminin, “24 Ocak kararları” olarak anılan IMF/DB programını ekonomi politikalarının merkezine oturtmasıyla başlayan bu süreç Özal döneminde hız kazanırken, en büyük atılımını AKP iktidarıyla birlikte yapmıştır.
Tarımda yapısal dönüşüm adı altında özelleştirme, serbestleştirme, tarımsal destekleri sınırlandırma ya da gümrük vergileri ve teşvikler eşliğinde büyük şirketlerin çıkarlarını baz alarak belirleme, ihracata yönelik üretimi teşvik ederken pek çok üründe ithalatın önünü açma, bu dönemin tarım politikalarının başlıca unsurları olmuştur. Devlet planlama, tohumluk temin etme ve denetleme rolünü terk etmiş, zirai donatım, ar-ge ve üretim faaliyetlerini asgariye indirmiştir. Keza tarım satış kooperatiflerinin amacından uzaklaştırılarak şirketleştirilmesi, ÇAYKUR, TEKEL, Et-Balık Kurumu, SEK, şeker fabrikaları gibi devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, devletin tohumculukta ıslah ve denetimden uzaklaşması da IMF, DTÖ ve DB tarafından dayatılan programların ürünleri olarak hayata geçirilmiştir.
Bu programların bir diğer unsuru da, taban fiyat uygulamasının ve destek alımlarının kaldırılması, sübvansiyon modeli olarak “doğrudan gelir desteği”ne geçilmesi olmuştur. Desteğin ürün miktarına göre değil arazi alanına ya da ağaç başına verilmesini öngören bu uygulamayla, köylü üretimden uzaklaştırılmış ve üretim miktarındaki yıllık artış oranları düşmeye başlamıştır. 1960-1980 döneminde tarımsal üretim artışı yıllık ortalama yüzde 3’ün üzerinde iken, bu oran 1980-2000 döneminde yüzde 1,2’ye, 2001 yılından sonra uygulanmaya başlayan “Tarım Reformu” programının ardından ise yüzde 1’in altına inmiştir.[4] Birinci ve ikinci sınıf tarım arazileri bakımından fakir olan Türkiye’de, 15 yıllık AKP iktidarı altında tarım arazilerinin %12’si yok olmuş, bunların yeri konut, sanayi ve turizm inşaatlarıyla dolmuştur. Nihayetinde, bir zamanlar “kendi kendini besleyen birkaç ülkeden biri” olmakla övünülen Türkiye, izlenen bu politikalarla, tarımda ithalata bağımlı bir ülke haline getirilmiştir. Tüketiciler denetimsiz, sağlıksız ve pahalı ürünlerle, üreticiler ise piyasa koşullarının her türlü belirsizliği ve riskiyle karşı karşıya bırakılırken, yönlendiricilik ve belirleyicilik tümüyle tekellerin egemenliğine terk edilmiştir.
Emperyalist tekellerin başlıca faaliyet alanlarından biri ve tarımın en temel girdisi olan tohuma ilişkin duruma biraz daha ayrıntılı baktığımızda, bunun kapitalizmin geldiği akıldışı noktanın ibretlik bir yansıması olduğunu görmemek mümkün değildir. DTÖ’nün “Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması”yla tüm devletlere dayattığı düzenlemelerden biri de, tekellerin gasp ettikleri tohum bilgilerini özel mülkiyet ilan etmelerinin güvence altına alınmasıdır. Bu adımla, tohum gibi bir hayat kaynağı üzerinde tekel kurulması meşru ve yasal hale getirilmiş, dünyanın dört bir tarafındaki çiftçilerin yüzlerce yıllık çabalarla geliştirdikleri tohumlar, büyük şirketlerin patentle tekellerine aldıkları metalara dönüştürülmüştür. Türkiye’de 2006 yılında çıkarılan Tohumculuk Kanunu da söz konusu anlaşma gereği yapılmış bir düzenleme olarak hayata geçirilmiştir. Bu kanunla devlet tohum alanından el çekerken, tohum saklama ve paylaşma suç haline getirilmiştir. Bakanlıktan izin almadan tohumluk yetiştirilmesi, işlenmesi, satılması, dağıtılması da aynı şekilde suç kapsamına sokulmuş ve böylece tohum piyasası tümüyle büyük şirketlere teslim edilmiştir. Bu şirketlerin ürettikleri melez tohumlarla çiftçiyi sonsuza dek kendilerine bağımlı kılmaları da meselenin bir başka önemli yönüdür. Zira bu tohumlardan elde edilen ürünlerin verimli tohumlar olarak kullanılması genetik olarak olanaksız kılınmıştır.
Söz konusu tohumların kesimsel bir bakış açısıyla verimlilik artışına odaklanarak geliştirilmesinin ve tüm çiftçilere bunların kullanımının dayatılmasının yol açtığı çok yönlü tahribatlar da bulunmaktadır. Örneğin buğdayda sap kısmı kısaltılıp tane kısmı irileştirilmiş türlerin ekimine yoğunlaşılması hububat şirketlerinin işine gelirken, bunun saman üretiminin düşmesiyle hayvancılığa ve toprağa verdiği zarar tümüyle göz ardı edilmektedir. Keza şirketler çiftçileri sadece tohum değil, o tohumun vaat edildiği kadar verimli olabilmesi için aynı zamanda suni gübresinden böcek öldürücüsüne, ot öldürücüsünden hormonuna kadar pek çok ürünü de zorunlu olarak almaya mahkûm ederken, tüm bunlar insan ve doğa sağlığında geri dönüşsüz yıkımlara neden olmaktadır.
Tekeller tarafından dayatılan melez tohumlar trajik olaylara da yol açmaktadır. Hindistan bunun çarpıcı örneklerinin yaşandığı ülkelerden biridir. 1990’ların başlarında IMF/DB dayatmasıyla devreye sokulan “reform” programlarıyla birlikte pamuğun gıda bitkilerinin yerini almaya başladığı Hindistan’da, yerli tohumlar da giderek büyük şirketlerin melez tohumlarıyla yer değiştirmiş ve devamında ise trajik olaylar birbirini izlemiştir: “Ürün zararlılarına karşı dayanıksız olan yeni melez tohumlar daha fazla pestisit ihtiyacı yaratmıştır. Son derece yoksul olan çiftçiler hem tohum hem de kimyasalları aynı şirketten krediyle satın almak durumunda kalmışlardır. Ürün zararlılarının yoğun istilası veya geniş ölçekli tohum başarısızlığı nedeniyle tüm ürün tarladan silindiğinde, çiftçiler kendilerini borç batağına sürükleyen başlıca neden olan bu pestisitleri içerek intihar etmişlerdir. Warangal bölgesinde, 1997’de yaklaşık olarak 400 çiftçi ürün başarısızlığı nedeniyle intihar etmiştir; 1998’de de onlarca çiftçi intihar etmiştir.”[5]
Daha önce devletin tarım alanında üstlendiği işlevlerin çok büyük ölçüde ortadan kaldırılmasıyla bugün dünya tarımı tümüyle büyük tekellerin egemenliği altına sokulmuştur. Tahıl ve bakliyat stoklarının da, tohum, gübre, ilaç gibi tüm tarımsal girdilerin de musluğu Cargill, Monsanto, Novartis, Aventis, Bayer, Syngenta, DuPont gibi dev şirketlerin elindedir. Küresel ürün stokunun %60’ı küresel şirketler tarafından yapılıyor.[6] Tarım ilacı piyasasının %60’ı, ticari tohum piyasasının %23’ü, genetiği değiştirilmiş tohum piyasasının ise neredeyse tamamı sadece beş tekelin elinde bulunuyor.[7] Hangi ülkede hangi ürünlerin üretileceğine, çiftçilerin hangi tohumları ekeceklerine, hangi ilacı ve gübreyi kullanacaklarına tekeller karar veriyor. Tarımsal destekleri, üretim şartlarını, kredi koşullarını, ihraç ve ithal edilecek ürünleri onlar belirleyip hükümetlere ve çiftçilere dayatıyor. Örneğin Amerikan şirketlerinin ürettikleri yüklü miktarda ürüne pazar yaratmak için, kültüründe soya olmayan onlarca ülkeye soya ithalatını dayatmak, soyayı endüstriyel gıda mamullerinin %80’inde temel bileşen haline getirmek, yerel ürünleri ve yerel kültürleri köklü bir şekilde değiştirmeye girişmek (örneğin Hindistan’a yerel kültürünün bir parçası olan hardal yağı yerine soya yağını dayatmak, Türkiye’ye ayçiçeği ya da zeytinyağı yerine mısırözü yağını dayatmak) bunun tipik bir örneğidir. Keza ürün fiyatları da “serbest” piyasa tarafından değil o piyasanın hâkimi olan gıda ve tarım tekellerince belirlenmektedir. Bu durum, maliyeti zar zor karşılayan üretim koşullarıyla birleştiğinde, milyonlarca çiftçi için yıkımla burun buruna yaşamak anlamına gelmektedir.
Ne var ki bu, kapitalizmin temel işleyiş yasalarının sonucudur; büyük olan büyük kazanırken, küçük olan yok olmaya mahkûmdur. Bu kural sadece Türkiye gibi ülkelerde değil en büyük emperyalist ülkelerde de aynen işlemektedir. ABD’de de aile çiftliklerinin büyük şirketler tarafından yutulması süreci 80’lerden itibaren sıçramalı bir hal almış, 1979-1998 yılları arasında çiftçilerin sayısı 300 bin azalmıştır.[8] Ayakta kalabilenlerin önemli bir bölümü ise sözleşmeli üreticilere dönüşmüştür. Türkiye’de de giderek yaygınlaşmaya başlayan bu model, küçük üreticilerin alım ve fiyat garantisi nedeniyle büyük şirketlere teslim olmasının bir diğer adıdır. Çiftçi halen toprağının sahibi olduğu için proleterleşmiş görünmemekte, ancak gelir düzeyi ve yaşam standartları bakımından çoğu kez ondan daha geri durumda bulunmaktadır. Pazardaki en ufak bir daralma ya da kriz durumunda ise binlercesi iflas bayrağını çekmektedir. Sonuç olarak büyük sermayenin hâkimiyetindeki kapitalist sistemde küçük üretici ekin ekerken borç biçmeye yazgılıdır ve bu sistem, gerçekte bankaların, tekellerin ve piyasanın esiri olan küçük çiftçilerin özel mülkiyetle özdeşleşmiş özgürlük yanılsamalarını paramparça ederek ilerlemektedir.
Devletin tarım politikaları da hem küçük üreticiyi hem tüketiciyi vurmaktadır. Girdi maliyetlerini düşürecek adımlar atmak yerine sözde yerli üretimi teşvik adına gümrük duvarlarını yükseltmek, tüketicinin tarım ürünlerine çok yüksek fiyatlarla ulaşmasına neden olmaktadır. Bugün Türkiye’de birkaçı haricinde tüm ithal tarım ürünleri %40 ile %180 arasında değişen oranlardaki gümrük vergilerine tâbidir ve bu durum devletin yerli üreticiyi koruma bahanesiyle tüketiciyi soyması anlamına gelmektedir.
Onlar aşımıza, ekmeğimize göz koyanlardır!
Emekçilerin ve doğanın dizginsiz sömürüsüyle varlığını sürdüren kapitalizm, “arıyı polen, yabani bitkiyi güneş ışınlarını çalmak”la[9] suçlayıp, bunları bile kendisi gasp etmek isteyen bir yağmacılar soyunun egemenliğidir. Gıda ürünlerini bile finansal spekülasyon konusu haline getirip bunun üzerinden devasa vurgunlar gerçekleştirirken yüz milyonlarca insanı açlığa mahkûm eden bir asalaklar sürüsünün iktidarıdır.
Tekellerin ve büyük şirketlerin egemenliğinin her geçen gün daha da arttığı ve kâr güdüsünün azami düzeye çıktığı kapitalist tarım sadece küçük çiftçiler için değil, tüm insanlık için hayati bir tehdit kaynağıdır: Suni gübre ve ilaçlarla zehirlenmiş ortamlarda yetiştirilen sağlıksız, besin değeri düşük, zararlı gıdalar; kültürel çeşitliliğin ortadan kaldırılarak sınırlı sayıda tarımsal ürüne mahkûm bir beslenme rejiminin dayatılması; iklimsel ve doğal olayları dikkate almaksızın gerçekleştirilen üretimin kıtlığa davetiye çıkarması; kapitalizmin akıldışılığının çarpıcı bir göstergesi olarak aşırı üretimin doğurduğu yıkımlar; tüm bunların sonucunda tüketici açısından aşırı artan ya da üretici açısından aşırı düşen fiyatların yarattığı sefalet durumu vb.
Tüm bunlar, toplumsal çıkarlara odaklı bir planlamayı, denetimi ve desteği gerektiren yaşamsal bir faaliyet olan tarımın kâr güdüsüne ve piyasa kurallarına terk edilmesinin ürünüdürler. Bu durum, emek gücünü ve toprağı yıkıma uğratırken, insanlığın gıda güvenliğini de ölümcül bir tehdit altına sokmaktadır. Küçük-burjuva solda pek yaygın olan ve iki yüz yıldır gevelenmesine rağmen her kuşağın yeni bir fikirmişçesine şevkle sarıldığı “küçük çiftçi tarımı” türünden pastoral fanteziler, aslında sorunun gerçek çözümünü geciktirerek ölümcül tehdidin devamına hizmet etmektedir. Oysa bu ölümcül tehdidi bertaraf etmenin tek yolu kapitalizmi yıkmaktan ve iktidarı kendi ellerine alan emekçilerin tüm üretimi toplumsal çıkarlar doğrultusunda planlayarak gerçekleştirmelerinden geçiyor.
[1] Toprakta özel mülkiyetin olmadığı Asyatik bir toplum yapısının hâkim olduğu Osmanlı’dan bugünlere gelen Türkiye’de, küçük aile işletmelerinin geçimlik üretimine dayanan tarımsal faaliyet onyıllar boyunca yaygın bir form oluşturmuştur. Kapitalizmin tarıma girmesiyle birlikte pazar için üretim baskın hale gelse de, tarımda sermaye yapısının zayıflığı ve tarım arazilerinin, miras nedeniyle parçalanarak üzerinde kârlı işletmeler kurulamayacak kadar küçük ve dağınık birimlere ayrılmış olması, verimliliği düşürüp maliyeti arttıran faktörlerin başında gelmektedir.
[2] Söz konusu dönemde Kürt bölgelerindeki ağır baskı koşulları nedeniyle (köylerin boşaltılması, meralara ve yaylalara çıkış yasağı konması, ulaşımın ve nakliyenin engellenmesi, köylünün kendi tüketimi için ayırdığı kışlık ürününün bile “teröristleri beslemek” suçlaması eşliğinde imha edilmesi vb.) köyden kente yoğun bir göç yaşanması, tarımsal üretimde de çok büyük yıkımlara yol açmıştır. Ekilebilir toprakların boş kalması nedeniyle bitkisel üretim düşerken, aynı olgu hayvancılıkta çok daha yıkıcı sonuçlara yol açmıştır. Gerek hayvancılıkla ilgilenen köylünün göçe zorlanması nedeniyle bu işle iştigal edenlerin sayısının azalması, gerekse de yayla ve meralara çıkış yasağı konması nedeniyle hayvancılığın fiilen yapılamaz hale gelmesi, bugün hayvancılığın karşı karşıya kaldığı hazin durumun temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır.
[3] Türkiye’de de aynı doğrultuda bir değişim yaşanmış ve tarımın toplam istihdamdaki payı 1990’da %47 iken, bugün %18’e inmiştir.
[4] Taylan Kıymaz, Ahmet Şahinöz, Dünya ve Türkiye - Gıda Güvencesi Durumu, https://www.ejmanager.com/mnstemps/94/94-1390778980.pdf?t=1538251304
[5] Vandana Shiva, Çalınmış Hasat, bgst Yay., s.18
[6] Abdullah Aysu, Gıda Krizi, Metis Yay., s.47 ve 61
[8] Abdullah Aysu, age, s.56
[9] “1992’de Cargill’in Hindistan’a girişi sırasında yaşanan tartışmalarda bu şirketin bir yöneticisi «Hindistan çiftçilerine arıların poleni gasp etmesini önleyen akıllı teknolojiler getiriyoruz» demişti. Birleşmiş Milletlerin Biyogüvenlik Müzakereleri sırasında Monsanto, «zararlı bitkilerin güneş ışığını çaldığını» iddia eden bir literatürü dolaşıma sokmuştu. Polenlemeyi «arıların hırsızlığı» olarak gören, çeşitli bitkilerin güneş ışığını «çaldığını» iddia eden bir dünya görüşü doğanın hasadını çalmayı amaçlar.” (Vandana Shiva, age)
link: İlkay Meriç, Kapitalist Tarım Emekçiler İçin Yıkım Demektir, 4 Ekim 2018, https://marksist.net/node/6503
Bir, İki, Üç, Dört, Beş...
Şarbon ve Ötesi…