Hrant Dink’in katledilmesinin ardından burjuva medyanın önemli bir bölümü bu kalleş suikastı lanetleyen bir görüntü sundu. En gerici burjuva kesimler bile bu genel atmosferin basıncıyla seslerini kesip, Dink’in arkasından timsah gözyaşlarını esirgemediler. Başlangıçta faşist MHP ve BBP gibi partiler bile, bu cinayetle aralarına bir çizgi çekmeye ve kendilerini cinayeti işleyenlerden ayrı tutmaya, onlarla bir ilişkileri yokmuş gibi göstermeye çabaladılar. Ne var ki, Hrant Dink’in cenaze töreninin içeriği ve kitleselliği, pek çok burjuva kesimin tahammül sınırlarını zorlayacak cinstendi. Cenazenin ardından statükocu, gerici ve faşist çevrelerin karşı saldırıya geçmesiyle atmosfer bir anda değişiverdi.
Hrant Dink’in cenaze töreni, 12 Eylül’den bu yana yapılan en büyük, en kitlesel protesto gösterilerinden biriydi ve kuşkusuz bir o kadar da anlamlıydı. Yüz binlerce insan, bu faşist cinayeti protesto etmek, şovenizme karşı tepkisini dile getirmek ve bu topraklarda yaşayan kardeş halklarla dayanışma içerisinde olduğunu ifade etmek üzere İstanbul’un caddelerini saatler süren ve kilometrelerce uzayan bir yürüyüşle işgal ettiler. Yüz yıldan fazla bir süre boyunca horlanmakla, aşağılanmakla kalmayıp yerinden yurdundan sürülen, malına ve canına kastedilen ve dahası soykırıma tâbi tutularak küçücük ve içine kapalı bir azınlık haline getirilen bir halkın en değerli evlatlarından biri olan Hrant Dink, yaşamını adadığı “halkların barış içinde kardeşçe ve eşit bir temelde bir arada yaşaması” davasının yüceliğine yakışan kalabalıklarla sonsuzluğa uğurlandı.
Bu sessiz protestonun çığlığı haline gelen ve Ermenilerin olduğu kadar Kürt halkının ve sınıf bilinçli işçilerin de yüreklerinde hissettiği “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganı ve pankartı, komünistlerin özlem duyduğu ve baş savunucusu oldukları bir kardeşleşmenin de en güzel anlatımlarından biriydi. İşçi sınıfının bilinçli temsilcileri olarak komünistler, onun kurtuluş mücadelesinin yerel ve ulusal bir sorun olmayıp evrensel bir sorun olduğunu, işçilerin vatanının ancak bütün dünya olabileceğini ve bu nedenle işçi sınıfının milliyetçiliğin hiçbir türüyle ilişkisi olmayan bir enternasyonalist çizgi izlemesini gerektiğini savunurlar. Böylesi bir enternasyonalist çizginin baş düşmanlarından biri hiç kuşkusuz ki, ezen ulus milliyetçiliği ve şovenizmdir. Bu yüzden “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı, yalnızca Ermenilerin “yeter artık” isyanını ya da onunla benzer bir kaderi paylaşan ezilen Kürt halkının “acınızı paylaşıyoruz” dayanışmasını değil, aynı zamanda tüm ezilen ulusları da kardeşçe sahiplenmesi ve onların haklarının koruyucusu olması gereken işçi sınıfının enternasyonalist dayanışmasını da temsil eder. Ve bu bakımlardan şovenizme indirilmiş bir tokattır. Ancak bu durumu çok dikkatli değerlendirmek zorundayız. Bugün işçi hareketinin güçlü, örgütlü ve süreklilik arz eden bir yükseliş konumunda olmaması ve hepsinden de önce sınıfın devrimci-komünist bir önderlikten yoksun oluşu, bu tip yükselişlerin münferit kalmasına yol açıyor. Bu kez de durum bu tablonun dışında değildir.
Cenaze töreninden sonra burjuva gericiliğin yeniden saldırıya geçmesinin ve şovenizmin daha da körüklenmesinin nedeni hiç kuşku yok ki, statükocusuyla, demokrat geçineniyle, faşistiyle tüm burjuva kesimlerin, oluşan anti-şovenist tepkiyi bir tehdit olarak algılamalarıdır. Bu nedenledir ki, cenaze töreninin ardından faşistlerin ulumaya başlamasıyla birlikte, burjuva medyanın bazı kesimlerinde şovenist milliyetçi zihniyete karşı yükseltilen eleştiriler, yerini en iyi durumda küçük-burjuva aydınlara has bir kararsızlığa, gerilemeye ve kötümserliğe bıraktı. En iyi durumda diyoruz, çünkü yaygın olan durum, gerici-faşist ulumalar karşısında milliyetçiliğe yöneltilen eleştirilerin geri çekilmesi ve birkaç istisnasıyla tüm burjuva ideologların, patlayan milliyetçilik tartışması içerisinde, kendilerini şu veya bu şekilde milliyetçilikle tarif etmeleridir. Sağıyla soluyla, demokratıyla muhafazakârıyla, devrimcisiyle faşistiyle, bu topraklarda yaşayan herkesin zaten milliyetçi olduğu ve olması da gerektiği konusunda tüm burjuva ideologlar ve onların işçi hareketi içerisindeki uzantıları hem fikir durumdadırlar. Onlara kalırsa, tüm siyasi akımların tercihi, iyi milliyetçilik ile kötü milliyetçilik, pozitif milliyetçilik ile negatif milliyetçilik, demokrat milliyetçilik ile faşist milliyetçilik, hukuki milliyetçilik ile ırkçı milliyetçilik vb. arasında yapılmak durumundadır; ezen ulus milliyetçiliğinin tüm görünümlerine karşı cephe almak zinhar suçtur, utanç vesilesidir!
Emperyalist paylaşım kavgası ve milliyetçilik
Milliyetçiliğin uzun bir süredir yükselişte olduğu tespiti genel kabul görüyor. Gerçekten de bu yükseliş ne yazık ki bir yanılsamayı değil hakikati yansıtıyor. Ne var ki milliyetçiliğin yükseldiğini sevinçle dile getirenlerin tüm iddialarının aksine, bu, kendiliğinden bir yükseliş değil, son derece planlı ve örgütlü bir şekilde yürütülen bir sürecin ürünü olan bir yükseliştir. Milliyetçilik söz konusu olduğunda işin doğası gereği kendiliğinden bir yükselişten zaten bahsedilemez. Çünkü milliyetçi ideolojinin temel direklerinden olan “ulusal çıkarlar” söylemi bir aldatmacadan, bir kurgudan öte bir anlam taşımaz. Sınıflara bölünmüş bir toplumu oluşturan tüm bireylerin gerçek ve nesnel çıkarlarının aynı olduğu ya da olabileceği düşüncesi büyük bir yalandan ibarettir. Hayali bir çıkar ortaklığını ve hayali bir kader birliğini vazeden milliyetçi ideoloji, o toplumun mülk sahibi sınıflarının çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak sunan bir kurgudur. Bu nedenle milliyetçi ideolojinin en geniş anlamıyla halk kitleleri arasında kendiliğinden doğması ve yükselişe geçmesi tarihin hiçbir döneminde mümkün olmamıştır ve olamaz da. Bugün Türkiye’de yaşanan milliyetçi yükseliş de bu genel tarihsel kuralın bir istisnası değildir. Demek ki, milliyetçi ideolojinin belli bir yaygınlığa kavuşması için, bu ideolojiyi her türlü araçla pompalayacak güçlü ve etkin siyasal odaklara ihtiyaç vardır. İçinden geçtiğimiz dönemde milliyetçi yükselişin arkasındaki pompalayıcı güç çırılçıplak ortadadır: başta asker-sivil bürokrasi olmak üzere burjuvazinin statükocu kesimi.
Statükocu burjuvazi, AB yanlısı burjuvaziyle giriştiği hegemonya kavgasında, politik cephaneliğinin değişmez unsuru olarak milliyetçiliği öne çıkarıyor. Girilen AB süreci içerisinde güç ve otoritesinin sarsılması riskinin karşısına ulusal egemenliğin kaybolacağı söylemiyle çıkan statükocu burjuva kesimler, AB üyelik koşullarını Batı’nın Türk milletine dayatmaları olarak yutturmaya çalışarak, bu dayatmalara karşı ulusal onur propagandasıyla milliyetçiliği körükledikçe körüklüyorlar. AB süreciyle birlikte kimi burjuva demokratik açılımların gündeme gelmesi bu despotik karakterli burjuva kesimleri ürküttüğü gibi, en başta Kürt sorunu olmak üzere, Kıbrıs sorunu ve Ermeni sorunu gibi hususların giderek uluslararası siyasetin sorunları haline gelmesi de onlar için büyük bir ürküntü kaynağıdır.
Diğer taraftan, ABD emperyalizminin dünya çapında hegemonyasını korumak, geliştirmek ve pekiştirmek üzere giriştiği emperyalist saldırganlığın şu anki adresinin Ortadoğu coğrafyası olması da statükocu burjuvaziyi ciddi bir biçimde kaygılandırıyor. Bölgede yürüyen emperyalist paylaşım kavgasında paylaşanların safında yer alamayan TC devletinin bu geleneksel efendileri, paylaşanların arasına giremedikleri ölçüde paylaşılan konumuna düşecekleri korkusuyla giderek daha da saldırgan ve daha da paranoyak bir tutum sergiliyorlar. AB sürecinin gerektirdiği koşulların ve ABD emperyalizminin Irak’ta Kürtlerle işbirliği yapmasının Türkiye’yi bölünmeye doğru götürdüğü düşüncesini propaganda eden statükocu burjuvazi, Kürt düşmanlığıyla besleyip körüklediği şoven milliyetçiliğe bu dolayımla anti-Amerikancılığı ve AB karşıtlığını da dahil ederek kendisini anti-emperyalist kılıklara büründürüyor. Ve hatta özelleştirmelere bile belli ölçüde karşı çıkarak, bu şoven milliyetçiliğe sosyal bir boyut da eklemeye ve böylelikle emekçi kitleleri daha kolay kandırıp yanına çekmeye çabalıyor. Hemen belirtelim ki, bu anti-emperyalist söylemin gerçek bir emperyalizm karşıtlığıyla uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmadığı gibi, bizzat bu söylemi kullananlar bugün Türkiye’nin kendi komşularına karşı en saldırgan politikaları izlemesi gerektiğini savunanlardır aynı zamanda. Onlar, emperyalizme karşı oldukları için değil, büyük emperyalist ağabeyleri ile istedikleri türden bir ilişki kuramadıkları için böyle bir söyleme sarılıyorlar. İçeride işçi sınıfına karşı en azgın saldırıları, dışarıda ise dünya halklarına karşı en kıyıcı savaşları planlarken Hitler’in kapitalizme ve emperyalizme karşı bir söylem tutturması ile statükocu burjuvazinin bu sözde anti-emperyalizmi gerçekte aynı içerik ve kategoridedir.
AB sürecinde yaşanan aksamaları, AKP hükümetinin emekçilere ve Kürtlere vaat ettiği refah, adalet, kalkınma ve barışın bir aldatmacadan ibaret olduğunun giderek daha fazla ortaya çıkmasını, ABD emperyalizminin Irak’ı tam bir cehenneme çevirmesinin yarattığı derin hoşnutsuzluğu, kendi şoven milliyetçi söylem ve çizgisinin doğrulanması olarak göstermeye çalışan statükocu kesimler, bu olgulara dayanarak milliyetçiliği daha da körüklemeye çabalıyorlar. Ana çizgileriyle TÜSİAD’ın çıkarlarının temsilcisi olarak iş gören AKP hükümeti kan kaybettikçe, tam da TÜSİAD burjuvazisiyle giriştiği hegemonya kavgasını AKP hükümeti üzerinden yürüten statükocu kesimler güç kazanıyorlar. AB sürecindeki aksaklıkları kısa vadede gideremeyeceğinin, bugünün ekonomik koşullarında TÜSİAD’la arayı açmadan emekçilerin desteğini kazanacak birtakım reformlar yapamayacağının ve ABD’nin Ortadoğu politikalarını da değiştiremeyeceğinin bilincindeki AKP hükümeti de rotayı milliyetçiliğe doğru kıralı epey zaman oluyor. Bizzat AKP hükümetinin politik çizgisine karşıt olan burjuva güçler tarafından körükleniyor da olsa, AKP de yaklaşan seçimlerde bu milliyetçi dalgadan pay almak ya da en azından onun kendi oylarını aşındırıcı etkilerini zayıflatmak istiyor. Bu ise en başta Kürt sorununda olmak üzere, biçimsel ve makyaj kabilinden bile olsa tasarlanan tüm demokratik açılımların gündemden düşmesi anlamına geliyor.
Burjuvazi milliyetçilikten vazgeçemez
AB taraftarlığının şampiyonluğunu yapan AKP’nin, liberal-demokrat burjuva ideologlarının ve TÜSİAD’ın son tartışmalar içerisinde milliyetçilikle aralarına net bir çizgi çekemeyip onun daha ılımlı biçimlerine vurgu yapmaları, bir kez daha göstermektedir ki, burjuvazinin hiçbir kesimi milliyetçi ideolojiyi kaldırıp bir tarafa atamaz. Tarihsel olarak milliyetçiliğin fikir babalığını yapan burjuvaziden de zaten böyle bir girişim beklenemez. Bu gerçek her kritik siyasal olayda kanıtlanmaktadır. Daha geçen yıl Newroz sonrasında gerçekleşen katliamı ve liberal-demokrat burjuva ideologların bile yaşananları nasıl çarpıtarak yorumladıklarını, milliyetçi önyargılarını nasıl dışa vurduklarını unutmayalım.
Keza son dönemde patlak veren milliyetçilik tartışması da aynı gerçeğe yeni kanıtlar sunmaktadır. Sol bir geçmişe sahip ya da bugün kendisini reformist sola yakın hisseden birkaç köşe yazarını bir tarafa bırakacak olursak, burjuvazinin temsilcileri milliyetçilikten vazgeçmeye niyetleri olmadığını açık seçik ortaya koyuyorlar. Liberallerin önde gelenlerinden İsmet Berkan, faşistlere, “Elbette hepimiz Türk’üz. … Anayasamızdaki tanımıyla «Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk». Bu konuda şüpheye düşmek ne demek, ben sahiden anlamıyorum” (Radikal, 30/01/2007) sözleriyle cevap verirken, meselenin tam da, farklı etnik kökenlere, farklı anadillere ve hatta farklı dinlere sahip “yurttaşlar”ın hepsini birden egemen etnik kimliği ifade eden Türklük kavramıyla tanımlama dayatmasında yattığını anlamazlıktan geliyor. Daha da önemlisi, en temel burjuva demokratik haklardan biri olan, egemen ve ezen bir ulusun tahakkümü altında yaşayan ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı böylece yok sayılmış oluyor. Ulusal soruna liberallerin çözümü ancak bu kadar oluyor; Türklük kavramını etnik bir kimlik olarak değil hukuki bir durum olarak tanımlayalım, böylelikle de hepimiz Türk olalım!
Hükümete yakınlığıyla bilinen ve İslamcı liberal geçinen Yeni Şafak yazarlarından Yasin Doğan da pozitif bir milliyetçilik çizgisinin tanımlanması ve hâkim kılınmasına vurgu yaptıktan sonra, “Bediüzzaman’a göre müsbet milliyetçilik kabul edilebilir, çünkü milletine sahip çıkmak, milletiyle övünmek ve ona yararlı olmaya çalışmak bir erdem olarak düşünülebilir” (9/2/2007) diyerek en kaba, en yaygın ve yutturulması en kolay burjuva çarpıtmalardan birine başvuruyor. Gerçekte sağcısıyla “solcu”suyla tüm burjuva ideologlar milliyetçiliği hangi sıfatla savunuyor olurlarsa olsunlar bu çarpıtmaya dört elle sarılırlar. Bu yüzdendir ki, Nurculuğun liderine atıfta bulunan bir yazarla, laiklik şampiyonu geçinen Deniz Baykal bu tanımda kelimesi kelimesine hem fikir oluverirler. Şöyle diyor Baykal, “Milliyetçilik duygusunun varlığından kimse korkmasın; milliyetçiliği de kimse suçlama konusu yapmasın. Elbette milliyetçi olacağız; elbette milletimizi seveceğiz … Milletin kimliğinden onur duyacağız … Herkes var bunun içinde, hepimiz var, bu topraklarda yaşayıp bu ülkeyi seven herkes bu milliyetçilik tarifinin içinde.” Öyle ya, insan olma sıfatını hak eden hiç kimse, içinde yaşadığı toplumun kötülüğünü istemeyeceğine göre herkes milliyetçidir!
Siyasal-ideolojik bir kavram olan milliyetçiliği, insanın içinde yaşadığı topluluğa sahip çıkması, kendisini o topluluğun bir parçası olarak hissetmesi ve ona yararlı olmaya çalışması gibi insani-etik bir duyguyla tanımlamak, milliyetçiliği popüler ve kolay kabul edilebilir bir politik kimlik haline getirme amacını güden kaba bir çarpıtmadır. Söz konusu duygular, insanı milliyetçi yapan değil, insanı insan yapan duygulardır. İnsanın sosyal bir varlık olması o denli baskın bir ağırlığa sahiptir ki, kapitalist toplumun tüm bencil ve atomize edici basıncı ve baskısına rağmen, etik düzeyde övülen ve bir erdem olarak görülen şeylerin tümünün kökeninde, dayanışma, yardımlaşma, işbirliği, fedâkarlık gibi bencilliği dışlayan davranışlar yatar.
Burjuvaların tüm çarpıtmalarının kaynağında, geçmişte yarattığı ve emekçi halklara yaşattığı tüm acıların kötü anılarını yok ederek milliyetçiliği sempatikleştirme, onu, militarizmden, şovenizmden ve ırkçılıktan muaf tutma, böylelikle de herkes tarafından kabul edilebilir bir zehir haline getirme çabası yatar. Oysaki baştan aşağıya burjuva ideolojisinin temel argümanları üzerine oturan milliyetçiliği, bu unsurlardan arındırmak mümkün değildir. Ezen ulusun en ılımlı görünen milliyetçiliği ile faşist milliyetçilik arasında sanıldığından çok daha kısa bir mesafe vardır. Bu ehlileştirme çabalarının ikiyüzlülüğünü göstermek için Radikal yazarlarından Hasan Celal Güzel’i okumak oldukça zihin açıcıdır: “Türkiye’de kullandığımız «milliyetçilik» kavramı ile Avrupa’daki «nasyonalizm» kavramı birbirinden tamamen farklıdır. Bizim anladığımız mânâda milliyetçilik, aslâ «ırkçılık» değil, sadece aidiyet duygusunun gerektirdiği bir «vatanseverlik»tir.” (6/2/2007)
Irkçı ve etnik bir milliyetçiliğe sahip olmadıklarını söyleyenler, hiçbir zaman ezen-egemen ulusun kimliğine vurgu yapmaktan geri durmamışlardır: “Türk Milleti’nin «mukaddesatı» denilince iki grup kavram akla gelir: Birincisi, vatan, millet, bayrak sevgisi gibi «millî değerler»dir. İkincisi ise, din, Allah, Peygamber, ezan sevgisi gibi «manevî değerler»dir. Bu memlekette siyaset yapanların bu değerlere saygılı olması ön şarttır.” (H. C. Güzel, Radikal, 1/2/2007) Bu nedenledir ki, Türk-İslam sentezini kabul etmeyenlerin bu ülkede siyaset yapmaları hoş karşılanmayacağı gibi, “mukaddesatı” gereği bu senteze dahil olamayanlar sessizce boyun eğmek ya da ülkeyi terk etmek zorundadırlar. İşte ırkçılıkla ilişkisi olmayan pek demokrat Türk milliyetçiliği!
Dine, dile, soya, kültüre vb. dayanarak bir millet tanımı yapıp, milliyetçiliği de diğerlerini değil de “bu” milleti övmek, yüceltmek, her şeyden üstün tutmak olarak tanımlayanlar, tüm inkâr çabalarına rağmen tastamam ırkçılık yapmaktadırlar. Çünkü ırkçılık, burjuva hukukunda bile, “ırk, renk, dil, din, milliyet veya milli ya da etnik kökeni esas alarak, bir kişi veya bir grup kişinin aşağılanması ya da tam tersi, bir kişi veya bir grup kişinin üstünlüğü düşüncesi” olarak tanımlanıyor. Buna rağmen bu çırılçıplak gerçeği örtbas etmek için, Türk milliyetçiliğinin ırkçılıkla ve milliyetçiliğin Batı dillerindeki kelime karşılığı olan “nasyonalizm”le ilişkisi olmadığı yalanını söyleyip dururlar.
Altı yaşındaki çocuklardan on sekiz yaşındaki gençlere kadar milyonlarca insanı, “damarlarındaki asil kanı” idrak ederek bireysel varlığını “Türk varlığına” armağan etmesi üzerine yemin ettirdikten sonra sınıflara sokan, ardından da on iki yıl boyunca bu gencecik insanların beyinlerine şoven önyargıları empoze eden bir eğitim sistemini yıllardır sürdürürsünüz. Türlü kırımlardan ve yağmalardan geçirildikten sonra yerinden yurdundan sürülen ve bugün bir avuç kalmış gayrimüslim azınlıkları hukuki düzeyde “yabancı vatandaşlar” fiilen ise “gizli iç düşmanlar” olarak kategorize eder, Kürtleri ise generallerin ağzından “sözde vatandaşlar” olarak damgalarsınız. Çocuklarımıza “Türk dilinden alınmış” isimler dışında isim koymamızı, “yabancı ırk ve millet isimleri soyadı olarak kullanılamaz” diyen kanuna dayanarak yasaklarsınız. Hukukunuzda “anadil” kavramına bile yer yoktur, resmi dil vardır ve bir de birkaç yıl öncesine kadar “kanunen yasaklanmış diller”. “Türkçe olmayan” köy adlarının hepsini değiştirirsiniz. Vatandaşlık Kanununuzda “Türk soyu” terimini kullanırsınız. Anayasanızda ve ceza yasalarında “Türklük” kavramını kullanırsınız. Tüm insanlığın Orta Asya’daki Türk boylarından türediği ve tüm dillerin kökeninde Türkçenin yattığı gibi bir saçmalığı profesörlere sipariş verip Güneş-Dil Teorisi haline getirirsiniz ve yıllar boyunca bu safsatayı üniversitelerde bile okutursunuz. Komşularınızın bir tekiyle bile dostane ilişkiler kuramazsınız, hepsini düşman olarak addedersiniz ve seksen yıl boyunca tarih dersi diye ordu-millet safsatasını genç kuşakların beynine kazımaya çabalarsınız. Ruslar, Yunanlılar tarihi düşmanlarınızdır, Ermeniler ve Araplar sizi arkadan bıçaklamışlardır, Irak’taki Türkmenler “soy”daşınızdır ama “aynı milletin fertleri” olarak “etle tırnak” olduğunuz Türkiyeli Kürtlerin Irak’taki akrabaları soydaş olmak şöyle dursun düşmanınızdır. Ve tüm bunların ırkçılıkla, şovenizmle, etnik milliyetçilikle hiçbir ilişkisi yoktur, çünkü sizin milliyetçiliğiniz pozitiftir!
Milliyetçilik (ulusalcılık) bir duygu, bir aidiyet hissi vs. değil, bir burjuva ideolojisidir. Marksizm, milliyetçiliğin hiçbir türüyle bağdaşmaz. Hele ki Türkiye’deki gibi egemen ve ezen bir ulusun milliyetçiliğine, yurtseverlik, vatanseverlik, ulusalcılık vb. kisvelerle verilebilecek en küçük bir tavizin bile, gerici burjuvazinin ekmeğine yağ sürmek olacağı asla unutulmamalıdır. Türk milliyetçiliğini emperyalizm karşısında ezilen ulus milliyetçiliğiymiş gibi göstermeye çalışan faşistinden sosyal-şovenistine kadar tüm sahtekârlara karşı amansız mücadele! Devrimci işçi sınıfı şu ya da bu biçimiyle milliyetçi değil, enternasyonalisttir ve enternasyonalizmin bayrağını zafere taşımak onun tarihsel görevidir.
link: Oktay Baran, Statükocuların Saçtığı Milliyetçilik Zehri, Mart 2007, https://marksist.net/node/1423
Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi
“Yoksa bizi beğenmiyor musunuz?”