Uzunca bir süre yayında olduğu halde Gaffur tiplemesinin dâhil olmasıyla ünlenen ve burjuva medyada da gündeme oturan Avrupa Yakası dizisindeki tiplemeler ve aralarındaki ilişki, aslında kulaklarımızın aşina olduğu bazı tartışmaların tekrardan alevlenmesine sebep oldu. Gaffur halk tarafından bir anda ve öylesine benimsendi ki, adına futbol takımları kuruldu, internette onlarca fan kulübü oluşturuldu, Kamu-Sen ve Yapı Yol-Sen’li işçiler eylemlerini Gaffur pijamalarıyla yaptılar, televizyon kanallarının ana haber bültenlerinde yer almaya başladı, “Sümerbank” pijaması yok satacak denli kapışıldı, birçok eğlence mekânında parodileri ve taklitleri yapılmaya başlandı. Kısacası, kimilerince “ezilenlerin sembolü” olarak gösterilen Gaffur toplumsal bir fenomen haline geldi.
Bir kısım medya –ki “İslamcı” sıfatıyla anılıyorlar– aniden Gaffur’un Allah’ın isimlerinden biri olduğunu ve kasıtlı olarak böylesi “aşağılık ve rezil tiplere” verildiğini, bunun “dine savaş açmak” anlamına geldiğini, “şeytanlık ve din düşmanlığı” olduğunu keşfetti! Diğer bir kısım medya da –ki bunlar da kendinden menkul bir “radikal”liğe sahiptirler– “Gaffur tiplemesinin görgüsüzlüğün yayılmasına hizmet ettiği”ni, “Gaffur’un pijamayla dolaşmasının görgüsüzlük olduğu”nu, “bir arada mutlu olmanın, olmazsa olmaz şartlarından birinin, bunu böyle düşünsek de düşünmesek de, hemen hepimiz için görgü” olduğunu buyurdular. Burjuva medyanın geri kalanında ise, “ezilenlerin sesi” olarak beliren Gaffur’un ezilenlere kendilerine ait bir sesleri ve kimlikleri olduğunu hatırlatması tehlikesini bertaraf etme telaşesi görülüyor. Ancak Gaffur tiplemesinden de, onun yarattığı etkiden de en çok rahatsız olan kesim hiç kuşkusuz Beyaz Türkler oldu. Zaten medyadaki “rahatsızlık” ifadesi seslerin sahipleri de bu Beyaz Türklerin bir parçası yahut kalemşorudurlar. Velhasıl kelam, İslamcıların “din düşmanlığı” tezini bir yana bırakırsak, geriye kalan Gaffur karşıtlığı esasen Beyaz Türklerin uzunca bir süredir devam eden hazım sorununun bir tezahürü, ezilenlerden duyduğu ölesiye korkunun bir dışa vurumudur.
“Kısa bacaklı, uzun kollu ve kıllı” Zenci Türkler, Beyaz Türklere karşı!
Hatırlanacak olursa, Beyaz Türklerin bu rahatsızlığının yakın zamanlardaki bir örneği, 2005 yılının Temmuz ayında “umuma açılan” Caddebostan plajına halkın akın etmesi ve “don-gömlek” denize girerek buranın yerlisi vatandaşı huzursuz etmesiyle birlikte yaşanmıştı. Bu rahatsızlık o boyuttaydı ki, artık dayanamayarak içindeki sınıf kinini kusan bir Beyaz Türk durumu aynen şöyle ifade ediyordu:
Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. (…) kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatı[yorlar], geviş getirip geğiri[yorlar]. (…) Ümraniye plaja indi. Tesettür anaları kumsalda mangal yeller, babaları don paça yatarken, irili ufaklı danaları da pamukludan dalgıç tulumlarıyla suda cıp cıp yapıyorlardı. (Mine Kırıkkanat, Radikal, 27 Temmuz 2005)
Peki, kimdi bu Beyaz Türkler ve neydi onları bu denli rahatsız eden? Meselenin aslını anlamak için biraz daha gerilere gitmek ve eski bir yaraya parmak basmak gerekiyor. Beyaz Türk kavramı 90’lı yıllardan bu yana kimileri tarafından “kendini Türkiye’nin ilericileri olarak gören, devletin resmi ideolojisi olan Kemalizmi savunan, çoğu kolejlerde ve hatta sonra yurt dışında eğitim görmüş olan, 1980 sonrası ortamda büyüyüp köşe dönme kültürünü özümsemiş, iyi mesleklere, Batılı yaşam standartlarına kavuşmuş, genç ve orta yaş kuşaktan insanlar”ı tanımlamak için kullanılıyor. Bu tanımlamada belirleyici olan, Beyaz Türklüğün seçkinci-elitist yaklaşımıdır.
Bu seçkinci yaklaşımın kökü Osmanlı’nın İttihatçı paşalarına kadar uzanır. Osmanlı döneminde “devleti kurtarma” refleksiyle öne çıkan ve kendilerini “devletin sahibi” olarak gören asker-sivil bürokrasi zümresi, daha sonra TC’yi kurarak 1920’li ve 30’lu yıllarda giriştikleri “tepeden devrim”lerle toplumu modernleştirmeye soyunmuşlardı. Devletin bekası için modernleşme yahut Batılılaşma, yani kapitalistleşme öngörülüyordu. Sanayileşme devlet eliyle gerçekleştirilmeye çalışılırken, asıl “devrim”ler yoksul ve köylü halka Batılı gömleği giydirilmeye çalışılmasıyla hayata geçiriliyordu. Bu zümre yeni bir toplum yaratma işini halkın kendiliğinden beceremeyeceğini, çünkü gereken vasıflara ve niteliğe sahip olamayacak denli cahil, geri ve kültürsüz olduğunu düşünüyordu. Ancak kendileri gibi “seçkin”lerden oluşan kadrolar bu işin üstesinden gelebilirlerdi. Ve o, iyi bildiğimiz “devrim”ler halkın tepesine tepesine indirilerek bu iş başarıyla tamamlandı! Fes çıkartılıp şapka giyildi, şalvar yerine pantolon, kara çarşaf yerine tayyör geçti. Böylece bir gecede “geri” bir tebaadan “modern” bir vatandaş yaratılmış olundu! Kemalist seçkinlere göre iş başarılmıştı ama halkta nedense bir tuhaflık vardı, “cahil” halk Batılılaşmak istemiyordu. Modernleşmeye karşı direnen “kadir bilmez” ve “cahil” halk, tek parti diktatörlüğü sonrasında gidip çarıklıya oy verdi ve onları başa getirdi. Beyaz Türklerin halktan korkusu da böylece gerçekleşmiş oldu. O günden beri Beyaz Türkler her daim “bilinçli ve planlı bir tasfiye hareketi ile karşı karşıya oldukları”nı söyler dururlar. İşin aslı, bu “seçkin”ler tayfasının halk korkusunun ardında Osmanlı’nın devletlû sınıfının sahip olduğu reflekslerin de önemli bir payı vardır.
Kemalist “seçkin”lerin halk korkusu o derece vahimdi ki, bir yandan Batılılaşmayı, yani kapitalistleşmeyi isteyip, diğer yandan bunun zorunlu bir sonucu olan kırdan kente göçü önlemeye çalışmışlardı. Ancak neticede tarihin karşı konulmaz işleyiş yasaları hükmünü icra etmiş ve korktukları başlarına fazlasıyla gelmiştir. 50’li yıllardan itibaren sanayileşmenin sonucunda yaşanan muazzam göç dalgalarıyla birlikte, Beyaz Türkler, o çok sevdikleri İstanbul, İzmir ve Ankara gibi kentlerini Zenci Türklerin istilasından koruyamamışlardır. Kendi tabirleriyle “barbar istilasına” karşı koyamayınca çareyi ricatta görerek en azından devleti ve asli kurumlarını koruma altına almışlar, üniversiteler, yüksek mahkemeler, ordu vb. gibi kurumlara çekilerek savunma savaşı yürütmeye başlamışlardır.
Ne var ki bugün birilerinin Beyaz Türkler olarak adlandırdığı kesimler, Kemalist seçkinlerden ibaret değildir. Bunlara, burjuvazinin sosyetik bir yaşam süren kesimleri kadar, kendileri bu “seçkin”ler sınıfına dâhil olmadıkları halde, işçi-emekçi sınıfların geneline nazaran daha iyi ve ayrıcalıklı bir durumda olan kentli küçük-burjuvazinin bir bölümü de dahildir. Hal böyle olunca, bu sonuncuların kraldan çok kralcı geçinmeleri de anlaşılır bir durum haline gelmektedir.
Bu seçkinciler sürekli burunları havada gezdiklerinden aşağıda, toplumda olup bitenlerden ya hiçbir şey anlamazlar ya da kendilerine özgü birtakım anlamlar çıkartırlar. İstanbul’un nüfusunun sürekli artmasından, plajların yoksullar tarafından işgal edilmesinden, kirli atletli ve kıllı adamların sahil kenarlarında mangal yapmasından duydukları rahatsızlığın, yahut “Avrupa Yakası” adlı dizide olduğu gibi Sütçüoğlu ailesinin biricik kızının konuşurken kapıcı parçası Gaffur’a anlamsız ve boş ifadelerle bakmasının sebebi budur. Kendi kafalarında yarattıkları dünyalarında yaşamaktan ve içe kapanmaktan dolayı geliştirdikleri paranoyak ruh hali, sömürünün ve sefaletin pençesinde kıvranan yoksul halkın bir parça ferahlamak için tek şansı olan halka açık plajlara akın etmesini ve pijamalı Gaffurların yayılmasını bir istila hareketi olarak görmelerine neden olur. Hiçbir zaman dâhil olamayacakları büyük burjuvaziye zıplamak için duydukları özlem, içinden çıktıkları halkla bir arada bulunmak ve aynı havayı teneffüs etmekten dahi tiksinti duymalarına yol açar. Zannederler ki, halktan ne kadar uzaklaşırlarsa bu sınıfa o kadar yaklaşacaklar. Kapıcı Gaffur’un Sütçüoğlu ailesine ihtiyacı yoktur, ama Beyaz Türklerin “ihtiyaçlarını görmek için varolan” bu işçilere gereksinimi vardır. Dolayısıyla ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, onsuz da yaşayamazlar.
Beğenmedikleri ve aşağıladıkları “amele sınıfının” ortalıkta fazla görünmemesini, sahil kenarlarına inmemesini, plajlara gelmemesini, yılbaşında Taksim meydanına çıkmamasını, bayramlarda sağlanan bedava ulaşım hizmetinden yararlanarak “ortalığa saçılmamasını” isterler. İsterler ki, bunlar sadece ihtiyaç duydukları an gelsin Gaffur misali çöplerini alsın, inşaatlarda, konfeksiyon atölyelerinde en ağır ve en pis işleri en ucuza yapsın ama sonra hızla şehrin merkezinden ve güzide mekânlarından uzaktaki kondularına geri dönsünler! Sıfatları beyaz, ancak ruhları ve fikirleri kara olan bu seçkincilerin bencil ve hastalıklı halleri artık hepimizin malûmudur. Fakat mesele bu kadarla kalsa yine iyi. Beyaz Türklerin bu yaklaşımı, siyasi konjonktürle birleştiğinde ortaya daha vahim bir tablo çıkmaktadır.
Bu seçkinci yaklaşım bugünün uluslararası ve ulusal siyasi eğilimleriyle birlikte gittikçe ırkçı ve faşizan bir hal almaktadır. Bir yandan kapitalizmin küresel krizi ve kızışan emperyalist paylaşım kavgasının ateşiyle, diğer yandan burjuvazinin AB’ci kanadı ile milliyetçi-statükocu kanadı arasındaki kapışmanın aleviyle beslenerek büyüyen şovenizmin bir unsurunu da bu seçkinci yaklaşım oluşturmaktadır. Kendilerini vatandaş ötekileri ise halk diye niteleyen ve bu anlamda halktan olmayı aşağılık bir durum sayacak denli bayağılaşanlar da yine bu Beyaz Türk olarak nitelendirilen seçkincilerdir. Öteden beri Beyaz Türklerin has partisi olan CHP’nin faşist MHP ile “milli cephe” kurma yolunda attığı adımlar dünya çapında yayılan gerici-faşizan eğilimlerle birleştiğinde, Gaffur’a fırlatılan korku ve nefret dolu bakış, asıl tehlikede olanın Beyaz Türkler değil de Zenci diye aşağılanan işçi-emekçi kesimler, Kürtler ve toplumdaki tüm diğer ezilenler olduğunu ortaya koyuyor.
Hem sınıflar mücadelesinin dev sahnesinde hem de söz konusu dizide yer alan bir diğer tipleme ise, ne Zenci Türklere ne de Beyaz Türklere dâhil olabilmiş Burhan Altıntop karakteridir. Beyaz Türklere dâhil olma ateşiyle yanıp kavrulan ve fakat şivesi bozuk Türkçesiyle, henüz üzerinden atamadığı taşralı tavırlarıyla, iyi bir eğitim alamamışlığıyla (“açık öğretim fakültesi mezunu”), üzerine oturmayan bir ceket havasını veren “moderen” halleriyle sürekli dışlanan Burhan Altıntop, dönüp dolaşıp kendisine kucak açan yegâne karakter Gaffur’un yanında soluğu almaktadır. Onun yanında, kendisi gibi olmanın verdiği rahatlığı duymakta, istediği gibi davranabilmekte ve her düşündüğünü açıkça konuşabilmektedir. Ancak sınıf atlama arzusu benliğini sardığından, bir gün onunla beraber içip eğlenip “ölümüne kankayız!” naraları atarken, öteki gün “artık hayatından çıkmasını”, “ondan tırstığını” söyler Gaffur’a. Ne Gaffur’la ne de Gaffur’suz yapabilir. Bu da küçük-burjuvazinin duyduğu proleterleşme korkusunun bir sonucudur. Toplumun en alt katmanını oluşturan proletaryanın saflarına sürüklenmekten tırstığı için Gaffur’dan uzak durmaya çalışır, ama burjuvazinin ve mali sermayenin acımasızlığına karşın yardım isteyebileceği tek dostunun da o olduğunu bildiğinden Gaffur’dan hiçbir zaman tam anlamıyla kopamaz. Zaten kendisine ters davrandığı zamanlarda Gaffur’un Burhan’a yönelttiği “bundan sonra seni koruyacak bir Gaffur yok!” tehdidinin her seferinde tutmasının da sebebi budur.
Burhan’dan öte genel olarak küçük-burjuvalardan söz edecek olursak, bunların en büyük korkusu küçük mülkünün, örneğin evinin, dükkanının, toprağının veya arabasının elinden alınması ve bir şekilde bunlara zarar gelmesidir. Kapıcı Gaffur’dan korkuları da bu yüzdendir. Ezilmiş ve yoksul Gaffur, bir gün gelecek ve onların evlerine yerleşip, arabalarına el koyacaktır. Binbir özenle korudukları ve üzerine titredikleri mobilyalarına “kirli, pis” elbiseleriyle oturacak, plazma televizyonlarını bozacaktır. Toplumdaki Burhanların sosyalizmden ve devrimden korkusu da aynı temele dayanır: küçük mülklerinin ellerinden alınması. İşte dizideki Burhan Altıntop’un kaypaklığı, sinsiliği, yalakalığı ve güvenilmezliği buradan gelmektedir.
“Çok süper olacak!”
“Avrupa Yakası” adlı dizide Gaffur bir kişi ya da aileden ibarettir. Oysa sınıflı toplumda Gaffur’lar çoğunluktur. İşçi ve emekçi sınıflar, kapitalist toplumun en geniş kesimini oluştururlar. Bu anlamda Beyaz Türklerin korkusu yersiz değildir. Çünkü burjuvazi, proletarya ile birlikte bu sınıflı toplumu yok edecek silahları da var etmiştir. Şu halde, burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. Kendisinin devrilmesi ve proletaryanın zaferi aynı ölçüde kaçınılmazdır. Bugün için Gaffur cahil, aptalca hareketler yapan, görgüsüz, bayağı zevkleri olan, eğitimsiz, yani bilinçsiz ve örgütsüz bir konumda olabilir. Ancak sistem tarafından ardı arkası kesilmeyen akınlarla büyük şehirlerin varoşlarına sürülen ve Beyaz Türkleri rahatsız edip korkutan Gaffurlar yarın örgütlenmelerinin ve mücadele etmelerinin önüne sürekli engeller koyan burjuvazi karşısında kafaları dik ve bağırları açık bir şekilde durarak “örgütleniyorum, bir sakıncası mı var?” diye soracaklar.
“Kanımca, anladın sen onu!”
link: Kerem Dağlı, “Yoksa bizi beğenmiyor musunuz?”, Şubat 2007, https://marksist.net/node/1424
Statükocuların Saçtığı Milliyetçilik Zehri
Küresel Isınma Tehdidi Altında, Geleceğimiz