“Savaş kadar kötü bir şey hangi koşullar altında adil, haklı olabilir?” diye soruluyor burjuva gazetelerden birinde ve “adil” bir savaşın, BM ve Cenevre Konvansiyonlarınca belirlenmiş ölçütleri sıralanarak devam ediliyor. Toplam 6 koşul öne sürülmüş: savaşın haklı bir nedene dayanması, meşru bir devlet tarafından yasal prosedürlere uygun biçimde deklare edilmesi, makul bir niyetle savaşa girilmesi, son çözüm olarak görülmesi, başarı olasılığının yüksek olması ve nispi tepkiye dayanması, yani savaşın nedenlerinin amaçlarıyla orantılı olması. Bazı ölçütlerin anlamsızlığı ve gülünçlüğü bir yana, bu koşullara uyan ya da bu koşulları yaratan (yani kılıfı minareye uyduran) bir emperyalist yahut kapitalist güç, bir diğerine saldırmaya, binlerce insanı öldürmeye, şehirleri yakıp yıkmaya hak kazanıyor. Tıpkı ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak’ta, av köpeği İsrail’in de Filistin ve Lübnan’da yaptığı gibi.
Emperyalistler ve onların ardı sıra giderek yağmadan pay kapmaya çalışan kapitalist sırtlanlar, yürüttükleri paylaşım savaşlarını haklı gösterebilmek için her zaman aynı yola başvururlar. Amaç, savaşın gerçek nedenlerinin gizlenmesi ve olası tepkilerin önüne geçilebilmesidir. Bu yolda her şey mubahtır ve her zaman “haklı” nedenler icat edilir. Hatırlanacak olursa ABD emperyalizmi “uluslararası terörizmi” ve Bin Laden’i bahane göstererek Afganistan’a, kitle imha silahlarını vs. gerekçe göstererek de Irak’a saldırmış, “demokrasi ve özgürlük” götürmek bahanesiyle buraları işgal etmişti. Bugünlerde de nükleer tehlike oluşturduğu gerekçesiyle İran’a, terörü desteklediği gerekçesiyle Suriye’ye ültimatomlar yağdırıyor. Kuşkusuz, bu tür bahaneler ve yalanları kullanan sadece ABD emperyalizmi değildir. Örneğin İsrail’in Lübnan’a saldırısının ardından, Türkiye’nin de BM’nin “barış gücü” çerçevesinde bölgeye asker yollaması gündeme gelince, benzer yalanlar uydurulmaya başlandı.
Masum ve “barışsever” pozlarla bölge ülkeleri arasında mekik dokuyan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Türkiye’nin “büyük” bir ülke olduğunu ve bu yüzden bulunduğu coğrafyadaki gelişmelere sessiz kalamayacağını söyledi. Lübnan halkına yardım elini uzatmanın bir insanlık görevi olduğunu, kendilerinin asker yollamaktaki amaçlarının bölgedeki ve ülkedeki “barış ve huzur ortamının tesis edilmesi”ne katkıda bulunmak olduğunu beyan etti. Halen süren tartışmaların yarattığı toz bulutuyla işçi ve emekçilerin gözleri perdelenirken, burjuvazinin hükümeti AKP, geçmişteki hataya düşmemeye dikkat ederek, alelacele işini gördü ve meclisten tezkereyi çıkarttı. Halkın gözünü boyamak ve olası tepkilerin önünü kesebilmek için burjuva ideologları ve köşe yazarlarından oluşan çanak yalayıcıları, bu asker gönderme işine çeşitli kılıflar ve gerekçeler uydurmak üzere harekete geçtiler, bölgede emperyal bir güç olmaya çalışan “büyük” Türkiye’nin şanına yaraşır gerekçeler uydurdular.
Elbette bir burjuva hükümetin bakanının gerçek niyetlerini ortaya koyarak, asıl gayelerinin Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu arttırmak ve söz sahibi olmasını sağlamak olduğunu, ölen ve yaralanan, yerinden yurdundan olan binlerce Lübnanlının zerre kadar umurlarında olmadığını söylemesi beklenemez. Bu eşyanın tabiatına aykırıdır. Burjuvazinin, kendi çıkarları uğruna çıkardığı savaşları haklı göstermek maksadıyla söylediklerini ve yaptıklarını işçi sınıfının gözünde teşhir edebilmek için, gerçekte hangi savaşların haklı sayılabileceğini ve işçi sınıfı tarafından desteklenebileceğini net bir şekilde ortaya koymalıyız.
Haklı savaş olur mu?
Öncelikle hatırlatmamız gereken, komünistlerin savaşa karşı tutumlarının pasifistlerden ve reformistlerden farklı olduğudur. Bu farklılık, savaşların nedenleri ve sonuçları arasındaki bağın kurulması, savaşların nasıl ortadan kalkacağı ve niteliği konusunda ortaya çıkar. Çağımıza damgasını vuran emperyalist savaşlara karşı doğru tutumun takınılması bakımından, ayrım noktalarının vurgulanması ve haklı-haksız savaş ayrımının doğru yapılması zorunludur. Lenin, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının hemen başlarında, burjuva pasifistler ve anarşistlerle aralarındaki farklılığı belirtmek için şöyle diyordu:
Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımları arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve iç savaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini tamamen kabul ederiz. Biz marksistler, her savaşın ayrı ayrı, Marx’ın diyalektik materyalizmi görüş açısından, tarihsel bir incelenmesi yapılması gereğini kabul ederiz. Her savaşta kaçınılmaz bir biçimde olagelen dehşete, zulme, sefalete ve işkenceye karşın, tarihte ilerici nitelikte pek çok savaş vardır; bu savaşlar (örneğin mutlakıyet ya da kölelik gibi) çok kötü ve gerici kurumların yıkılmasına ya da (…) Avrupa’da en barbar despotlukların ortadan kalkmasına yardım ederek, insanlığın gelişmesine hizmet etmişlerdir. Bunun için, bugünkü savaşın da tek başına tarihsel özelliklerini incelemek zorunluluğu vardır.” (Sosyalizm ve Savaş, Sol Y., 5.baskı, s.11-12)
Lenin’in de belirttiği gibi, komünistler her savaşa otomatik olarak karşı çıkmazlar ve onları ayrı ayrı ele alarak değerlendirirler. Haklı savaşları, gerici ve yağmacı niyetlerle yürütülen haksız savaşlarla aynı kefeye koymamak ve doğru tutumu alabilmek gerekir. Neticede işçi sınıfı haklı savaşları desteklerken haksız olanlara da karşı durmak zorundadır. Pasifistlerin ve reformistlerin tutumları ise iki açıdan sakattır. Pasifistlerin yaptığı gibi “her türlü savaşa” karşı olmak işçi sınıfını haklı ve ilerici savaşları yürütmekten ya da desteklemekten alıkoyarak pasif bir konuma iter. Reformistlerin yaptığı gibi burjuvazinin peşine takılıp emperyalist amaçlarla yapılan savaşları “anayurdu savunmak” gibi sosyal-şoven demogojilerle haklı göstermeye çalışmak işçi sınıfına tam bir ihanettir.
Haklı-haksız savaşlar arasındaki ayrımın yapılmasında kullanılacak ölçütleri, Lenin daha baştan göstermiştir. Ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak beylerine, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşımları haklı idi. Ulusal kurtuluş mücadeleleri ve örneğin Fransız burjuvazisinin feodalizmi ve onun kalıntılarını yıkmak için verdiği savaşlar, burjuva niteliklerine rağmen ilerici olarak değerlendiriliyordu. Ancak, sosyal-şovenlerin “anayurt savunusu” adı altında yürüttükleri sınıf işbirlikçi politikaya da karşı çıkılıyor ve işçi sınıfının emperyalist savaşlarda silahı önce kendi burjuvazisine doğrultması gerektiği vurgulanıyordu.
Yine de, yürüyen her savaşı kendi tarihselliği ve koşulları içinde değerlendirmek gerekir, aksi takdirde soyut birtakım ölçütlerle hareket edildiğinde yanılgıya düşmek kaçınılmazdır. Savaşın niteliğini belirleyebilmek için, öncelikle savaşa yol açan politikanın ortaya konması gerekir:
Peki, bir savaşın “özü”nü nasıl tanımlayabilir, nasıl ortaya koyabiliriz? Savaş siyasetin devamıdır. Öyleyse savaş öncesinde güdülen siyaseti, savaşa yol açan, savaşı ortaya çıkaran siyaseti incelememiz gerekir. Bu siyaset emperyalist bir siyasete, yani mali-sermayenin çıkarlarını güven altına almak, sömürgelerle yabancı ülkeleri soymak, ezmek amacını güdüyorsa, o zaman bu siyasetten doğan savaş emperyalisttir. Eğer güdülen siyaset ulusal kurtuluş siyasetiyse, yani ulusa zulmedilmesine karşı olan yığın hareketinin ifadesiyse, o zaman bu siyasetten doğan savaş, ulusal kurtuluş savaşıdır. (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Y., 2.baskı, s.29)
Bu açıdan bakıldığında, ne ABD emperyalizminin, ne onun ileri karakolu durumundaki İsrail’in ve ne de şimdilerde Lübnan’a asker göndermeye hazırlanan Türkiye’nin haklı bir pozisyonda olmadıkları rahatça görülecektir. Yürüyen savaşın emperyalist karakteri çok açıktır. Ancak burjuva politikacılarca bu gerçeğin üstü örtülmekte ve sözümona emperyalizme karşı bir tavra büründüklerinde de “emperyalist” sıfatı sadece ABD’ye yakıştırılmakta, sadece onun emperyalistliğine karşı çıkılmaktadır.
Lenin’in bundan 91 yıl önce yaptığı uyarılar bugün halen geçerlidir. Ortadoğu’da tüm hızıyla devam eden emperyalist savaş, başlangıçta özellikle de burjuva ideologları ve Avrupalı reformistler tarafından salt bir “petrol savaşı” veya “enerji kaynaklarının ele geçirilmesi” türünden ifadelerle açıklandı. Böylece kendi devletlerinin de bu savaşta bir taraf olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar ve asıl olarak da ABD’yi –hatta orada da sadece Bush’u– hedef tahtasına oturtuyorlardı. Sol hareket içinde de oldukça yaygın ve hâkim olan Amerikan karşıtlığı, bu bağlamda Avrupalı emperyalistlerin hiç de karşı çıkacağı bir politika değildir.
ABD emperyalizminin, başlattığı ve yürüttüğü savaşı haklı kılmak için uydurduğu tüm gerekçelere rağmen, savaşın öncesinde izlediği politika çok açıktır. En azından geniş bir kamuoyu ABD’nin haksız bir savaş yürüttüğünü düşünmektedir. Ama sıra ABD emperyalizminin haricindeki emperyalist güçlere ve emperyal amaçlı politikalar izleyen kapitalist devletlere geldiğinde, kafa karışıklığı kendini göstermektedir. Sol içerisinde yaygın olan bir yaklaşım, Irak ya da İran gibi bölgesel düzeyde yayılmacı politikalar izleyen “küçük” kapitalist devletlerin ABD gibi “büyük” emperyalistlere karşı kayıtsız-şartsız savunulmasıdır. Oysa “küçük” olan daima haklı olmadığı gibi, “ezilenler” kavramı ile kastedilen de “küçük” de olsa kapitalist devletler değildir. Lenin’in aşağıdaki sözlerinde ifade bulan yaklaşım bu tür durumlarda da öz olarak geçerlidir: “100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha «adil» bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor. Açıktır ki, bu durumda, «savunma» savaşı ya da «anayurdun savunulması için» savaş deyimlerinin kullanılması, tarihsel bakımdan yanlış, ve uygulamada, halkın, işin inceliğini aramayan ve bilisiz kimselerin, kurnaz köle sahiplerince aldatılması olur. İşte bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, «ulusal» ideoloji ve «anayurdun savunulması» gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.” (age, s.13)
Kısacası küçüklük yahut büyüklük savaşın haklılığı/haksızlığı açısından bir kıstas değildir. Üstelik, savaşı “ilk” kimin başlattığı ya da “saldıran” mı yoksa “saldırılan” tarafta mı olunduğu da, komünistler açısından bir ölçüt olamaz. Örneğin yıllardır İsrail işgali altında inleyen Filistin’de, Hamas militanlarının İsrail askerlerine saldırması onları haksız çıkarmazdı. Hiçbir emperyalist-kapitalist devlet, saldırganlığını ve haksızlığını kabul etmez. Ve çoğu durumda da savaşın gerekçesini “barışı, özgürlüğü ve demokrasiyi korumak”, “ulusal güvenlik”, “kendini, anayurdunu savunmak” olarak koyar. Özellikle “anayurt savunusu” kavramı, sıkça kullanılan ve etkili olan bir propaganda silahıdır. Ve bu “savunma” halinin en büyük kanıtı da çoğunlukla, “saldırıya uğrayan” pozisyonunda olmakla açıklanır. Hatırlanacak olursa ABD, 11 Eylül saldırısının ardından (böylece kendini “saldırıya uğrayan” pozisyonuna çekebilmiştir) geliştirdiği “önleyici saldırı stratejisi” çerçevesinde, kendisini “savunmak” için, bundan böyle gerektiğinde ilk saldırıyı kendisinin yapacağını ve bunun artık BM ve “uluslararası topluluk” nezdinde de kabul görmesi gerektiğini savunmuştu.
Nüfuz alanlarını paylaşmak üzere birbirleriyle savaşa tutuşan kapitalist ülkeler proletaryası açısından, bu gibi savaşlar ne haklı savaşlardır, ne de savunma savaşları. Böyle bir savaşta ilk saldıranın kim olduğu önem taşımaz. Çünkü, aslında “saldıran” da “saldırıya uğrayan” da emperyalist bir çıkar çatışmasının taraflarıdır ve dolayısıyla bu savaşta proletaryanın “anayurdun savunulması” gibi bir sorunu olamaz. Proletarya, birbirleriyle boy ölçüşmek üzere karşı karşıya gelen kapitalist ülkelerden hangisinin savaştan daha avantajlı çıkacağı temelindeki bir hesaplaşmada taraf değildir. Savaşı yürüten kapitalist ülkeler proleterleri açısından sorun, “kendi” hükümetlerinin yenilgisini istemek ve emperyalist savaşı, burjuva düzene son verecek bir iç savaşa çevirmektir. Savaş koşulları nedeniyle silahlanmış bulunan proleterler, ellerindeki silahları kendi burjuva iktidarlarına yöneltmeyi temel sınıf görevleri olarak kabul etmelidirler. (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Y., s.68)
Bugün, işgal altındaki Irak halklarının ABD başta olmak üzere yabancı işgal kuvvetlerine karşı yürüttüğü savaşın haklılığı nasıl gün gibi ortada ise, benzer şekilde Kürt halkının ve Filistin halkının verdiği ulusal kurtuluş savaşları da sonuna kadar haklıdır. Ezilen bir ulusun, kendisini ezen ulusa karşı, bağımsızlığını elde etmek için verdiği savaşlar her zaman haklı savaşlardır. “Her türlü savaşa ve şiddete karşıyız” diyerek, ezilen ulusun boyunduruktan kurtulmak için verdiği savaşı desteklememek, ezen ulus burjuvazisinin milliyetçi-şoven politikalarının peşine takılmakla eş anlamlıdır.
İşçi sınıfına düşen görev
Bir başka emperyalist-kapitalist devlet tarafından işgale uğramış veya toprakları ilhak edilmiş bir ülkenin proletaryası açısından asıl sorun, neyin, nasıl, kime karşı ve hangi temelde savunulacağıdır. Bu gözden kaçırıldığı takdirde işçi sınıfı, vatan topraklarını savunmak uğruna, aslında kendi ülkesindeki burjuva iktidarını savunur duruma düşebilir. Bir işgal durumu söz konusu olduğunda doğru tutum işçi sınıfının işgalcilere karşı kendi sınıf iktidarını kurma perspektifiyle bağımsız devrimci mücadelesini yürütmesidir. Kimileri bunun mümkün olamayacağını söylese de, işçi sınıfı Paris Komünü örneği ile bunu bilfiil gerçekleştirerek, reformistlere ve sosyal-şovenistlere gereken cevabı vermiştir. Yine Çağlı’ya dönersek:
Dünya işçi sınıfının devrimci mücadele tarihine “iktidarın fethi” kapsamında bir ön deneyim olarak geçen Paris Komünü, bu konuda da bir ön örnek oluşturmaktadır. Marx’ın deyimiyle “göğü fethe çıkan komünarlar”, Paris’i Prusya ordusunun işgaline karşı savunurlarken, burjuva Versailles hükümetinin hizmetine koşmadılar. Tersine, onlar silah elde işgali püskürtürlerken, bizzat kendi iktidarlarını da yaratmış oldular. Paris proletaryası siyasal deneyim açısından henüz çok gençti. Emekçi kitlelerin desteğini henüz kazanmamıştı, yalnızdı. Ne yapması gerektiği konusunda bilgisizdi, çeşitli yanılgıları oldu ve sonunda yenildi. Fakat her şeye rağmen, yine de işgalci bir ordunun saldırısı karşısında silahlanmış proletaryanın, dış istilâcıların üzerine yürürken pekâlâ içteki sınıf düşmanının da egemenliğine son verebileceğinin bir örneğini gösterdi. (age, s.70)
Bugün, Irak ve Afganistan başta olmak üzere benzer durumda olan tüm ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların yapması gereken de aynıdır. Bu yüzden, örneğin Irak işçi sınıfı açısından söz konusu olan da şovenist politikalarla burjuva iktidarı savunmak değil, hem işgalci Amerikan ordusuna hem de Irak burjuvazisine karşı savaşmaktır. Dolayısıyla işgal altında olma durumu, işçi sınıfının önündeki devrim görevini ortadan kaldırmaz veya “askıya” almaz. Her halükârda işçi sınıfı için elzem olan hâlâ, iktidarın devrimci yoldan alınmasıdır. O ancak bu bilince sahip olursa, işgal altındaki kitlelerin sahip olduğu yoğun öfkeyi ve enerjiyi doğru biçimde ve yönde kanalize ederek, sadece ulusal değil toplumsal bir kurtuluş için mücadeleye çekebilir.
Sonuçta burjuvazinin de işçi sınıfının da kendine göre bir haklı savaş tanımı vardır. Savaşlar politikanın devamı ve politika da sınıf çıkarlarının bir ifadesi olduğuna göre, her sınıfın kendi çıkarlarına uygun ölçütler geliştirmesi doğaldır. Doğal olmayan, işçi sınıfının burjuvazinin ölçütlerini doğru kabul etmesi ve ona ikna olmasıdır. Uluslararası bir emperyalist örgüt olan BM’nin getirdiği ölçütler, burjuvazinin olaya nasıl baktığını da gösteriyor. Orman kanunlarından kopya edilmiş uluslararası burjuva hukukuna göre güçlü olan daima haklıdır. İsrail’in Lübnan’a saldırısı karşısında, meşhur “uluslararası topluluğun” takındığı tavır, bunun açık kanıtıdır. İsrail’i kınamayı bile beceremeyen BM’nin toplantılarından çıkan tek karar, İsrail’i daha orantılı güç kullanmaya, yani Lübnan’a ve Hizbullah’a karşı daha adil olmaya çağırmaktı.
Oysa savaş, adı üstünde, sözün bitip silahların devreye girmesiyle başlar. Ve silahlar konuştuğunda insanlar ölür. Bu, savaşın en doğal sonucudur. Hiç kimse kaybetmek için savaşa girmez, amaç kazanmak yani düşmanını yenmektir. Marksistler, pek çok başka konuda olduğu gibi savaşlara da, aslında burjuva ikiyüzlülüğünün bir ifadesinden başka bir şey olmayan “adil savaş” gibi kavramların çerçevesinden bakmazlar. Konuyu bu mecraya çekmek, kelime oyunlarıyla ve demagojiyle kitleleri kandırmak isteyen burjuva siyasetçilerin işidir. Savaşın adil olanı yoktur, ama haklı olanı vardır; tıpkı ezilenlerin ve sömürülenlerin, kendilerini ezenlere ve sömürenlere karşı yürüttüğü sınıf savaşımları gibi.
link: Kerem Dağlı, Haklı ve Haksız Savaşlar Ayrımı Üzerine, 1 Ekim 2006, https://marksist.net/node/879
“Birey” olmak mı, örgütlü olmak mı?
Kapitalist Toplumun İdeolojik Düzenleyicisi: Medya