Haziran ayındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerini, Temmuzda İngiltere ve Fransa’daki seçimler takip etti. Almanya’da gelecek yıl yapılacak genel seçimlere giden süreç eyalet seçimleriyle devam ediyor. Kasım ayında ise ABD’de başkanlık seçimi yapılacak.
Bu seçimler yalnızca ilgili ülkelerin yeni hükümetlerini belirlemekle sınırlı bir etkiye sahip değil kuşkusuz. Dünyanın en güçlü kapitalist ülkelerindeki bu seçimlerin uluslararası politika alanında da etkileri olması kaçınılmazdır. Tüm dünyada otoriterleşme eğilimi, kızışan savaş koşullarıyla daha da güçleniyor. Her iki eğilim aynı kökten beslendiği gibi birbirini de destekleyerek güçlendiriyor.
Bu ortak kök kapitalizmin tarihsel krizidir. Sözkonusu sistem krizi, toplumsal yaşamın her alanında hükmünü sürdürüyor. Siyaset sahnesinde yalnızca faşizm ve militarizm güçlenmekle kalmıyor, çürümüşlük, yolsuzluk, rüşvet, yalan, iftira, çarpıtma, manipülasyon vb. de hiç olmadığı kadar gemi azıya almış ve sanki sonu olmayan bir yükseliş içerisindedir. Bu kadar da olmaz denen ne varsa son yıllarda ardı ardına sökün ediyor. Elbette ki bu kokuşmuş manzara karşısında tüm dünyada emekçiler de giderek artan ölçülerde tepkilerini dillendiriyor, mücadeleye atılıyorlar. Şimdilik sınıf mücadelesinde egemenlerin tarafı ağır basıyor olsa da er ya da geç emekçilerin tepkisi ağırlığını hissettirecektir.
Almanya’da faşist hareketin eyalet zaferi
Geçen haftalarda Almanya’nın doğusundaki iki eyalette yapılan seçimlerden faşist parti AfD (Almanya için Alternatif) rekor düzeyde oy alarak zaferle çıkmıştı. AfD, Thüringen eyaletinde yaklaşık %33 ile en çok oyu alırken, Saksonya’da oyların yaklaşık %31’ini alarak ikinci parti olmuştu. Ardından geçen hafta Brandenburg’da yapılan seçimlerde de AfD büyük bir oy artışıyla %29 civarında oy alarak ikinci parti olurken, SPD %30’la kıl payı farkla birinci geldi. Ülkede iktidarı oluşturan koalisyon partileri (SPD, Yeşiller ve Hür Demokratlar) ciddi oy kaybı yaşarken, Nazilerden bu yana ilk kez faşist bir parti eyalet seçiminden birinci parti olarak çıkmış durumda.
AfD birinci parti olarak çıktığı/çıkacağı eyaletlerde Mecliste çoğunluk sağlayamadığı için eyalet hükümetini kuramıyor, diğer “demokratik” partiler de onunla koalisyon yapmayacaklarını açıkladılar. Düzen siyasetçileri, bu dışlama tutumunu “güvenlik duvarı” olarak adlandırıp faşist tehdidin üstünü örtmeye, halkı aldatmaya ve yatıştırmaya devam ediyorlar. SPD’nin lideri ve aynı zamanda ülkenin başbakanı olan Olaf Scholz da bu tutumu sürdürme çağrısında bulunuyor. Faşizm Almanya sokaklarında her gün güç kazanırken, düzen siyasetçileri onu parlamento aritmetiğiyle alt edebilecekleri yanılsamasını yayıyorlar.
İktidardaki sosyal-demokrat partinin (SPD) izlediği politikalarla emekçi kitleleri çözümsüzlüğe ittiği, düzeni karşısına alan ciddi bir sosyalist devrimci gücün de alternatif olarak sivrilemediği koşullarda, emekçilerin siyaseten en geri kesimleri faşist partilerin peşine takılabiliyorlar. Siyasi deneyim ve bilinçten yoksun 18-24 yaş arasındaki gençlerin 1/3 gibi ciddi bölümünün de faşist partiye destek verdiği görülüyor (son seçimlerde bu gençlerin üçte birinden fazlası AfD’yi desteklemiş). Bu oranı küçümseyenlere meselenin basit bir orandan ibaret olmadığını, politikayı tribünden seyreden kitlelerin değil, sahaya inen kitlelerin belirleyeceği gerçeğini hatırlatmalıyız. Tepkilerini sandıkta gösterip evlerine çekilen milyonlar, sokakları ele geçiren on binlerle baş edemezler. Faşizmin örgütleyip harekete geçirdiği gençlik kitlesi sokaklardadır, aktiftir.
Fransa’da Macron’un siyasi darbesi
Mevcut siyasi yelpazedeki değişim ve uçlara kayma eğiliminin diğer ucunda daha radikal sol arayışların da güç kazanması olgusu yatıyor. Farklı ülkelerde bunun yansımalarını görmek mümkün. Fransa’daki son seçimlerde ortaya çıkan tablo da yalnızca faşist cephenin değil, sosyalist ittifakın da güç kazandığını gösteriyor.
Fransa’da faşist yükseliş devam ederken, cumhurbaşkanı Macron izlediği çizgiyle gerçekte faşizmin yolundaki engelleri temizliyor. 7 Temmuzdaki seçimleri takiben iki ay süren belirsizliğin ardından Macron, seçimlerden birinci parti olarak çıkan Yeni Halk Cephesi adlı sol ittifakın adayı yerine eski Dışişleri Bakanı sağcı Barnier’i Başbakan olarak atadı. Bunun bir siyasi darbe olduğu apaçık. Bu darbeyle açılan dönem geride kalan dönemden çok daha belirsizliklerle dolu olacak görünüyor. Meclis neredeyse eşit üç ana blok olarak bölünmüş durumda: Yeni Halk Cephesi adlı sosyalist ittifak, Macron’un merkez-sağ Ensemble ittifakı ve faşist Ulusal Birlik. Her bir blok diğerleriyle koalisyon kurmayacağını açıkladı ama hiçbiri mutlak çoğunluğa sahip değil. Görünüşte bloklar eşit olsa da gerçek güç odağı uçlara doğru kaymıştır. İster sol ister sağ olsun merkez partileri olarak bilinen oluşumlar erimeye devam ederken faşist cephe giderek ivmelenen bir yükseliş içerisindedir. Buna karşıt olarak solda da yükselişte olan eğilim daha radikal ve mücadeleci bir çizgidir. Bu yüzden de Macron ve başını çektiği müesses nizam, sosyalist ittifakı “aşırı-sol”, “sol popülist” gibi sıfatlarla gözden düşürmeye çalışıyor.
Yeni Halk Cephesi, Macron’un darbeyle atadığı Başbakanı düşürmek için Meclis’te güvensizlik önergesi verme girişiminde bulundu. Ancak bunun başarılı olabilmesi için diğer bloklardan destek alması gerekiyor ki, merkezsağ ve merkez sol güçler bu desteği vermeyecekler. Faşist blok bu hususta da kilit rol oynayacak gibi görünüyor.
Kimi yorumcular faşist partinin “yumuşadığı”, “ılımlılaştığı” iddiasıyla kendilerini de kamuoyunu da aldatıyor; bu iddialarına kanıt olarak da Rusya’ya karşı Ukrayna’yı destekleyeceğini açıklamasını, AB’de kalmayı savunmaya başlamasını gösteriyorlar. Oysa bunlardan hareketle yumuşama sonucunu çıkarıp bu görüntüyü gerçek sanmak faşist tehdidi küçümseyen bir ahmaklığın ifadesi olabilir ancak. Burjuva partilerden seçim süreçlerinde açıkladıkları doğrultuda hareket etmelerini beklemek saflıktır. Birçok liberal yazar, daha da ileri giderek, bu manevralarla Macron’un Le Pen’i merkeze çektiğini, daha sıkılaştırılmış bir göç ve güvenlik politikasıyla “aşırı sağın etkisizleştirilebileceğini” iddia ediyor.
Şurası açık: Politika sahnesinde sol güç kazandıkça, Macron ve onun gibi sağcı düzen adamları sol bir yükselişe karşı Le Pen’le ittifak kurmaktan çekinmeyeceklerdir. Atadığı sağcı Başbakan için Le Pen’den kapı arkasında olur almış olması bile yüksek ihtimaldir; zaten Le Pen de, atanan Başbakanın “Ulusal Meclisteki birinci parti olan Ulusal Birlik ile diyalog kurabilecek bir isim” olduğunu açıkladı. Ne de olsa atanmış Başbakanın kaderinin kendi elinde olduğunu biliyor. Macron solu öcüleştirip marjinalleştirirken, faşistleri itibarlı siyasetçiler olarak sahnenin önüne çıkartıp parlatan adımlar atıyor. Fransız finans kapitali, Macron’un iktisadi saldırı paketine karşı çıkmamak koşuluyla faşist partiyle örtülü bir işbirliğinin önünü açmışa benziyor.
“Fransız sosyalizmi”nin köklü bir tarihsel arka planı ve sendikalarla çok güçlü bağları mevcut. Adı sosyalist ya da komünist olan partiler geçmişte çok güçlü konumdaydılar, bugün de zayıflamış olsalar bile varlıklarını sürdürüyorlar. Bunlar dışında da irili ufaklı sosyalist pek çok grup mevcut. Buna rağmen, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de öncekilerde de, faşizme karşı ehven-i şer mantığıyla merkez sağ partilerin adaylarını destekleme politikası izlenmişti. Fransa’nın yakın tarihi, faşist tehdidi göstererek solun, sendikaların ve diğer toplumsal muhalefet odaklarının desteğini talep eden ama karşılığında bunlara hiçbir şey vermeyen merkez sağ politikacılarla doludur. Sol ve muhalefet defalarca bu tuzağa düştükten sonra ilk kez bu seçimlerde farklı bir yol izledi ve başarı da elde etti. Yapılması gereken, faşizme karşı mücadeleyi birleşik bir işçi cephesi ekseninde yürüterek bir işçi iktidarını hedeflemektir.
İtalya, İngiltere, Almanya ve Fransa’dan sonra Avusturya’da da faşist hareket ciddi bir ilerleme kaydetti. Avusturyalı faşistler geçen günlerde yapılan seçimlerden büyük sıçrama yaparak birinci parti olarak çıktılar. Bir başka deyişle, faşist yükseliş şu ya da bu ülkeye has bir durumu değil, genel konjonktürü yansıtmaktadır.
Faşist yükselişin ardındaki dinamikleri doğru kavramak şarttır
Nice zamandır neredeyse tüm ileri kapitalist ülkelerde faşist yükselişe dikkat çekiyoruz. Kapitalizmin tarihsel krizi tüm ülkelerde toplumsal-siyasal kutuplaşmayı keskinleştiriyor. Sosyal-demokrat, işçi ya da sosyalist etiketini taşıyan düzen içi sol partiler, en azından 90’lı yılların başından beri belirgin şekilde neo-liberal politikaları benimsemiş ve burjuva nitelikleri artık gizlenemez hale gelmişti. Başlarda emekçilerin bu gidişata verdikleri tepki seçimlere/siyasete daha da ilgisizleşmek olmuştu. Ancak kapitalizmin tarihsel krizi dalga dalga emekçileri dövdükçe durum değişti. Bilhassa 2008 iktisadi krizinden sonra bu kinizm eğilimi zayıflayıp yerini siyasal kutuplaşmanın derinleşmesine bırakmıştır. Bir yanda sol partilerin özellikle de gençliğin içinde daha mücadeleci eğilimler/kanatlar gelişir ve solda yeni partiler kurulurken, bir yandan da emekçilerin en geri kesimleri içerisinde, kapitalist düzeni demagojik bir söylemle de olsa karşısına almış pozları kesen faşist partilere yöneliş eğilimi güçlenmiştir.
Emekçiler, artan fiyatlar, hayat pahalılığı, yükselen işsizlik, düşen reel ücretler, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik alanında yaşadıkları hak kayıpları nedeniyle tepkililer. Yapılan bir araştırma Almanya’da yaklaşık her beş çocuktan birinin yoksul hanelerde yaşadığını ortaya koyuyor. Tüm nüfusun yaklaşık %17’si göreli yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Benzer şekilde İngiltere ve ABD’de de açlık ve “gıda yetersizliği” giderek artarken, “gıda bankaları” önündeki kuyruklar uzamaya devam ediyor. ABD Tarım Bakanlığının son yayınladığı bir raporda, açlık oranlarının geçen yıl son on yılın en yüksek seviyesine ulaştığı ve nüfusun yüzde 13,5’ine denk gelen 18 milyon hanenin yeterli gıda temininde güçlük çektiği belirtiliyor.[*] Yani ABD’de bir önceki yıla göre 1 milyon aile daha açlık ve yetersiz beslenmeyle karşı karşıya!
İşte Almanya, Fransa, İngiltere, ABD gibi emperyalist ülkelerde faşist hareket esas olarak buradan kaynaklı tepkileri demagojik bir söylemle kendisine doğru akıtmaya çalışıyor. Gerçekte finans-kapitalin çıplak diktatörlüğünü hedefliyor ama kendisini sistem karşıtı, düzen dışı bir parti olarak pazarlıyor. Kitle desteği kazanmasının gerçek nedeni, kitlelerin gerçek sorunlarına dair demagojik de olsa bir alternatif sunar gözükmesidir. Son tahlilde kitleler ırkçı olduğu için değil, kendi sorunları hakkında konuşup güya çözüm önerdiği için AfD’ye, Le Pen’e, Trump’a vb. kulak veriyorlar. Zira tüm ileri ülkelerde siyaset sahnesinin merkezindeki sağ ve sol partiler bu sorunları çoğunlukla küçümseyip es geçiyorlar, emekçilerin durumlarında iyileştirmeler yapacak reformları savunmayı popülizm olarak damgalıyorlar. Hal böyle olunca, sosyalistleri hariç tutarak söyleyecek olursak, bir tarafta müesses nizamı savunan partiler, diğer tarafta ona karşı çıkar gözüken bir sahte söylemi köpürten faşistlerin olduğu bir tablo ortaya çıkıyor. Faşistler kitlelerin sorunlarına sahip çıkarmış gibi görünürken, gerçekte bu sorunların kaynağında kapitalizmin yattığı gerçeğinin üstünü örtüyorlar. Yaşanan tüm iktisadi ve toplumsal sorunlar için hayali düşman ve hedefler yaratıyorlar. Özellikle gençleri bu hedeflere saldırmak üzere seferber edip örgütlüyorlar. ABD’de ve Avrupa’da bu somut hedef göçmenlerdir.
Diğer taraftan faşist hareketin demagojik söyleminde göçmenleri hedefe koyması başta Almanya olmak üzere kimi AB ülkelerindeki kapitalizmin nesnel ihtiyaçlarıyla ilginç bir çelişki yaratıyor. Çünkü örneğin Almanya’da ekonominin çarklarının dönmesi için göçmen emekçiler vazgeçilmez bir yer işgal ediyorlar. Başta Almanya olmak üzere birçok AB ülkesinde doğum oranlarının düşüklüğünden ötürü nüfus yaşlanmaya devam ediyor, bunun önemli sonuçlarından biri de genç ve nitelikli işgücü hususunda giderek büyüyen bir açık yaşanması. Dahası yerli nüfusun bazı işleri “aşağı işler” olarak görüp uzak durması da göçmen emeğine duyulan ihtiyacı arttırıyor. Birçok AB ülkesi bu açığı göçmen işgücüyle kapatmaktan başka yol bulamıyor. Diğer taraftan bu ihtiyaçla tezat şekilde faşist hareketler AB’deki iktisadi sorunların kökeninde göçmenlerin varlığının yattığını iddia ederek prim topluyorlar. Almanya’daki seçimlerden sonra AfD’nin kazandığı eyaletlerden sermaye ve emek göçünün yaşanabileceğine dair dillendirilen “endişeler” Alman emperyalizminin çelişkilerinden birine ışık tutuyor: Yükselen faşizmle göçmen işgücü ihtiyacı arasındaki karşıtlık nasıl çözülecek?
Faşistlere karşıt konumlanan burjuva ideolog ve siyasetçiler sayesinde gerek medyada gerekse sosyal medyada, faşistlerin cahil sürüsü, aptal, şarlatan, çılgın vb. olduğu bol bol dillendiriliyor. Faşizmin seferber ettiği sokak gücünün kitle tabanı bu niteliklere fazlasıyla sahip lümpenlerden oluşuyor olsa da faşist hareketin tepesindeki akıl hocalarının hiç de öyle olmadığı iyi kavranmalı. Onlara yönelik eleştiri ve teşhirlerde, göçmen karşıtı, ırkçı, kadın düşmanı, homofobik, aşı ve kürtaj karşıtı oldukları vb. argümanlar öne çıkartılsa da, faşistlere oy veren kitlelerin esasen bu söylemler nedeniyle bunu yaptıklarını düşünmek ciddi bir yanlıştır. Hakikaten de faşistler propagandalarında başta göçmen karşıtlığı olmak üzere bu argümanları bolca kullanıyorlar. Ama çok daha fazla yaptıkları bir şey daha var: İşsizlik, artan fiyatlar/kiralar, sağlık ve eğitim alanındaki çöküş gibi sorunları öne çıkartıyor, kitlelerin hislerine bu açıdan tercüman oluyor ve ardından bu sorunları demagojik bir şekilde göçmenlerin varlığına bağlıyorlar. Yani kullandıkları göçmen karşıtı söylem bir karşılık buluyorsa bunun temelinde onları destekleyen kitlenin “iflah olmaz ırkçı cahiller” olması değil, ekonomik sorunlar tarafından giderek daha da ezilmesi gerçeği yatıyor. Bu gerçeği dillendirmeyip, bu kitleleri cahil ve aptal olarak damgalayan, kitlelerin sorunlarını dile getirmeyi “popülizm” olarak yaftalayan siyasetçilerin kurulu düzenin siyasetçileri olduklarını saptamakta yarar var. Bu ötekileştirme ve seçkincilik yalnızca AB ülkelerinde değil, çok daha fazlasıyla ABD ve Türkiye’de de mevcuttur.
Çürümüşlük ve faşizmin yalan makinası
Kapitalist sistemin çürümüşlüğü kendini her geçen gün daha da çok dışa vuruyor dedik. Dünya, mesela 20 yıl öncesinde, hiç kimsenin olabileceğini düşünemeyeceği şeylerin sergilenme sahnesine dönüşmüş durumda. Faşizmin yükselişi, militarizmin tüm ileri ülkeleri giderek kendi girdabına çekmesi, silahlanma ve üstelik nükleer silahlanma yarışının hızlanması, süper güç denilen ülkelerin liderlerinin ağzından giderek artan ölçüde nükleer güç kullanımının mümkün olduğuna dair açıklamalar, Almanya’da ve Fransa’da darbe peşinde koşan faşist çetelerin açığa çıkması, ABD’de Kongre binasının Trump taraftarları tarafından silahlı baskına uğraması ve senatörlerin esir alınması gibi örneklere her gün bir yenisi ekleniyor.
Yalan ve iftiranın haddi hesabı yok. Teknolojik gelişim sayesinde Nazilerin kara propaganda yöntemleri misliyle aşılmış durumda. Devasa gelişkinlikte bir medyayı tamamlayan sosyal medyayla, kitleler yalnızca faşist yalanlara pasifçe maruz kalan yığınlar olmaktan çıkıp bu propaganda mekanizmasının dişlileri haline geliyorlar. Eskiden kulaktan kulağa yayılan yalanlar artık görsel-işitsel materyaller üzerinden farkında bile olmaksızın yayılıp kamuoyu yaratılıyor. Yalan ışık hızıyla milyonlarla katlanarak tüm dünyaya yayılıyor.
Örneğin, ABD’deki başkanlık seçimlerinde Trump’ın yalanları dudak uçuklatacak cinstendir. Bunların en masum olanları, bildik burjuva politikasına has yalanlardır: “ABD belki de tarihinin en yüksek enflasyon oranına sahip”, “Suç tüm dünyada düşerken ABD’de artıyor” gibi. Resmi veriler bu iddiaları yalanlasa da faşist propaganda esasen korku yaratmak üzerinden şekillenir. Bizzat Trump’ın, üstelik de tüm ulusa canlı aktarılan tartışma sırasında dillendirdiği şu yalanlara bir bakın: “Demokratlar bebeklerin doğumdan sonra öldürülmesini savunuyor”, “Demokratlar kendilerine oy versin diye kaçak göçmen topluyor”, “Haitili göçmenler ev hayvanlarını kaçırıp yiyor”… Tartışma programında moderatör bu iddiaların yerel yetkililerce yalanlandığını söylemesine rağmen Trump yalanında ısrar ediyor: “Springfield’da köpekleri yiyorlar. Oraya gelen insanlar orada yaşayan sakinlerin evcil hayvanlarını yiyor.” Trump şu anki başkan yardımcısı olan ve başkanlığa adaylığını koyan rakibini de solculukla veya sosyalistlikle bile değil Marksistlikle itham ediyor: “O bir Marksist, bunu herkes biliyor. Babası, Marksist bir profesördü, kızına iyi öğretmiş.” Görüldüğü gibi, faşizmin, Bolşevizmi ve komünizmi bir öcü olarak gösterip kitleleri korkutmaya dayanan temel propaganda yöntemi, yaklaşık yüz yıldır tüm ülkelerdeki faşistler tarafından tekrarlanmaya devam ediliyor. Bunun en bayağı örneklerine Türkiye’de her gün maruz kalmamız da cabası!
Bu çürümüşlük ve yükselen faşizm tehdidi militarizmle de sarmaş dolaş büyüyor ve her iki olgu birbirini besliyor. Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan savaşlar göç sorununu büyütüp Avrupa’daki faşist propagandaya da malzeme oluştururken, savaşların her zaman ve her kapitalist ülkede otoriterleşmeyi körüklediği bilinen bir tarihsel gerçektir. Diğer taraftan tarihsel olarak bakıldığında faşizm içeride emekçilere karşı bir iç savaş olmakla kalmamış, genellikle dışarıda da yayılmacı, yağmacı savaşların önünü açmıştır. Birbirini besleyip büyüten bu sarmalı sonlandırmanın yegâne yolu, kapitalist sömürü sistemine son vermekten geçiyor. Faşizme ve militarizme karşı gerçek bir mücadele için birleşik işçi cephesinin inşası büyük önem taşıyor.
link: Oktay Baran, Metropol Ülkelerde de Faşizmin Yükselişi Sürüyor, 1 Ekim 2024, https://marksist.net/node/8362