Gazze savaşı, aradan geçen aylara rağmen hafiflemek şöyle dursun daha da yıkıcılaşıp yayılarak devam ediyor. İsrail sergilediği vahşeti, kendisine dönük saldırılara karşı kendini koruma hakkıyla gerekçelendiriyor. Oysa bu saldırıları doğuran esas faktör, İsrail’in Filistin halkının bölgedeki varlığını ve siyasal haklarını tanımayan, onu gün be gün yok oluşa sürükleyen politikalarıdır. Filistin’in tarihsel topraklarını işgal eden, Filistinlileri kendi topraklarında köleleştirip bütün bir halkı adeta bir yarı açık cezaevine mahkûm eden, bağımsız bir devlet kurmalarını engelleyen Siyonist İsrail devleti ve egemenlerinin, Filistin savaşının haksız tarafında oldukları apaçıktır. Dünyanın tüm emekçilerinin Filistin halkının haklarını savunması elzemdir. Kalbi mazlum Filistin halkının yanında olan milyonlarca emekçinin dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenledikleri gösteriler bu açıdan önemlidir.
Ne var ki, daha başından itibaren vurguladığımız[1] üzere, bu savaş ezilen Filistin halkıyla ezen Siyonist İsrail devleti arasında ve bu güçlerle sınırlı değildir. O nedenle de analizi bir ulusal sorun olan Filistin sorunuyla sınırlamak doğru bir yaklaşım değildir. Filistin toprakları, bugün artık yürüyen emperyalist paylaşım savaşının doğrudan bir cephesi durumundadır. Başta Siyonist İsrail devleti ve onun başındaki faşist koalisyon hükümetini arkalayan Batılı emperyalist güçler olmak üzere, Rusya ve Çin’in başını çektiği emperyalist kutup da yönlendirdikleri güçler dolayımıyla bu savaşın içindedirler. Hizbullah ve Hamas’a arka çıkan İran’ı bu kapsamda ele almak gerektiği gibi, diğer bölge güçleri de bu savaştan nasıl faydalanabileceklerinin hesabı içindedirler.
Dört ayını geride bırakan savaşta, çoğunluğu kadın ve çocuklardan oluşan 30 bine yakın insan öldü, 70 bini aşkını yaralandı. İki milyona yakın insan bombaların tehdidi altında oradan oraya savruluyor, evlerini barklarını terk etmek zorunda kalıyor. Bölgedeki binaların yarısı yıkılmış ve gıda, su, yakıt ve ilaç kıtlığı da çok ciddi bir insani kriz yaratmış durumda. Bu vahşete karşı Güney Afrika’nın başvurusuyla başlayan davada Uluslararası Adalet Divanının verdiği tedbir kararına rağmen bu karar doğrultusunda adım atması gereken Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinden çıt çıkmıyor. Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip iki üyesi olan Çin ve Rusya’dan da anlamlı bir itiraz, savaşı durdurmaya ya da Filistin halkına destek olmaya dönük ciddi bir adım gelmiyor. Birer emperyalist güç olarak her ikisinin de yaptığı tek şey, savaşın kendi çıkarlarına zarar vermemesi için ve doğan koşullardan kendi lehlerine yararlanmak için kimi adımlar atmak ya da girişimlerde bulunmaktan ibarettir. Başka türlüsünü beklemek de abes olurdu. Onlar da rakipleri gibi savaşın kendi arzuladıkları biçim, kapsam ve tempoda ve arzuladıkları sahalarda sürmesini istiyorlar.
Gazze savaşından fırlayan kıvılcımlar Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’e de sıçrıyor. Savaşın tüm bölgeye yayılması, vekilleri aşarak, bölgesel güçleri de kapsayan ve belki büyük güçlerin doğrudan dahlini de içeren bir boyuta sıçrayıp sıçramayacağı tartışılıyor. Her zamanki gibi, üçüncü dünya savaşı mı yaklaşıyor sorusu soruluyor! Biz bu adla anılmayı hak eden bir savaşın zaten çoktan başladığını söylüyoruz. Hiç kuşku yok ki Ortadoğu cephesinde az önceki soruda ifade edilen şekliyle bölgesel bir savaşın yaşanması, kaçınılmaz olarak mevcut dünya savaşını farklı bir düzleme taşır.
Büyük güçlerin doğrudan karşı karşıya gelmeme yaklaşımına rağmen sürecin kendi doğası her an işleri zıvanadan çıkarabilir. Büyük savaşın şu anki en alevli cephesinin Filistin olması ve orada da İsrail’in tavırlarının belirleyici olması, bu riski daha da büyütüyor. Gerek ABD ve İngiltere’den gelen göstermelik ve samimiyetsiz uyarılar, gerekse de AB’li kimi ülke liderlerinin ikiyüzlü açıklamaları büyük oranda danışıklı dövüştür. İsrail’in gözü dönmüş saldırganlığı bölgedeki tüm siyasal fay hatlarında gerilimi daha da arttırmıştır. Dahası bu faylardan bazıları artık harekete de geçmiştir.
Bölgede zaten birkaç cepheden oluşan bir savaş yürümekteyken istikrarsızlık tüm ülkeleri kapsayarak artma eğilimindedir. Suriye ve Irak savaşın eski ama halen dalgalı şekilde canlanıp yatışan aktif cepheleri durumundadır. Savaşın ezilen ulusları kapsayan doğrudan iki cephesi Kürdistan ve Filistin’dir. Yakın zamanda yoğun çatışmalara sahne olan ve ardından bir parça yatışan Yemen’deki savaş da, Filistin cephesiyle birlikte tekrar alevlenmiştir. İsrail, Suriye’ye ve Lübnan’a dönük arkası kesilmeyen hava saldırıları düzenliyor ve bu ülkeleri adeta kendisiyle savaşa zorluyor. Son haftalarda İran ile Pakistan arasında sınır boylarında yaşanan askeri çatışma da bu büyük savaşla bağlantılıdır. Bölgedeki ABD üslerine dönük saldırılar, mezhep gerilimleri ve çatışmaları, uluslararası bir savaş taşeronu olduğu artık iyice açığa çıkmış olan IŞİD’in çeşitli ülkelerdeki saldırıları da bu tabloyu tamamlıyor. Ürdün-Suriye sınırındaki ABD üssüne yapılan saldırının ardından ABD’nin Irak, Suriye ve Yemen’deki İran’la bağlantılı silahlı gruplara dönük hava saldırıları gerilimi daha da tırmandırıyor. Karşılıklı misillemelerle bir şiddet sarmalı yukarı doğru tırmanıyor. Son olarak Suriye ve İran dışişleri bakanları, “İsrail’le savaşa hazır oldukları”nı açıkladılar. Öncesinde birçok Arap ülkesinin kırmızıçizgi ilan ederek uyardığı İsrail, hiçbirini umursamadan Refah kentine dönük bombardımana da başladığı gibi, sadece Hizbullah’ı değil Lübnan devletini de kendisine dönük saldırılardan sorumlu tutarak Lübnan’la yeni bir savaşın kapıda olduğunu açıkladı. Bir kez daha görülüyor ki, Batı emperyalizminin desteklediği Siyonist İsrail devleti orada durduğu sürece Ortadoğu’da barış hayaldir.
Barış ve istikrar temennileriyle üstü örtülen militaristleşme
Tablo buyken, bu tabloyu yaratan sanki kendileri değilmiş gibi, emperyalistlerin resmi temsilcilerinin yaptıkları açıklamalara bakılırsa adeta hepsi barış istiyor! Gerek ABD önderliğindeki Batılı emperyalist kamp gerekse de Rusya-Çin-İran bloku bölgede barış ve istikrarın hüküm sürmesini, mevcut çatışmaların son bulmasını ve en azından bölgeye yayılmamasını istediklerini söylüyorlar. ABD Başkanı Biden da, İran’a dönük doğrudan bir saldırıdan yana olmadığını dile getirip, “Ortadoğu’da daha geniş çaplı bir savaşa ihtiyacımız olduğunu düşünmüyorum; aradığım şey bu değil” dedi. Ama bunları söyleyen kendisi değilmiş gibi, hemen ardından tüm bölgede gerilimi daha da arttıracak saldırılar yapılmasının emrini verdi; İran yanlısı gruplara yüzlerce hava saldırısı düzenlendi.
Barış temennileriyle kendilerini aklamaya çalışsalar da, bal gibi de savaşı daha da yayıp şiddetlendirmekle birbirlerini tehdit ediyorlar; üstelik bu bir tehditten ibaret de kalmıyor. Büyük güçler bu tehditlerle ve çıkarttıkları lokal savaşlarla kozlarını paylaşmaya devam ediyorlar. Böylelikle gerilim ve çatışmaları tırmandırıp karşı tarafı geri adım atmaya ya da bir adım daha ileri gitmemeye zorluyorlar. Bunu kızıştırdıkları lokal savaşların yanı sıra bölgesel güç gösterileriyle, yığınaklarla ve büyük tatbikatlarla yapageldiler bugüne dek. Ne kadar daha ileri gideceklerini kestirmek güç olsa bile kesin olan bir gerçek nicedir orta yerde duruyor: Bu savaş zinciri eklenen yeni halkalarla giderek büyüme ve yayılma eğilimindedir ve kapitalist sistem içerisinde bu eğilimi durdurabilecek etkili bir fren sistemi de bulunmuyor. Zira bu savaşı doğuran tarihsel sistem krizi onu harlamaya devam ediyor.
Savaşın yayılıp derinleşmesi olgusunu, yalnızca yeni çatışma halkalarının büyük savaşa eklenmesi gerçeğinde değil, tüm büyük güçlerin ekonomisindeki militaristleşme eğiliminde de görüyoruz. Küresel askeri harcamalar geçen yıl %9 artarak 2,2 trilyon dolara çıkmıştır. Savaşla ekonominin askerileştirilmesi el ele yürür. Bu yalnızca savaş sanayiinin büyümesi ve ekonomideki payının artması demek değildir, aynı zamanda “sivil üretim” alanlarının da silah ve mühimmat üretmek üzere dönüşümü demektir, insan ihtiyaçları yerine silah üretilmesi demektir, kaynakların savaşa ayrılması ve sosyal hizmetlere ayrılan payların kırpılması demektir. Tüm bunlara ek olarak, askerileşme, askeri disiplin uygulamalarının üretim alanlarında da hâkim kılınması, sendikal hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ya da askıya alınması demektir.
Örneğin, Trump’ın gerek başkanlık döneminde gerekse de şu an yürüttüğü seçim kampanyasında NATO ülkelerine dönük olarak dile getirdiklerini düşünelim. Bu ülkelere hitaben, “faturalarınızı ödeyin, askeri harcamalarınızı arttırın, bedava koruma yok” özlü söylemleri, muhalifleri tarafından “korkunç ve dengesiz” olarak adlandırılıyor. Oysa lümpen bir üslupla söylenmesine rağmen söyledikleri Batı emperyalizminin çıkarlarının ifadesidir. NATO ülkelerinin bir kısmı, milli gelirlerinin %2’si kadar bir askeri harcama gerçekleştirmediklerinden ve NATO’nun ortak bütçesine katkılarını düzenli olarak ödemediklerinden dolayı Trump tarafından sert ve diplomasi dışı bir üslupla eleştirilmişti. Trump yönetiminin bu yöndeki baskısı ve kızışan savaş, birçok ülkenin askeri harcamalarını arttırmasına yol açmış, 31 NATO üyesinden %2’lik harcamayı tutturan üye ülke sayısı, on yıl içinde, 3’ten 11’e çıkmıştı. Türkiye de son dönemde sıçramalı bir şekilde arttırdığı askeri harcamalarıyla hızla bu ülkeler arasına eklenmek üzeredir.
Trump’ın söyledikleriyle NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in söylemleri özde aynıdır. Stoltenberg, üye ülkelerin ekonomilerini militarize etmeleri, savaş sanayinin üretim kapasitesini arttırmaları, sektördeki özel şirketlerle sözleşme yapmayı kolaylaştırmaları gerektiğini söylüyor. Ona göre, Rusya tüm ekonomisini savaşa yönlendirmiştir ve NATO ülkeleri de askeri harcamalarda daha fazlasını yapmalıdır. Dahası Rusya ile uzun sürecek bir savaşa hazırlanılmalıdır: “kendimizi [Rusya’yla] onyıllarca sürebilecek olası bir karşı karşıya gelmeye hazırlamalıyız.” Aynı şekilde Rusya ile NATO arasındaki gerilime atıfla Alman Genelkurmay Başkanı da, “Alman ordusunun beş yıl içinde savaşa hazır hale gelmesi gerektiğini” savunup, “bu beş yıl içinde savaş çıkacağı anlamına gelmiyor ama böyle bir olasılık mevcut” diyor.
Bu söylemler boşa değildir. NATO 90 bin kişiyle “Soğuk Savaş”tan bu yana en büyük askeri tatbikatını yapıyor. Mayıs ayına kadar sürecek bu tatbikata 32 devlet katılıyor. Tatbikat alanı İskandinavya ve Baltık ülkelerinden Polonya, Romanya ve Almanya’ya kadar uzanıyor. “Halklarımız on yıl içinde Rusya’yla savaşa hazır olmalı” açıklaması ve bu tatbikatlar emperyalist savaşın geldiği noktayı ve daha da yayılma eğilimini çıplak bir şekilde ortaya koyuyor.
Daha büyük bir savaşa hazırlanmak sadece askeri üretimi arttırmakla olmaz. Günümüzde emperyalistler, gayet bilinçli olarak halkı daha büyük ve geniş çaplı çatışmalara psikolojik olarak da hazırlamaya çalışıyorlar. Bunun bir boyutu rakip emperyalist güçleri şeytan gibi sunmaktır ki böylelikle halkın savaşa onay vermesi sağlanmak istenir. Bugün Batılı medya harıl harıl bu işle meşguldür.
Diğer bir boyut da insanları savaş zamanlarında karşılaşacakları zorluklara şimdiden kafaca hazırlamak, onları savaşın zorluklarıyla dolu bir dünya fikrine alıştırmaktır. Örneğin, Batı emperyalizminin Rusya’yı ve Putin’i şeytanlaştıran söylemleri nedeniyle, Alman vatandaşlarının çoğunun bir Rus saldırısından korktukları ve bu nedenle nüfusun %40’ının gıda ürünleri stoku yaptığı söyleniyor.
Nicedir yürüyen büyük savaşın dinamiklerini sergiliyor, onun biçim ve yöntemlerini analiz ediyoruz. Bu bağlamda son olarak bir hususu daha vurgulamak istiyoruz. Kuzey Afrika’dan Afganistan’a uzanan Büyük Ortadoğu bölgesini, Karadeniz, Ukrayna ve Kafkasya’yla birlikte düşündüğümüzde, bu büyük bölgede süregelen uzatmalı savaşta sanki hiç sonuç alınmıyormuş görüntüsüne rağmen aslında savaşın çeşitli cephelerinde önemli değişiklikler yaşanıyor. Büyük güçler esasen askeri-teknik koşullardan kaynaklı olarak mecbur kaldıkları bu savaş biçimine rağmen, çeşitli cephelerde karşılıklı hamleler yaparak, rakiplerine geri adım attırabiliyor ya da kazanım elde edebiliyorlar. Fakat bunların kesinleşmemiş sonuçlar olduğu ve değişebileceği açıktır.
Örneğin, Afganistan ve Libya cepheleri şimdilik kapanmış, soğutulmuş ya da ateşkes halindedir. Irak da büyük ölçüde öyle. Diğer bölgeler alevlendiğinden ve Rusya esasen Ukrayna’yla boğuştuğundan Suriye’deki iç savaş cephesinde de durulma söz konusudur (Türkiye’nin Kürtlere dönük saldırganlığı hariç). Ama hepsinde de durumun böyle devam edeceği konusunda bir hükme varılamaz. Keza Yemen cephesi de birkaç ay öncesine kadar aynı durumdaydı, ama bugün yeniden alevlendi.
Başka bir örnek olarak, Ukrayna savaşını düşünelim. Aradan geçen onca zamana rağmen, Batı emperyalizmi Rusya’yı istediği gibi dize getiremedi. Onca destek sağlanan Ukrayna’nın karşı saldırısı da başarısız oldu. Mevcut durumda oluşan statüko, Rusya’nın başlangıçta arzuladığı kimi sonuçlara (Ukrayna’nın NATO’ya alınmasının engellenmesi, ülkenin doğusundaki bağımsızlıkçı Rusların konumunun ve topraklarının garanti altına alınması, Kırım’daki egemenliğinin devamı gibi) ulaştığını gösteriyor. Kimi arzularından da vazgeçmek zorunda kaldığını: Kiev’e girerek mevcut hükümeti ve bağlantılarını tasfiye edip, kendisine bağlı bir hükümet kurdurtmak gibi. Diğer taraftan ABD cephesinden bakılacak olursa, o da bu savaştan kazanımlar elde etmiştir. Başta Almanya olmak üzere genelde Avrupa güçlerinin Rusya karşısında net biçimde konumlandırılmasını sağladı ABD. Daha somut olarak da NATO’ya coğrafi açıdan önemli iki ülkeyi (İsveç ve Finlandiya) dahil etmeyi başardı. Sonuç olarak ne ABD ne de Rusya arzuladıkları nihai hedeflere ulaşamadılar, ama her iki emperyalist taraf da kazanımlar elde ettiler.
Ortadoğu savaşından şu ana dek İran’ın da kazançlı çıktığını söyleyebiliriz. Gazze savaşıyla birlikte Ortadoğu’daki partnerleriyle kurduğu ilişkiyi daha da güçlendirdi; Sünni Arap devletleri ile İsrail-ABD arasında benimsenen yakınlaşmayı şimdilik baltalamış oldu. Uzantısı olan güçlerin çeşitli ülkelerde ABD güçlerine dönük saldırıları[2] İran’a gücünü ve nüfuzunu sergileme imkânı sunuyor. Büyük güçler İran’a dönük doğrudan bir saldırıya girişmediği sürece, tırmanan gerilimden İran da tıpkı Batılı emperyalistler gibi kârlı çıkmanın hesaplarını yapıyor. Bir başka deyişle, tüm diğer küresel ve bölgesel güçler gibi İran da, gerilimi ve çatışmaları kontrollü bir biçimde yükseltme politikası izliyor. İranlı egemenler, yüksek perdeden tehdit savurmalarına rağmen düşman olarak kodladıkları ülkelerle doğrudan bir çatışmaya girişmekten kaçınıyorlar ama bölgedeki vekillerini silahlı çatışmalara itmekten ya da savaşı kızıştıracak adımlar atmaya sevk etmekten de geri durmuyorlar. Irak ve Suriye’de olduğu gibi Hamas aracılığıyla Filistin’de, Husiler aracılığıyla da Yemen’de izledikleri politika budur.
ABD’nin Ortadoğu’daki durumu da farklı bir örnektir. Bu bağlamda, bir kez daha, son haftalarda öne sürülen “ABD Ortadoğu’dan çekiliyor” safsatasını ele almak gerekir. ABD güçlerinin Irak ve Suriye’den çekilmesinin planlandığı iddiaları, sonradan yalanlanmasına rağmen, burjuva basında ve hatta solcu akademisyenlerin analizlerinde dahi yer bulmaya devam ediyor. Vaktiyle Trump da benzer medyatik hedefler koymuş ama sonradan geri adım atılmıştı. Bu çekilme söylemi bir tuzaktır. ABD’nin bölgedeki kara güçlerinin ağırlıklı bölümü Suriye ve Irak’ta değil diğer bölge ülkelerindeki üslerdedir. Yalnızca Kuveyt’teki asker sayısı Irak’takinin 5, Suriye’dekinin 15 katıdır![3] Tabii ki ABD kimi nokta ve bölgelerdeki askerlerinin sayısını azaltabilir, askerlerini bir yerden başka bir yere kaydırabilir. Ama bu ne bölgeden elini çektiği ne de savaşın bittiği ve ABD’nin yenildiği anlamına gelir. Devasa bir donanmaya ve hava gücüne sahip olan, birkaç gün içinde elini her yere uzatabilecek bir askeri güçten bahsediyoruz. Amerikan emperyalizmi başlattığı ve giderek yaydığı dünya savaşında, savaşın cephesi olarak seçtiği bölgeleri yıkarak ilerliyor. Birinden diğerine sıçramak, önceliği bir sonrakine kaydırmak için öncekinin işini tam olarak bitirmeyi ya da oradaki hedeflerine tam olarak ulaşmayı beklemiyor. “Öldü bitti”, “bataklığa saplandı” dedikleri ABD’nin Ortadoğu’yu ne hale getirdiği ortadadır, halen bölgede nasıl cirit attığı, nasıl dilediği noktalarda savaşı hızla alevlendirme potansiyele sahip olduğu da görülmektedir.
Diğer taraftan ABD’nin kendince izlediği taktiklerin ve taktiksel dönüşlerin, onun bölgedeki geleneksel müttefiklerinin bazılarıyla arasının açılmasına yol açtığını da görmemiz gerekir. En bariz örneği Türkiye’dir. Suudi Arabistan ve Irak yönetimini de buna eklemeliyiz. Türkiye ve Suudi Arabistan, ABD’nin etkinliğini, ilişkilerini geliştirdikleri Çin-Rusya blokuyla dengelemeye çalışıyorlar. Aslında yalnızca Gazze savaşıyla birlikte ABD’nin dışişleri bakanı aracılığıyla mekik dokuduğu diplomasi turlarından bir sonuç çıkmaması bile onun bölgedeki yönetimler üzerindeki hegemonyasının sarsılışını anlatıyor. Bu, kaosun büyüyerek devam ettiği anlamına geliyor.
Savaş büyüyerek devam ediyor ve sonu da şimdilik görünmüyor. İşçi sınıfı örgütlenerek ayağa kalkmadığı sürece emperyalistler insanlığı boğmaya devam edecekler. Elif Çağlı’nın dediği gibi:
“… günümüz dünyasının değişen koşulları altında, küresel ölçekteki hegemonya savaşlarının sona ermesi geçmiştekinin basit bir tekrarı biçiminde olmayacaktır. Yenişememek, bitmeyen çekişmeler vb., çok uzun sürecek kaotik bir duruma yol açabilir. İşçi-emekçi kitleleri ilgilendiren temel husus bu kaotik durumun hangi emperyalist gücün üstünlüğüyle sona ereceğine kafa yormak olamaz. Temel sorun, emperyalist-kapitalist sistemin hangi biçimler altında varlığını sürdürebileceğini tartışmak değildir; ona nihai olarak son verebilmektir. Açıkça yaygınlaşma eğilimi gösteren emperyalist savaşlar döneminin kaotik ortamından işçi-emekçi kitleler lehine yegâne çıkış yolu işçi devrimleridir.”[4]
[1] Marksist Tutum, Emperyalist Savaş Kıskacında Filistin Halkı, 12 Ekim 2023, marksist.net/node/8079
[2] Amerikalılara göre, Gazze savaşının başlangıcından bu yana İran destekli milis güçleri Irak ve Suriye’deki ABD güçlerine dönük olarak 165’den fazla saldırı eylemi yaptılar.
[3] Açıkladıkları verilere göre, ABD’nin Irak’ta 2500, Suriye’de 900 askeri varken bunun katlarca fazlası diğer bölge ülkelerindedir: Bahreyn’de 9 bin, Kuveyt’te 13 bin, Katar’da 8 bin. Ayrıca Ürdün, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde de ABD askerlerinin olduğu biliniyor.
[4] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, 29 Kasım 2007, marksist.net/node/1672
link: Oktay Baran, Ortadoğu’da Savaş ve Kaos Büyüyor, 16 Şubat 2024, https://marksist.net/node/8195
Vasfın Değersizleşmesi ve Yükselen Mücadele Dinamikleri
Yaptıkları Yapacaklarına Işık Tutuyor