Türkiye işçi sınıfı, özellikle 2016 sonrasının “Yeni Türkiye”sinde zor sınavlardan, engebeli yollardan geçiyor. İşçi sınıfının mücadelesine ve toplumsal muhalefete indirilen ağır darbeler, patlayan ekonomik kriz, tırmanan enflasyon, yeni baskı ve yasakların gerekçesi haline getirilen pandemi koşulları zaten kaynamakta olan kazanın ateşini iyice harlıyor. Fakat eskilerin söylediği gibi kaynayan kazan kapak tutmaz! İşçi sınıfına yönelik hak gasplarının dozu arttıkça işçilerin de sabrı taşıyor. Özellikle pandemi sürecinde sendikal faaliyetlerin önüne dikilen engeller, dalga dalga büyüyen işten atma saldırıları Türkiye’nin birçok şehrinde, çeşitli işyerlerinde grevlerle, direnişlerle karşılık buldu, bulmaya devam ediyor.
Ancak en temel demokratik ve anayasal hakların bile askıya alındığı ülkede grev ve direnişler devletin kendi hukukunu çiğnemesi pahasına engelleniyor, cezalarla, yasaklarla, polis şiddetiyle bastırılmaya çalışılıyor. Mevcut yasalar sermayenin ve siyasi iktidarın işine geldiği müddetçe işliyor, işlerine gelmeyen yasalar bizzat kendileri tarafından çiğneniyor ya da yeni saldırı paketleri, işçi düşmanı yasalar sermayenin çıkarları doğrultusunda devreye sokuluyor.
Sendikal mücadeleye yönelik saldırıların ve engellerin yeni bir boyuta yükseldiği bu dönemde hak arama mücadelesi veren işçiler türlü hukuksuzluklarla karşı karşıya kalıyorlar. Patronlar yetki alan sendikayı bile tanımayıp toplu sözleşme masasına oturmaktan kaçıyorlar. Yasal grevlerde, grevci işçilerin yerine işçi sokmaya çalışarak üretimi devam ettirmeye, grevi kırmaya çalışıyorlar. Oysa kanun hükümleri açık. 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununa göre işveren bir grev süresince grevci işçinin yerine sürekli ya da geçici başka bir işçi alamaz ya da başkalarını çalıştıramaz. Yani grev kırıcılığı yapmak yasalara göre açıkça suç. Ancak yasa göz göre göre suç işleyen patronlara işlemiyor. Mesela Tekirdağ’da Bel Karper işçilerinin yıllardır yasaların uygulanması için yetkililere yaptığı çağrılar yanıtsız kalırken grev kırıcılığına geçit vermeyen grevci işçilerin önüne patronun bir çağrısıyla jandarma anında dikiliveriyor. Bununla da bitmiyor, yeni işçileri taşıyan araçların önünü kesen ve grev kırıcılığı engellemek isteyen işçilere defalarca para cezası kesiliyor. Yetmiyor, mülki amirler polise, jandarmaya “bu fabrikada üretim devam edecek, bu işçiler bunu engellerse gözaltına alın, müdahale edin, dağıtın” emri vererek otoritenin ve yasaların kim için işlediğini açıkça gösteriyor. Tüm bunlar, işçi sınıfının örgütsüz olduğu ve bir güç olarak görülmediği bugünün koşullarında bir şeyin yasal olmasıyla onun hayata geçirilmesinin farklı şeyler olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.
Tarih sınıfların mücadelesidir! Sınıfların mücadelesi tarihi şekillendirir, toplumsal düzenin sınırları buna göre belirlenir. Adaletin terazisi, sınıflar arasındaki güç dengesine göre tartar. İşçi sınıfının gerçek anlamıyla örgütlü mücadelesinden bahsedildiği dönemlerde demokrasinin ve yasaların sınırları bugün olduğu gibi egemenlerin keyfine bırakılmaz. Sınıf hareketinin güçlü olduğu bir dönemde burjuvazinin yasaları işine geldiği gibi uygulayıp uygulamama serbestisinden bahsedilmez. İşçilerin örgütlü basıncı altında burjuvazi, işçi sınıfı lehine yasaları uygulamak, değiştirmek ve hayata geçirmek zorunda kalır. İşçilerin örgütlü gücünün eridiği bugünkü gibi dönemlerde ise işçiler harekete geçmedikçe ve haklarını talep etmedikçe yasalar kâğıt üzerinde donmuş metinlerden ibarettir.
Bugün sahip olduğumuz, zamanla daraltılan ya da elimizden alınan haklar işçi sınıfının mücadeleyle kazandığı haklardır. Yasaların birçoğu işçiler ve patronlar arasındaki mücadele sonucunda yazılmış, işçilerin mücadele içinde yükselttikleri talepler yasaya dönüşmüştür. Grev ve toplu sözleşme hakkı başta olmak üzere işçi sınıfının temel sendikal ve demokratik haklarının mücadeleyle kazanıldığı, bu uğurda bedellerin, zorlu kavgaların verildiği 1980 öncesi dönem, Türkiye’de sınıf mücadelesinin zirve yaptığı dönemdi. Üzerinden tam 45 yıl geçen DGM direnişi, ekonomik ve demokratik taleplerle kalmayıp siyasi talepleri için de mücadele veren dönemin işçilerinin Türkiye sınıf hareketine kazandırdığı önemli deneyimlerden biridir. İşçilerin DGM’lere karşı yükselttiği bu mücadele örneğini yeniden hatırlamak, sınıf mücadelesi ile yasalar arasındaki bağıntıyı anlamak, demokratik hak ve özgürlüklerin sınıf mücadelesi yükselmeden gelişemeyeceğini kavramak açısından önemli bir örnektir.
DGM direnişinin ışığında bugünü okumak
1970’lerde yükselen işçi hareketini kendi düzenleri için bir tehdit olarak gören sermaye sınıfı, işçi sınıfının birliğini dağıtmak ve devrimci mücadeleyi bastırmak için her yöntemi deniyordu. İşçi sınıfının ve sosyalist hareketin yükselişine karşı etkili bir önleme, mücadelenin önünü kesmek için işlevli bir araca ihtiyaçları vardı. İşçi hareketinin ve devrimci muhalefetin öncü güçlerini etkisiz hale getirmek, toplumsal muhalefeti sindirmek amacıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) dönemin hükümeti tarafından gündeme getirildi. Böylece DGM’lerin kurulmasıyla, özel yetkilerle donatılmış bu olağanüstü mahkemelerde, başka bir tabirle “sınıf mahkemelerinde” öncü güçler “yargı”lanacak, yükselen sınıf hareketi ezilecekti.
Kuruluş yasasının 11 Temmuz 1973’te Resmi Gazete’de yayınlanmasıyla kurulmaya başlanan fakat ciddi itirazlar ve tepkilerle karşılaşıp Anayasa Mahkemesine yapılan başvurular sonucunda 11 Ekim 1975’te iptal edilen Devlet Güvenlik Mahkemelerinin dönemin Milliyetçi Cephe hükümetince yeniden gündeme getirilerek yasallaştırılması planlanıyordu. Öte taraftan Türkiye işçi sınıfı yaygın grev ve direnişler gerçekleştiriyor, eylemler kazanımlarla sonuçlanıyor, sınıf olarak kendine güveni artıyor, ekonomik talepler giderek politikleşiyordu. Sendikal alanda da tercihini yapan işçiler daha mücadeleci bir sendikal anlayışı benimseyen DİSK’te örgütleniyor, DİSK’e üye olan işçilerin sayısında muazzam artışlar yaşanıyordu. DİSK’in organize ettiği ve elli yıldan sonra ilk kez kitlesel olarak kutlanan 1976 1 Mayısından da büyük bir güç ve moralle çıkan Türkiye işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç düzeyinde sıçramalar yaşanırken, hak ve özgürlükler karşıtı DGM yasasını hayata geçirmek kolay olmayacaktı.
DİSK, DGM tasarısı gündeme gelir gelmez fabrikalarda toplantılar düzenleyerek gerçekleri işçilere anlatmaya, tartışmaya, eylem kararlarını işçilerle birlikte almaya başlamıştı. Yasanın iç yüzünü ortaya koyan açıklamalar ve çağrılarla kamuoyunu aydınlatmaya çalışıyor, bildiriler dağıtıyor, işçi sınıfını ve demokrasiden yana tüm kesimleri göreve, ortak mücadeleye çağırıyordu:
“DGM ekonomik, siyasal ve ideolojik derin bir buhran içine giren sermaye sınıfının kendi sınıfsal iktidarlarını korumak için kurduğu açık baskı araçlarıdır. Burjuva yönetimini korumak, bu yönetimin sınıfsal yapısını değiştirecek toplumsal düzen değişikliği için diğer emekçi katmanlarla birlikte iktidar mücadelesi veren işçi sınıfının yükselen sendikal, demokratik, siyasal ve ideolojik örgütlü mücadelesini bastırmakla eş anlamlıdır. Yeni DGM yasa tasarısı kanunlaştığı takdirde Türkiye yeni bir döneme girecek ve olağanüstü «sıkıyönetimsiz sıkıyönetim» dönemi açık bir şekilde başlayacaktır… DGM’nin yeniden kurulmasını önlemek üzere tüm demokratik mücadele yöntemlerini kullanmak gerekmektedir. Bunun için … mücadele etmek başta işçi sınıfı sosyalistleri olmak üzere, demokrasi ve özgürlükten yana tüm ilerici örgüt, güç ve kişilerin en acil somut görevidir.”[*]
DGM’ye karşı güçlü bir muhalefet örmeye çalışan DİSK, 10 Temmuz Bursa mitinginde Türk-İş’e ve meslek odalarına ortak eylem çağrısında bulundu. Türk-İş’in içerisinden ilerici sendikaların ve meslek odalarının, sosyalist örgütlerin ve derneklerin mücadeleye destek vermesiyle “DGM’ye Hayır!” çağrısı büyüdü. Meclis 14 Eylülde DGM yasasını görüşmek üzere toplanırken, aynı gün DİSK teyakkuz durumu çağrısı yaptı. İki günlük toplantı sonrasında DİSK Yönetim Kurulu, yayınladığı 16 Eylül tarihli bir bildiriyle “Genel Yas” kararı ilan etti. “Genel Yas” kararı “iktidarın anayasal ve demokratik yoldan düşürülmesine ve halktan bir iktidarın kurulmasına kadar” sürdürülecekti. 16 Eylülün öğlen saatlerinde yüz binlerce işçinin iş bırakması ve iş yavaşlatmasıyla başlayan DGM direnişi, “DGM’ye Hayır”, “MC’ye Hayır!” sloganlarıyla Türkiye’yi sarsmıştı. İstanbul, Ankara, Bursa, İzmir, Diyarbakır, Adana, Antalya, Mersin ve Manisa’da fabrikalar durmuş, birçok kentte otobüsler çalışmamış, çöpler toplanmamıştı. Birçok demokratik kitle örgütünün, meslek odalarının ve uluslararası sendikaların desteğini alarak büyüyen DGM direnişinin ilk gününe katılım 100 bin civarındayken sonraki günlerde 300 bini aştı.
Direnişin etkisi büyürken panik halindeki patron ve patron örgütleri de boş durmadı. TİSK ve MESS’e bağlı bulunan işyerlerinde yüzlerce işçi işten atıldı, atılan işçilerin listesi diğer işyerlerine gönderilerek kara listeler hazırlandı. 20 Eylülde eyleme destek verenler tutuklanmaya başlanmıştı. 22 Eylülde ise gıyabi tutuklama kararı bulunan Kemal Türkler ve DİSK yöneticileri mahkemeye çıkarıldı, ertesi gün ise serbest bırakıldılar. Aynı gün DGM direnişine katıldıkları gerekçesiyle işten atılan ancak işten atma saldırısına tüm fabrika işçileri olarak karşı koyan Profilo işçileri direnişe geçmiş, işçilerle polis ve jandarma arasında çatışmalar yaşanmıştı. Çatışmalarda Yakup Keser isimli bir işçi polis tarafından vurularak öldürülmüş ama işçiler geri adım atmamıştı.
Eylemler etkisini göstermişti. DGM yasa tasarısı mecliste görüşülememiş, gerekli süre içinde yasalaşamadığı için 11 Ekim 1976’da düşmüştü. 12 Eylül Anayasasıyla geri dönmek üzere ortadan kalkan DGM yasasına karşı başlatılan 16-20 Eylül DGM Direnişi, 1977 MESS grevlerinin de önemli kalkış noktalarından biri olacaktı. “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te!” diyen işçiler, işçi hareketini boğmayı hedef alan yasayı ve DGM’yi ezdiler, örgütlülük ve mücadele düzeyi yükseldikçe yasaların çerçevesini işçi sınıfının lehine genişletmeye devam ettiler.
İşçi sınıfının tarihsel ve güncel deneyimleriyle sabittir ki, “hak verilmez alınır”! Ve işçi sınıfının hak arama mücadelesi, meşruiyetini yasalardan değil haklılığından alır. Bu haklı mücadele doğrultusunda kavga vererek, bedel ödeyerek burjuva yasal çerçeveyi değiştirir, genişletir, yeni demokratik haklar elde eder. Mücadelenin yükseldiği dönemlerde burjuvazinin yasal sınırları işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle aşılmış, mücadelenin sekteye uğradığı dönemlerde ise yasalar daraltılmakla kalmayıp yasada yer alan hakların kullanılması dahi engellenmiştir. 1960’lar gibi geç bir tarihte filiz veren ve daha dallanıp budaklanamadan darbelerle, yasaklarla ezilen Türkiye sınıf hareketi, uzun ve köklü bir geleneği olmamasına rağmen bu gerçekleri hatırlatacak ve bugüne ışık tutacak nice deneyimlerle ve derslerle doludur.
Hakkın kutsal devlet ve devletlûların lütfu ve ihsanı olarak kabul edildiği, “hak talep etme” eylemine “yasal mı değil mi?” sorgulamasından geçmeden kalkışılmadığı, işçi sınıfının tarihsel bellek yitimine uğradığı bu topraklarda dünü ve bugünü birbirine bağlayacak ve önümüzü görmemizi sağlayacak tarihsel ders ve örneklere başvurmak bir zarurettir. Yasaların tümüyle kâğıt üzerinde kaldığı bu rejim altında, “yetkililerden” hakkımızın teslim edilmesini beklemenin beyhudeliği ortadadır. Tarihsel örnekler gösteriyor ki yasaları işçi ve emekçiler lehine hayata geçiren egemenler değil işçilerin mücadelesidir.
Her türlü sosyal, siyasal ve demokratik hakkın gasp edildiği, sınıf mücadelesinin diplerde seyrettiği, hak aramanın bile “teröristlik”le özdeşleştiği bugünün Türkiye’sinde Trakya’dan Urfa’ya birçok şehirde mücadeleye atılan, direnen işçiler var. Toplumsal çelişkiler arttıkça, hak gaspları çoğaldıkça ve çürüyen rejimin saraylarından pis kokular yükseldikçe, sesini yükseltenlerin sayısı, işyerlerinde sendikalaşma isteği ve çabası da artıyor. Elbette kazandaki suyun kapağı attıracak şiddette kaynaması için mücadele ateşinin yeni odunlarla harlanması ve bugünün dünün deneyimlerinin süzgecinden geçirilmesi gerekiyor.
45. yılında DGM direnişi gösteriyor ki, grev kırıcılığı yapanların, sendikal ve örgütlenme hakkını çiğneyenlerin, işçileri işsizlik ve yoksulluğa mahkûm edip kendileri sefahat içinde yaşayanların, doğayı rant uğruna talan edenlerin, haksızlık ve hukuksuzlukta sınır tanımayanların bu pervasızlığı ve arsızlığı, karşılarında yeterince güçlü bir sınıf hareketi olmayışından ve işçi sınıfının tokadını henüz tatmayışlarından kaynaklanıyor. Geniş ve güçlü bir muhalefet odağı oluşturarak yasaların işleyişini yönlendiren DİSK ve DGM direnişi yeniden hatırlatıyor ki, mücadeleci sendikalar ve güçlü bir sınıf hareketi yaratılmadan hak ve demokrasi bilinci gelişmeyecek, topluma nefes aldıracak özgürlük ve demokrasi ortamı yeşermeyecek!
[*] DİSK dergisi, Temmuz 1976, “Demokrasi Savaşımına Karşıt Devlet Güvenlik Mahkemeleri Sınıf Mahkemeleridir”, https://tustav.org/.../1976-07_25.pdf
link: Suna Akaltan, DGM Direnişinin 45. Yıldönümünde Yasalar ve Sınıf Mücadelesi, 25 Eylül 2021, https://marksist.net/node/7468
“Ne Kadar Sol, Komünist Varsa…”
HDP’den “Adalete, Demokrasiye, Barışa Çağrı” Deklarasyonu