İngiliz ordusu, 38 yıldır işgal altında tuttuğu Kuzey İrlanda’dan, geride 5 bin kişilik bir birlik bırakarak 31 Temmuzda çekildi. İngiliz birlikleri, 1969 Ağustosunda, Katoliklerle Protestanlar arasındaki çatışmaları engelleme bahanesiyle Kuzey İrlanda’ya girmiş ve orada onyıllar boyunca devam edecek büyük bir devlet terörü dalgası başlatmışlardı. İngiliz ordusunun bu harekâtı işbirlikçi Protestan liderlerden tam destek görürken, en çok acıya, İrlanda Cumhuriyet Ordusu’nun da (IRA – Irish Republican Army) içinden çıktığı Katolikler maruz kalmışlardı.
Bu çekilmeyi hazırlayan sürecin kabaca 1998 yılında başladığı söylenebilir. 1998 yılında İngiliz hükümeti ile IRA arasında imzalanan “Hayırlı Cuma” Anlaşmasıyla, İrlanda sorununda yeni bir aşamaya girildi ve bu sürecin bir uzantısı olarak IRA, 2005 Temmuzunda silahlı mücadeleye son verdiğini açıkladı. O tarihten beri İngiliz birlikleri Kuzey İrlanda sokaklarında dolaşmayı kesseler de çekilme işlemi tamamlanmamıştı. Kuzey İrlanda’ya yönelik harekâtın tepe noktasına ulaştığı dönemlerde İngiltere’nin bu ülkede 27 bin askeri ve 106 askeri üssü bulunuyordu. Bu sayı zamanla azaltılmış ve iki yıl önce üs sayısı 44’e düşürülmüştü. Geçtiğimiz ay gerçekleşen çekilmeyle birlikte, 5 bin kişilik bir askeri birlik dışında İngiliz işgal ordusu, İrlandalıları baskı altında tutma görevini, yeniden yapılandırılan polis gücüne bırakmış oldu.
Hayırlı Cuma Anlaşmasını izleyen süreçte, İngiliz sömürgeciliğinin tarifsiz acılar yaşattığı İrlandalıların kuzeyde kendi bölgesel parlamentolarına kavuşması büyük bir heyecan yaratmıştı. Ne var ki tarihinde örneklerine sıkça rastlandığı gibi, İngiltere, Katoliklerle Protestanların uzlaşmaya varamaması, IRA’nın silah bırakmaması gibi çeşitli bahaneler ileri sürerek bu parlamentoyu sürekli askıya aldı. Bunun yanı sıra o dönemde İngiltere, Hayırlı Cuma Anlaşmasını ihlal ederek askeri birliklerini çekme işlemini de hemen başlatmadı.
1998 ve 2003’te gerçekleştirilen seçimlerin ardından Kuzey İrlandalılar geçtiğimiz Mart ayında bir kez daha parlamento seçimine gittiler. IRA’nın Ocak 2007’de polis teşkilatının yeni yapılanmasını kabul ettiğini açıklamasının ardından yapılan parlamento seçimleri, kuzeyli Katoliklerle Protestanların ortak bir yönetim oluşturmalarıyla sonuçlandı. Sosyalist partilerin ve bağımsız adayların oy oranlarının oldukça düşük seviyelerde seyrettiği bu seçimlerde, Demokratik Birlik Partisi (DUP) %30,1, IRA’nın siyasi kanadı olan Sinn Fein %26,2, Ulster Birlik Partisi (UUP) %14,9 ve Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SDLP) %15,2 oranında oy almıştı. DUP ve UUP, İngiltere ile birlikten yana olan Protestanların destekledikleri partilerken, Sinn Fein ve SDLP’yi bağımsızlık yanlısı Katolikler destekliyorlar. Nüfusu 1 milyon 700 bin civarında olan Kuzey İrlanda’da, seçimlerin ardından oluşturulan ortak yönetimin başkanlığını DUP üstlenirken, başkan vekilliği Sinn Fein’e verildi.
Bütün bu gelişmelere bakarak, gelinen süreci İrlanda sorununun geri dönüşsüz bir çözüm yoluna girdiğinin göstergesi olarak değerlendirenler hiç de az değil. Oysa İrlanda’nın İngiliz oyunlarıyla dolu acı tarihi, işçi ve emekçi sınıfları bu kadar iyimser olunmaması konusunda uyarmaktadır. Nitekim tarihe baktığımızda bu tür adımların ilk kez atılmadığını, İrlanda halkınınsa her seferinde yerli ve işgalci egemen sınıfların mülkiyet çıkarlarının kurbanı olduğunu görürüz.
Burada, İngiliz emperyalizminin katlettiği İrlandalı devrimci Marksist James Connolly’nin, bugün olduğu gibi “yerinden yönetim” uygulamasıyla gözü boyanarak devrimci politikayı terk etme eğilimine giren anlayışlar karşısında yaptığı şu uyarıyı hatırlamamak elde değil: “Yalnızca siyasal bir Cumhuriyeti hedef alıp bu yolda ilerleyen bir parti, kurnaz bir İngiliz devlet adamının göz boyayıcı bir yerinden yönetim kararnamesi ile taviz verirmiş gibi yapıp kritik anı geçirmesi ve böylece devrimci güçleri dağıtması tehlikesi ile daima karşı karşıya olacaktır.” (“Yurtseverlik ve Emek” (1897), Seçme Yazılar, Belge Y.,1980, s.27)
İngiltere’nin ilk sömürgesi
İrlanda’da İngiliz egemenliğinin kökleri 1170’li yıllara kadar geri gidiyor. Yaklaşık 850 yıl öncesine uzanan İngiliz istilası, İrlanda’nın ilk İngiliz sömürgesi olmasıyla sonuçlanırken, İngiltere’nin ve onun işbirlikçisi mülk sahibi egemen sınıfların zulmü altında inleyen İrlanda halkının kültürü, dili ve dini üzerindeki baskılar da hep devam etmiştir.
İngiltere sömürgeci politikalarını, esas olarak, besleyip büyüttüğü ve kendine bağladığı Protestan mülk sahipleri üzerinden yürütmüştür. 1500’lerin ortalarından itibaren, İngiltere’ye boyun eğmeyen İrlandalı toprak sahiplerinin ve manastırların el konan topraklarının İrlanda dışından getirilen Protestan çiftçilere dağıtılmasıyla bu ülkede yeni bir toprak sahibi sınıf yaratılmıştır. Bu sınıfa öylesine büyük ayrıcalık tanınmıştır ki, 1641’de Katoliklerin elinde bulunan topraklar toplam arazilerin %59’unu oluştururken, sadece 60 yıl sonra, 1703’te, bu oran %14’e düşecektir. O yıla gelindiğinde, tarım arazilerine koşut biçimde siyasal egemenliği de tümüyle ele geçirmiş bulunan Protestanların nüfus içindeki ağırlıkları ise sadece %10’dur.
İrlanda’da ulusal kurtuluş hareketinin tarihiyse, Amerikan devrimine ve ardından gerçekleşen 1789 Fransız devrimine uzanmaktadır. Fakat özellikle Amerikan bağımsızlık savaşının (1775-1783) başarıyla sonuçlanmasının bir ifadesi olan Amerikan devrimi, İrlanda’nın sömürge halkı açısından, İngiltere’nin yenilmezliğine dair yaygın kanının yerle bir olmasına yol açmıştır. İngiltere, Amerika’daki yenilgisinin ardından, İrlanda’da giderek güçlenen Katolik mülk sahiplerini kontrol altında tutmak amacıyla onlara birtakım ayrıcalıklar tanımak zorunda kalmıştır. Ne var ki İngiliz sömürgeciliği bu ayrıcalıkları tanıyarak ulusal sorunu ortadan kaldıramamıştır. Bundan sonra İrlanda’nın tarihi ayaklanmalarla ve kanlı bastırmalarla dolu olarak ilerleyecektir. Tanınan haklarsa kısa sürede fazlasıyla geri alınacaktır. Nitekim İngiltere, 1801 yılında çıkardığı Birleşme Yasasıyla, İrlanda’yı İngiltere ile tek taht ve parlamento altında birleştirmiş, böylece kökeni 1297 gibi çok erken tarihlere uzanan İrlanda parlamentosu da kapatılmıştır. Yine bu yasa gereği İrlandalıların İngiliz parlamentosunda belirli bir oranda temsil edilmeleri gerekirken, Katolikler temsil sürecinin dışında bırakılmışlardır.
Birleşmeyi izleyen dönemde, bir tarım-köylü ülkesi olan İrlanda, İngiltere’nin serbest ticaret uygulamalarının tarım ürünlerinin fiyatını aniden düşürmesinin ardından muazzam bir yıkıma sürüklenir. Toprak sahiplerinin topraklarını kiralayacak çiftçi bulamamaları nedeniyle iflasa sürüklenmeleri, bu dönemde arazilerin büyük ölçekli el değiştirmelerine de yol açar. Açlık ve yoksullukla baş edemeyen yüz binlerce İrlandalı çareyi İngiltere ve ABD’ye göç etmekte bulur. Bu arada İngiltere’nin İrlandalılar üzerindeki baskı ve şiddet politikası da hız kazanarak devam etmektedir. İrlanda’ya bir ziyaret gerçekleştiren Engels, 23 Mayıs 1856’da Marx’a yazdığı mektupta, bu ülke hakkında şu gözlemlerde bulunur:
“Jandarmalar, rahipler, avukatlar, bürokratlar, taşra eşrafı aramadığın kadar bol, sanayinin ise zerresi yok, öyle ki köylünün yoksulluğu bu resmi tamamlamasa, tüm bu asalak otlar nereden besleniyor, anlamak güç olurdu. «İnzibat önlemleri» ülkenin her yanında apaçık görünüyor, hükümet her şeye burnunu sokuyor; şu öz-yönetim denen şeyden iz yok. İrlanda ilk İngiliz sömürgesi sayılabilir; yakınlığı nedeniyle de hâlâ eski tarzda yönetilen bir yer olarak kabul edilebilir. İngiliz yurttaşlarının özgürlüğü denen şeyin, sömürgeler üzerindeki baskıya dayandığını insan burada açıkça görüyor. Hiçbir ülkede bu kadar çok jandarmayı bir arada görmedim.”
İngiltere’nin İrlanda’yı egemenlik altında tutmak için başvurduğu politikalardan biri de, ünlü “böl ve yönet” taktiğidir. Protestanları destekleyerek Katoliklere karşı kışkırtmak ve böylece emekçi sınıfları din temelinde bölerek ortak mücadele yürütmelerini engellemek bu taktiğin pratikteki uygulaması olarak hayat bulacaktır İrlanda’da. İrlanda’nın Mayo kontu Lord Lieutenant’ın 1867’de dönemin İngiliz maliye bakanı Disraeli’ye yazdığı şu satırlar bu politikayı açıkça dile getirmektedir:
“İrlanda yönetmek bakımından cehennemi bir ülke… Yönetmenin tek yolu, sert bir biçimde bir kesimi diğer kesime karşı kızıştırmak, onları dövüş horozları gibi tutmak ve sonra birini desteklemekten ibaret olan eski plan (buna teşebbüs etmeyeceğim). Sizden beni Hindistan’a göndermenizi rica ediyorum. İrlanda her türlü ünün mezarıdır.”
Lord çareyi Hindistan’a kaçmakta aramışsa da, İngiltere İrlanda’da bu eski planı uygulamaktan günümüze kadar hiç çekinmemiştir.
19. yüzyıl boyunca geri bir tarım ülkesi olmanın ötesine geçemeyen ve toprak meselesinin önemli bir yer tuttuğu İrlanda’da, bu sorun, 1881-1903 yılları arasında gerçekleştirilen toprak reformlarıyla çözülür. 1870’te İrlandalı çiftçilerin sadece %3’ü kendi topraklarının sahibiyken, bu oran 1898’de %29’a, 1918’de ise %64’e çıkar. Bu reformların derdine derman olmadığı yoksul köylüye ise, kapitalist gelişmenin temel kuralı olarak, proleterleşmek dışında bir çıkış kapısı kalmaz. Bu süreç, İrlanda’nın artık daha güçlü bir proletarya ile tanışmasıyla ve toprak reformuyla birlikte mülk sahibi haline gelen küçük çiftçilerin giderek daha tutucu hale gelmeleriyle ilerleyecektir.
20. yüzyıla yaklaşılırken İrlanda, özellikle kuzey bölgelerinde sanayinin ve dolayısıyla proletaryanın gelişmeye başladığı bir ülke halini almıştır. Örneğin 1800’de nüfusu 20 bin olan Belfast, yeni yüzyıla girildiğinde 20 kat büyüyerek 400 bin nüfuslu bir sanayi kenti durumuna gelmiştir. İlerleyen yıllarda, bu gelişme, ulusal sorunun çözüm yönteminin ve biçiminin de temel belirleyeni olacaktır. İngiliz emperyalizmi, tersane ve tekstil sektörü başta olmak üzere güçlü bir sanayi ve liman bölgesi olan bu bölgeyi İrlandalılara kaptırmamak için elinden geleni yapacaktır.
İşçi hareketinin yükselişi ve James Connolly
20. yüzyıla gelindiğinde İrlanda’da gerçek bir devrimci gücün, proletaryanın artık rüştünü ispat eder bir olgunluk düzeyine ulaşmış olması, aynı zamanda, ulusal soruna farklı çözüm arayışlarına ve sınıfsal sorunun ülke gündeminin ilk sıralarına oturmasına da yol açmıştır. Birinci Dünya Savaşını önceleyen yıllarda yükselen işçi hareketi, proletaryanın olgunlaşma düzeyindeki bu değişimin somut bir göstergesidir.
Aslında İrlandalı işçilerin Birinci Enternasyonal’in kuruluş dönemine uzanan bir devrimci geleneği söz konusudur. Kuruluşundan altı yıl sonra, 1870’te, Birinci Enternasyonal tüm İrlanda’da örgütlenmişti. Enternasyonal’in o dönemde yürüttüğü kampanyalardan biri de İngiltere zindanlarına atılan İrlandalı politik tutsakların özgürlüklerine kavuşmasıydı. Enternasyonal, İrlanda halkının kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını da istiyordu.
Burada Marx’ın İrlanda ulusal sorununa ilişkin düşüncelerine kısaca değinmekte fayda var. Marx, önceleri İrlanda’nın kurtuluşunun esas olarak İngiliz işçi sınıfı hareketinin yükselişiyle mümkün olabileceğine inanmaktaydı. Ne var ki, ilerleyen yıllarda, kendi ifadesiyle “sorunu daha derinlemesine incelediğinde”, bu fikrini değiştirdi. Nitekim Engels’e yazdığı 2 Kasım 1867 tarihli mektubunda, eskiden İrlanda’nın İngiltere’den ayrılmasını olanaksız olarak düşündüğünü, ama artık bunu kaçınılmaz gördüğünü söylüyordu. Aynı yıl kaleme aldığı bir başka mektubunda da, İrlandalıların ihtiyaç duydukları şeyi, tarım devriminin yanı sıra özyönetim ve İngiltere’den bağımsızlık olarak sıralıyordu.
Yine Engels’e yazdığı 10 Aralık 1869 tarihli mektubunda, Marx, İngiliz işçi sınıfının İrlanda kurtulmadıkça hiçbir şey başaramayacağını ve bunun için İrlanda’nın bir kaldıraç olacağını savunur. Ona göre, İngiltere’deki İngiliz gericiliğinin kökleri İrlanda’ya boyun eğdirilmesinde yatmaktadır.
İlerleyen yıllarda, Marx ve Engels’in devrimci çizgisini İrlanda’ya taşıyan en önemli isim İrlandalı sosyalist James Connolly idi. Bir ezilen ulus sosyalisti olan James Connolly, İrlanda’da ulusal soruna burjuva ve küçük-burjuva çözümler arayanlardan farklı olarak, ulusal sorunu işçi sınıfının kurtuluşu sorunuyla bağlantılı ele alan proleter devrimci anlayış temelinde bir mücadele yürüttü. 1896’da, İrlanda Sosyalist Cumhuriyetçi Partisini kuran Connolly’nin hedefi, İrlanda’da bağımsız bir sosyalist cumhuriyetin kurulmasıydı. 1897 Ocağında yazdığı Sosyalizm ve Milliyetçilik adlı yazısında şöyle diyordu:
“Benim, ülkemiz halkının ideal olarak karşılarına koymalarını dilediğim cumhuriyet öyle bir cumhuriyet olmalıdır ki, yalnızca adından söz edilmesi bile, her çağda, her ülkenin ezilenleri için bir işaret ateşi oluşturmalı, uğruna harcanan çabaların ödülü olarak her çağda özgürlük ve bereket vaat etmelidir. … İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkartıp yeşil bayrağı Dublin kalesine çekseniz bile, sosyalist cumhuriyetin kurulmasına yönelmiş değilseniz tüm çabalarınız boşa gidecektir. … İngiltere gene mahvınıza dek size hükmedecektir – davasına ihanet ettiğiniz o Özgürlük tapınağında dudaklarınız riyakâr bir saygı sunarken bile.” (Seçme Yazılar, s.18-20)
Sendikal ve siyasal faaliyetlerine bir süre Amerika’da devam eden Connolly, daha sonra İrlanda’ya dönmüş ve yoldaşlarıyla birlikte İrlanda Nakliye ve Genel İşçi Sendikası ITGWU’yu kurmuştu. Amacı Katolik ve Protestan işçilerin ortak mücadele yürütmelerini ve sendikal birliğini sağlamaktı. 1913’te, ITGWU’ya üye olmak isteyen 20 bin Dublinli işçinin patronların sendikadan istifa edin tehditlerine boyun eğmedikleri için işten atılması, o dönemde kitlesel bir işçi hareketine yol açmıştı. Bu hareketin kanlı bir şekilde bastırılması karşısında Connolly öncülüğündeki İrlandalı işçiler, Avrupa’nın ilk Kızıl Ordusu olan İrlanda Yurttaş Ordusunu kurdular. Bu ordu, sendikalı işçilerin patronlara ve polise karşı silahlı savunma birliğini oluşturan bir işçi milisiydi. Paskalya Ayaklanmasının kanlı bir şekilde bastırılmasına dek varlığını güçlenerek sürdürecek olan Yurttaş Ordusuna ilişkin olarak Connolly 1915’te şunları söylemekteydi:
“İrlanda işçi sınıfının silahlı örgütü İrlanda’da bir olgudur. Şimdiye kadar, İrlandalı işçiler, efendileri önderliğindeki orduların parçası olarak savaştılar, asla kendi sınıflarından birinin yönettiği, eğittiği ve esin verdiği bir ordunun üyesi olarak değil. Şimdi, ellerinde silahla, kendi yollarını çizmeyi, kendi geleceklerini şekillendirmeyi amaçlıyorlar.” (Yurttaş Ordusu İçin)
Ulusal kurtuluş mücadelesini emekçi sınıflar açısından değerlendiren Connolly, İrlanda’da kapitalist temellerde bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasının, İrlanda’nın geniş emekçi kitlelerinin sorunlarını çözmeye yetmeyeceğini savunuyordu. O, proletaryayı, bağımsız bir işçi cumhuriyeti için örgütlenmeye ve mücadele yürütmeye çağırıyordu. İrlanda’nın özgür geleceğinin üzerinde yükseleceği tek temelin İrlanda işçi sınıfı olduğunu söyleyen Connolly, 1916 Paskalya Ayaklanmasının hemen öncesinde yazdığı bir yazıda İrlanda işçi sınıfına şöyle sesleniyordu:
“Emeğin davası İrlanda’nın davasıdır. İrlanda’nın davası emeğin davasıdır. Bunlar birbirinden ayrılamaz. İrlanda özgürlük peşindedir. Emek, özgür İrlanda’nın kendi kaderinin tek sultanı, toprağı üstündeki ve içindeki her maddenin en yüksek maliki olması peşindedir. … Bir ulus için böylesine yüce ve kutsal bir işlev gören biz işçi sınıfına, sınıfımızın ihtiyacı olan ulusal güçlerin özgürce gelişmesinin ilk talebi olan ulusun yabancı boyunduruğundan kurtulması için savaşmak yakışmaz mı? Pek güzel yakışır. Dolayısıyla 16 Nisan Pazar günü İrlanda’nın yeşil bayrağı, özgürlüğe inancımızın simgesi, Dublin işçi sınıfının İrlanda davası için ayakta ve İrlanda davasının ayrı ve özgün bir ulus davası olduğunu tüm dünyaya ilanının işareti olarak merasimle Liberty Hall’ın tepesine çekilecektir.” (“İrlanda Bayrağı”, Seçme Yazılar, s.41)
Ve bu çağrıya uyan 1500 silahlı devrimci 24 Nisanda başlayan Paskalya bayramında ayaklanarak, Dublin’in stratejik binalarını ele geçirirler. Ayaklanmanın asıl gücünü Yurttaş Ordusuna bağlı işçiler oluştururken bunların komutanlığını Connolly yapar. Bir hafta boyunca devam eden ve İngiliz emperyalizminin büyük bir vahşetle bastırdığı bu ayaklanma tarihe Paskalya Ayaklaması olarak geçecektir.
Ayaklanmanın kanlı bir şekilde bastırılmasının ardından, hareketin bütün liderleri ve ayaklanmaya katılan 90 işçi ölüm cezasına çarptırılırken, binlerce İrlandalı, İngiltere ve İrlanda’da hapse atılır. Ayaklanma sırasında yaralanan ve arkadaşlarını kurtarmak için teslim olan Connolly de ölüm cezasına çarptırılanlar arasındadır. Connolly, 12 Mayıs 1916’da, ayağındaki kangrenin ilerlemesinden dolayı oturur vaziyette duramadığı sandalyeye iple bağlanıp kurşuna dizilerek katledilir.
Lenin’in de işaret ettiği gibi, İrlandalıların talihsizliği, bu ayaklanmanın Avrupa proletaryasının ayaklanmasının henüz olgunlaşmadığı bir döneme denk gelmesiydi. İrlanda işçi sınıfının ve onun devrimci önderlerinin, bu ayaklanmadan bir yıl sonra Rusya’da gerçekleşecek olan Ekim Devriminin dünyayı saran ateşinden ihtiyaç duydukları enerjiyi ve desteği alabilme şansları olsaydı, olayların gidişatı tümüyle farklı bir seyir izleyebilirdi.
Paskalya Ayaklanması yenilse de, İrlanda tarihi açısından bir dönüm noktası oluşturmuştur. Geriye muazzam bir mücadele geleneği bırakan bu ayaklanmanın kahramanları devrimci emekçilerdir, ama onun yaktığı ateşin meyvelerini toplayan ne yazık ki İrlanda burjuvazisi olmuştur. Connolly’nin ölümünün ardından proleter devrimci çizgi güç yitirerek yerini burjuva ve küçük-burjuva eğilimlere bırakır. Sinn Fein’in önderliğinde yürütülen ve 3,5 yıl devam eden gerilla mücadelesinin ardından İngiltere anlaşma masasına oturmak zorunda kalır. Yürütülen müzakereler sonucunda, 1920’de, İrlanda’nın bölünmesi pahasına, güneye “yerinden yönetim” hakkı tanınır ve ardından 1922’de güneyde bağımsız bir devlet kurulur. Adanın kuzeyi ise İngiltere’ye bırakılır. Gerek ekonomik, gerek stratejik nedenlerle kuzeyi kaybetmeye asla razı olmayan İngiltere, böylece adanın geri güney kesimini İrlandalılara bırakıp, nüfusunun yarıya yakınını Protestanların oluşturduğu sanayi ve liman bölgesini elinde tutmuş olur.
İrlanda işçi sınıfının ortak bir mücadele örgütleyememesinin ve ulusal kurtuluş mücadelesinin işçi sınıfı önderliğinde bir toplumsal kurtuluş mücadelesine dönüştürülememesinin bedelini, o günden bu yana Kuzey’in emekçi sınıfları ödemektedir. Ayrılmayı izleyen ilk iki yıl içinde, İngiliz emperyalizminin kışkırtmasıyla Katoliklere yönelik büyük bir kıyım kampanyası başlatan İngiliz işbirlikçisi Protestan kesimler, ilerleyen tarihlerde de bu tür katliamlar için bir maşa olarak kullanılmıştır. Güney’in burjuvazisi ise, kendi çıkarlarını garanti altına aldığı ulus-devletine kavuşunca, İngiltere’yle bozuşup rahatı kaçmasın diye kuzeyde devam eden ulusal sorunu ve insanlık dramını görmezden gelme yolunu tutmuş ve birlik talebinden tümüyle vazgeçmiştir.
“Devrim asla pratik değildir; ta ki devrim saati çalana dek”
Bugün Kuzey İrlanda’da ulusal sorun, her an yeniden alevlenmeye hazır bir durumda, çözülmeksizin varlığını korumaya devam ediyor. İşçi sınıfının Katoliklik ve Protestanlık temelinde bölünmüşlüğünün egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda giderek daha da keskinleşmesi ise bu sorunun, işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda çözülmesini mevcut aşamada oldukça güçleştiriyor. Bunun temel nedeni elbette, sınıfın gerek İngiltere gerekse İrlanda ölçeğinde güçlü bir devrimci politik örgütlülükten yoksun durumda bulunmasıdır.
Günümüzde, bağımsız bir devlet olan Güney İrlanda’nın nüfusunun %92’si Katolikken, adanın İngiliz sömürgesi durumundaki kuzeyinde Protestanlarla Katolikler yaklaşık aynı oranda bulunuyorlar. Burjuvazi, kuzeydeki bu iki kesimi yerleşim yerleri itibarıyla birbirinden mümkün olduğunca yalıtıklaştırma politikası güderek, işçi sınıfının birliğini engellemeye ve düşmanlık tohumlarını güçlendirmeye çalışıyor.
Bu durum küçük-burjuva çevreleri, bu ölçüde bölünmüş bir işçi sınıfının birliğinin asla sağlanamayacağı ve düşmanlığın çok güçlü olduğu düşüncesinden hareketle karamsarlığa itiyor. İrlanda’da bir işçi devriminin “pratik olmadığı” ve ütopik olduğu sonucuna varmalarına da yol açıyor. Bu görüşler kuşkusuz yeni değildir. İrlanda’da yüz yılı aşkın bir süredir, soruna hangi sınıfın bakış açısından bakıldığına ve nasıl bir mücadele anlayışı benimsendiğine bağlı olarak, bu konuda da bir saflaşma yaşanmıştır. Kimileri küçük-burjuva çözüm arayışlarının girdabında debelenip her seferinde burjuvazinin kazığını yerken, kimileri de Connolly gibi, Marksist bir yaklaşımla, “pratik” görülmeyen şeyi pratik hale getirmeye çalışmışlardır. Onun yüz yıl önce yaptığı şu çağrı, bugün de işçi sınıfı için güncelliğini korumaya devam ediyor; üstelik sadece İrlanda işçi sınıfı için değil:
“Devrim asla pratik değildir; ta ki devrim saati çalana dek. O zaman sadece o pratiktir ve muhafazakârların ve uzlaşmacıların tüm çabaları, insanın en hayali ve en boş tasavvurları haline gelir. Haydi çalışalım, düşünelim ve umut edelim o saat için; haydi şimdiki rahatımızı şanlı bir geri alış umuduyla rehine verelim o saat için; haydi köle sahiplerimizin pratik dediği –köleliğimizin sürdürülmesi için pratik– iksirlere gülüp geçecek denli zekice hazırlayalım emeğin ordularını o saat için; emek hiçbir efendi tanımayana dek onurunun olmayacağını daima hatırlayarak, haydi sürekli tetikteki nöbetçiler gibi dikkat kesilelim insanlık tarihinin o en yüce krizi için.”
link: İlkay Meriç, Kuzey İrlanda’da İngiliz Oyunu Sürüyor, 7 Eylül 2007, https://marksist.net/node/7220
Tersane İşçileri
Mevsimlik Umutlar