İçinde bulunduğumuz 2020 yılının başlarından bu yana dünya gündeminin ana maddesi olan Covid-19 salgınında resmi verilere göre ölenlerin sayısı dünya çapında 1 milyonu, toplam vaka sayısı da 35 milyonu aşmış durumda. Tüm bu süreç boyunca salgının seyri konusunda olduğu gibi, salgınla mücadele kapsamındaki konularda da “iyi” haberler ve “kötü” haberler birbirini takip etti. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce ekibin yoğunlaştığı aşı geliştirme çalışmalarında “sona yaklaşıldığı” da konuşuldu, aşı geliştirilse bile bunun fazla “işe yaramayabileceği” de. Hangi kısıtlamaların getirileceği, sokağa çıkma yasaklarının ne kadar süreceği, kısıtlamaların kapsamının ne olacağı, yasal ya da istatistiksel statüsü ne olursa olsun bilfiil işsiz kalan milyonların geçimi için sosyal yardım yapılıp yapılmayacağı, çalışmak zorunda olan sektörlerin çalışanlarının sağlık açısından çalışma şartlarının nasıl düzenleneceği, başta toplu ulaşım ve eğitim gibi alanlar olmak üzere kent yaşamının işleyişindeki değişiklikler gibi sorunlar tüm bu süreçte emekçilerin de gündeminde oldu.
Son haftalarda ise salgının yeni bir atak yapmakta olduğuna dair veriler ön plana çıkmakta. Çeşitli ülkeler salgında yeni yükseliş dalgasını gerekçe göstererek kısmi ve yerel kapatma ve kısıtlamalara gitme eğiliminde görünüyorlar. Ne var ki salgının ilk döneminde eve kapatılan emekçi kitlelerin öfkesini sınırlandırmak ya da yatıştırmak için verilen maddi yardımların bir daha devreye sokulması ya da aynı ölçüde sürdürülmesi artık sermaye hükümetleri için pek uygun görülmemekte. İş sermayeye kaynak aktarmaya geldiğinde trilyonları boca ederek bonkörlükte sınır tanımayan burjuva hükümetler, işçi sınıfı söz konusu olduğunda sadece gaz almaya yeteceğini düşündükleri kadar kaynak ayırmaya razı gelmekteler.
Sağlık ve sınıfsal durum
Salgının ilk dönemlerinden itibaren yaptığımız değerlendirmelerde bunun egemen burjuvazi tarafından işçi sınıfına dönük yeni saldırıların bir aracı ya da örtüsü olarak kullanılacağını ve kullanıldığını vurguluyoruz. Karşı karşıya olduğumuz şey bir sağlık sorunundan ibaret değildir. Tüm kesimleriyle burjuvazi de bunu böyle görmekte ve buna göre hareket etmektedir. Sorun politik ve sınıfsal bir sorundur. Burjuva devletlerin şimdiye dek yürüttükleri genel sağlık politikaları bu konuda kendi başına zaten çok şey anlatıyorsa da, salgın bağlamında yaşananlar bunu tüy dikercesine berraklaştırmıştır. Bugünlerde Sağlık Bakanının yaptığı açıklamada “devletin halkın sağlığı kadar ulusal çıkarları da koruduğunu” söylemesi veri gizleme konusunda yapmak zorunda kaldığı itirafın doğal bir devamıydı ve tam da konunun sağlıktan ibaret olmadığının özel bir bağlamda tescillenmesi anlamına geliyordu.
Sağlık Bakanının halk sağlığı konusundaki defolu politikanın gerekçesi olarak sunduğu ve “ulusal çıkarlar” dediği şeyin ne olduğu burjuva medyada pek sorgulanmadı. Bakan burjuvazinin ya da onun belli kesimlerinin çıkarlarından bahsediyor ve bunların halkın sağlığından daha önemli olduğunu ima ediyordu. İzledikleri politikaların yol açtığı yükselen hastalık ve ölüm sayılarının gizlenmesinin belirli sermaye kesimlerinin çıkarına olduğu açıktır. İzledikleri politikalar emekçi kitlelerin sağlığını korumakta açıkça yetersiz olduğundan, salgın konusunda durumun gösterilenden çok daha kötü olduğunun öncelikle onlar tarafından görülmesini istememektedirler. Aslında emekçilerin büyük bölümü de kendi yaşamlarının pratik akışı içinde bunu görmekte ya da sezinlemektedir. Bunun hoşnutsuzluğu arttırdığı, yürürlükteki olağanüstü rejimin toplumsal dayanakları açısından rejim sahiplerini sıkıntıya soktuğu da açıktır. Ancak Goebbels prensibini izleyerek yalan ve inkârda ısrar etmenin rejimin bekası için elzem olduğunu düşünüyorlar.
Sağlık Bakanının “ulusal çıkarlar”ının emekçilerin çıkarlarına ve sağlıklarına zıt çıkarlar olduğu aşikâr olmasına aşikârdır, ama bu söylemin bir yönü daha bulunuyor. Sağlık Bakanı ülkedeki rejimin uluslararası plandaki imajını korumaya çalıştıklarını da ima ediyor bu söylemle. Yani sadece içeriyi değil dışarıyı da kandırmak için çaba harcamalarının kendi burjuva çıkarları açısından zaruri olduğunu söylüyor. Tabii ayıplarının ortaya çıkması onları hayli güç durumda bırakmıştır. Şimdi DSÖ başta olmak üzere uluslararası kurumlar açıklama bekliyorlar. Ama İngiltere gibi açıklamayı beklemeden bu sahtekârlığa binaen derhal Türkiye’yle ilgili seyahat koşullarına tedbirler getiren ülkeler var. Öncesinde zaten turizm bağlamında Almanya Türkiye’nin resmi verilerine güvenmediğini belirterek benzer seyahat kısıtlayıcı önlemler almış ve döviz girişine susamış olan rejimi bu cephede fena halde vurmuştu.
Rejimin, sayılar gerçekte olduğu kadar büyük açıklanırsa, bunun gereği olarak daha kapsamlı tedbirler almak üzere basınç altına gireceğini, bunun ekonomik hayatın işleyişinde daha fazla kopukluklara ya da daha fazla “masraf” anlamına gelen düzenlemelere yol açabileceğini görmek zor değildir. Çalışma şartlarının salgın bağlamında işçi sağlığı ve güvenliğine uygun olarak yeniden düzenlenmesinin sermayenin hemen hiçbir kesimi tarafından hoş karşılanmayacağını bilmek için uzman olmaya gerek yoktur. Aynı şeylerin ulaşım ve eğitim gibi geniş emekçi kitleleri doğrudan ilgilendiren diğer bazı hayati alanlarda da uygulanması gerekliliğini düşündüğümüzde bunun “büyük masraf” olacağı malûmdur. Ama sermayenin ve devletin çıkarlarına hiç de uygun olmayan bu önlemler işçi sınıfının ve genel olarak emekçilerin çıkarınadır!
Farklı toplumsal sınıfların salgındaki deneyimlerinin farklılığına dair Türkiye’de gündelik hayattan birkaç kesit vermek tablonun net anlaşılmasına yardımcı olur. Emekçiler açık biçimde temaslı durumuna gelip de sağlık kuruluşlarına test talebiyle gittiklerinde yüz geri edilip evlerine yollanıyorlar. Elbette cebinizden para ödemeye hazırsanız kendiniz ve yakınlarınız için özel hastanelerde test yaptırabilirsiniz. Ancak bu durumda bile pozitif çıkmanız halinde tedavi alacağınızın garantisi yok, çünkü semptom gösteren birçok kişiye bile test ve tedavi uygulanmıyor. Devlet yükü olabildiğince kendi üzerinden atıp emekçileri kendi kaderleriyle baş başa bırakmaya çalışmaktadır. Ama diğer yandan zenginlerin ve güç sahiplerinin çok sık biçimde düzenli olarak test yaptırdıkları da görülüyor. “Gösteri toplumu” çağında birçoğu sosyal medya hesaplarından bunları duyurmaktan özel bir haz duyuyorlar. Üstelik bu sağlık çalışanları gibi doğrudan risk altındaki emekçiler için bile düzenli testler yapılmazken gerçekleşiyor.
Salgın tümüyle sınıfsal çizgiler üzerinden bir seyir izliyor. Düzenli test ve yaygın tarama konusundaki sınıfsal tercihlerin bir yansıması olarak, (bozuk verilerle bile) örneğin İstanbul’da özellikle yoksul emekçi bölgelerinin salgından daha çok etkilendiği görülüyor. Ama bu sınıfsallık sadece Türkiye’ye ya da İstanbul’a özgü değil, tüm dünyada görülüyor. Daha salgının ilk aylarında birçok haber ve değerlendirmede salgından en çok etkilenenlerin çarpıtılmış biçimde siyahlar, göçmenler vb. olduğu söylenmişti. Oysa etkilenmenin sebebi deri rengi ya da göçmenlik değil esas olarak yoksulluk ve sınıfsal durum idi. Siyahlar ve göçmenler işçi sınıfının görece daha yoksul kesimlerini oluşturdukları için salgından daha fazla etkileniyorlar.
Bu ve daha nice olgu zaman zaman dile getirilen ve egemenler tarafından ezilen yoksul emekçileri yatıştırmak için kullanılan salgının sınıf ayrımı yapmadığı şeklindeki propagandanın bir yalan olduğunu ortaya koyuyor. Bugün dünyayı kasıp kavuran Covid-19 hastalığına yol açan Sars-CoV-2 virüsünün kısmen çocuklar dışında yetişkin insanlar arasında biyolojik bakımdan kimseye torpil geçmediği doğrudur. Ama hastalıktan kaçınma, korunma imkânları bakımından olsun, hastalanıldığında yararlanılan tedavi imkânları bakımından olsun büyük sınıfsal farklılıklar olduğu aşikârdır. Bir virüs olarak Sars-CoV-2’nin toplumsal sınıflar hakkında bilgi sahibi olmadığını söyleyebilirsek de Covid-19 sınıfsal farklılıklar konusunda gayet nettir.
Sermayenin saldırıları
Salgının ve salgınla mücadelenin burjuva devletler ve sermaye kesimleri arasında hegemonya mücadelesinin bir parçası olduğunu Marksist Tutum’daki çeşitli değerlendirmelerde birçok kez vurgulamıştık. Yani salgın ve dolayısıyla sağlık bu bağlamda da politik bir meseledir. Kapitalizm, tarihinde emsali görülmemiş bir kriz ve tıkanıklık içinde. Tarihsel sistem krizi dediğimiz bu kriz kaçınılmaz olarak düzenin hâkim sınıfı olan burjuvazi içinde küresel düzeyde farklılaşan eğilim ve tutumları beraberinde getiriyor.
Böylesine derin bir kriz altında böylesi düzeyde farklılaşmaların elbette kaçınılmaz olarak salgın konusunda devletlerin izledikleri politikalara yansıdığını söyleyebiliriz. Covid-19’un yeni bir hastalık olmasının ve bilinmeyen birçok yönünün zaman ilerledikçe, yeni araştırmalar yapıldıkça ortaya çıkmasının rolü olabilirse de, çeşitli devletlerin izledikleri politikalarda bir bütünlük bulunmamasının, sıkça değişiklikler, yalpalamalar, terse dönüşler görülmesinin sebeplerinden birisinin sermaye içi çekişmeler olduğunu kabul etmek akla uygundur. Bir uçta tam kapanmanın savunulması, diğer uçta virüsün yayılımına tam serbestlik vermenin (sürü bağışıklığı) savunulmasına dek geniş bir yelpazeye yayılan salgın politikaları, sonuçta farklı sektörlerdeki sermaye gruplarının çıkarlarına uygun düşmektedir. Burada sadece dar anlamda kâr elde etme bakımından çıkarlara uygunluk söz konusu değildir. Daha geniş bir perspektifte kapitalizmin geleceği bağlamında farklılaşan çıkarlar, derin krize çare arayışları bağlamında farklılaşmalar söz konusudur. Bazı sektörlerin zararına hatta çökmesine kadar varacak düzenlemeler bir yanda, bazı sektörlerin abat olması ve kapitalizmi güya krizden çıkararak onu yeniden formatlayacak (“Büyük Reset”) bir vizyon öte tarafta… (bkz. Levent Toprak, “Büyük Reset”, marksist.net)
Ancak, her ne kadar sermayenin farklı kesimleri arasında salgın üzerinden küresel ölçekte bir mücadele yürümekteyse de işçi sınıfına ve yoksullara dönük sonuçlar bakımından son onyılların politikalarından dişe dokunur bir farklılaşma yaşanmamıştır. Emekçilere şu ya da bu ölçüde doğrudan ve dolaylı gelir desteği yapılması kendi başına büyük bir farklılık değildir. Bugüne kadarki salgın süreci boyunca tüm dünyada sermayenin işçi sınıfına ciddi saldırıları oldu ve işçi sınıfı kazanılmış haklarından yeni ve önemli kayıplar verdi. Her şeyden önce işçi sınıfının ciddi bir bölümü işsizler ordusunun saflarına fırlatılmış bulunuyor. Çeşitli ülkelerde pandemi sürecinde devlet destekleri gündeme getirilse de bunların çoğunda sağlanan gelir desteği (ve diğer destekleme biçimleri) işçilerin önceki durumlarına göre ciddi bir yoksullaşma yaşaması anlamına geliyor. Öncelikle belirtmek gerekirse işçi sınıfının en temel iki meselesi olan işsizlik ve yoksullukta ağır darbeler alınmıştır. Hatta Türkiye’de iktidarın şeytana pabucunu ters giydirir cinsten yaptığı düzenlemeyle işçilerin işsizlik sigortası alma hakkı bile ellerinden alınmıştır denebilir. “İşten atmayı yasaklama” gibi kâğıt üstünde göz boyayıcı bir formülle işçiler işsizlik maaşından çok daha az bir paraya mahkûm edilerek işsiz hale getirilmişlerdir. Son yapılan bir araştırma halkın yaklaşık yüzde 70’inin pandemi sürecinde gelir kaybına uğradığını gösteriyor. Ücretsiz izin adı altında günde 39 lira parayla sefalete mahkûm edilenlerin sayısı 2 milyon kişiyi aşmış ve her 4 haneden biri gıda harcamasını bile kısmak zorunda kalmıştır.
Bunların yanı sıra yine önemli bir alan olarak esnek çalışma biçimleri sıçramalı biçimde yaygınlaştırılmıştır. Bu hem uzaktan çalışma gibi biçimlerin yaygınlaştırılması şeklinde hem de çıkarılmak istenen son düzenlemede olduğu gibi belirli süreli iş sözleşmelerinin 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanlara özel biçimde uygulanmasını mümkün kılan düzenlemelerle gerçekleştirilmektedir. Böylece dolaylı yoldan emeklilik ve kıdem tazminatı haklarına yeni darbeler vurulacaktır. Bu çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması doğrudan doğruya ilk kalemde saydığımız işsizlik ve yoksullaşma sorunlarını daha da derinleştirmektedir. Çalışanlar bu çalışma biçimlerinde çok büyük oranda daha az ücretlerle çalıştırılacaklar ve bu çerçevede gerçekleştirilmekte olan “yeniden yapılanmalarla” birçok işçi işsizler ordusu saflarına savrulacaktır.
Küresel ölçekte bilinen dev şirketlerin “yeniden yapılanmasına”, on binlerce kişiyi işten çıkarma planlarına dair haberler hemen her gün yazılı ve görsel basında yer alıyor. Covid-19 öncesinde de basında yer alan bu tür haberler zaten genel bir eğilimi yeterince sergiliyordu. Ama Covid-19 ile birlikte, bu şirketlere pompalanan devasa fonlara rağmen, işten atmalar hız kesmek bir yana daha da artarak, haberler de sıklaşarak sürüyor. Bunları uzun boylu sayıp dökmeye sıralamaya gerek yok, eğilimi görmek, eğilimin daha da güç kazandığını anlamak yeterli. Yine de en güncel birkaç örneği vermeden geçmeyelim. ABD’de eğlence sektörü devi Disney ve sigorta devi Allstate ile iki büyük havayolu şirketi önümüzdeki günlerde toplamda 60 bin kişinin işine son verileceğini açıkladı. Almanya’da otomobil şirketleri 100 bine yakın işçi atma niyetinde olduklarını duyuruyorlar vb.
Öte yandan büyük şirketler, hele de küresel düzeyde isim yapmış olanlar söz konusu olunca bunlar haberlere daha çok yansıyor olsa da, diğer şirketler ve dahası küçük işletmeler bu eğilimleri ete kemiğe bürümekte geride kalıyor değiller. Hatta aksine, yeni durumun özgünlükleri temelinde doğan sektörel farklılıklar bir yana, genel olarak küçüklerde işçi kıyımının daha vahim boyutlara ulaştığı söylenebilir. Bugün dünya çapında on milyonlarca çalışan işsiz kalmış durumdadır. Bunların bir bölümünün aldığı destekler ya sona ermiş durumda ya da ermek üzeredir. Bu ödemelerin uzatılması sancılı burjuva parlamento süreçlerine konu olmaktadır. Örneğin ABD’de şimdilerde hem sona ermiş olan doğrudan gelir ödemesinin uzatılması konusu hem de diğer bazı ekonomik koruma tedbirlerinin akıbeti gündemdedir. Söz gelimi şu günlerde on milyonlarca insan elektrik, su ve doğalgaz faturalarını ödeyemedikleri gerekçesiyle bu hizmetlerden mahrum kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır, zira ödenmeyen fatura gerekçesiyle bağlantı kesme işlemlerine getirilen geçici yasak 21 eyalet dışında sona ermiş bulunuyor vb…
Sermayeye dev kaynakları aktarmakta Hızır gibi hızlı davranan parlamento ve hükümetler emekçilere sıra geldiğinde nazlanmakta, bir şeyler verdiklerinde de bunu dirhemle yapmakta, yanında da işçi sınıfından yeni haklar gasp etmektedirler. Bunun için de gözden kaçmış bir örnek verelim. Trump Temmuz ayında kaşla göz arasında işyeri sendika temsilcilerinin 70 yıldır yürürlükte olan yasal güvencelerini ortadan kaldıran bir düzenlemeyi imzalamıştır. Bunun gibi nice hak gaspı Covid-19 salgını vaveylası altında işçi sınıfının kayıp hanesine yazılmaktadır. ABD’den verdiğimiz bu son örnek demokratik hakların gaspı kapsamına girmektedir. Salgın sürecinde tüm dünyada uygulanan sokağa çıkma yasakları ya da toplantı yasakları/kısıtları demokratik protesto hakkının gaspı anlamına gelmektedir. Bunun keyfi olarak kullanılışının birçok örneğini bizzat Türkiye’de yaşıyoruz. En son örnekte İçişleri Bakanlığı bir genelgeyle 1 Aralığa kadar tüm toplantıları (parti kongreleri hariç) yasaklamış bulunuyor. Ama elbette buna gelinceye kadar bu tür yasaklamalar sayısız örnekte hep işçi sınıfına, demokratik muhalefete, Kürt halkına, kadın hareketine ve diğer ezilen toplum kesimlerine karşı tümüyle keyfi biçimde kullanılmış bulunuyor.
Salgının yeni bir tırmanış eğilimi gösterdiği bugünler aynı zamanda okulların açılışıyla da gündemde ve bu alanda da sınıfsal ayrımların bariz görünümleri her gün emekçilerin önüne çıkmaktadır. Zenginlerin çocukları her türlü formuyla özel eğitim olanaklarıyla (özel okul, kurs, özel ders vb.) ödüllendirilip öğrenim süreçlerini kesintiye uğramadan sürdürürlerken, emekçilerin çocukları, başladığı an çöken sözde uzaktan eğitim sistemiyle eğitimin dışına düşürülmüş durumdadırlar. Açıkça Türkiye’de gelinen son nokta tam bir çöküş tablosudur. Öğrenciler ne okula gidebilmekte ne de sözde uzaktan eğitimden yararlanabilmektedirler. Büyük şişinmeyle ortaya sürdükleri düzenlemeler çökmüş, üstüne de pişkin pişkin bunun güzel bir şey olduğu söylenmiştir. Bu kadarına ancak sıvama denilebilir doğrusu.
Fakat uzaktan eğitim konusu çok daha uzun vadeli olarak emekçilerin aleyhine gelişmeleri içermektedir. Pedagoji bilimi uzaktan eğitim yönteminin yüz yüze eğitimin yerini tutamayacağını birçok çalışmayla ortaya koymuştur. Bir sosyal varlık olarak insanın temel eğitim ve öğrenme süreçleri doğası gereği sosyaldir. Canlı bir iletişim ve etkileşimi zorunlu kılar. Ama sermaye için eğitim-öğretimin emekçi kitlelerin bütünsel-beşeri anlamda insan vasfının yükseltilmesi anlamına gelmediği, bunun yerine iş süreçlerinde gerekli olan teknik ve davranışsal becerilerin geliştirilmesi demek olduğu düşünüldüğünde uzaktan eğitim yerli yerine oturmaktadır. Bununla sermaye kendi devletinin sırtına yük olarak gördüğü eğitim harcamalarını da kısacak ve doğacak ek kaynakları kendi çıkarları doğrultusunda başka alanlarda değerlendirebilecektir. Harcamaları kısmanın en önemli ayağı elbette eğitim emekçilerinin sayısının büyük oranda azaltılmasıdır. Öte yandan okul saatlerinde evde kalacak çocukların bakımıyla ilgilenmek emekçiler için bir başka külfettir. En ideal durumda olsa olsa yararlı bir tamamlayıcı eğitim-öğretim aracı olabilecek uzaktan eğitim araçları, işçi sınıfı ve emekçiler açısından bir saldırı ve kayıp anlamına gelmektedir. Oysa aynı işyerleri için olduğu gibi eğitim alanlarında da gerekli sağlık önlemlerinin alınarak olanakların genişletilmesi pekâlâ mümkündür. Ama sermaye devletine sorarsanız, sermayenin kursağını doldururken her nasılsa var olan kaynaklar, sağlıkta ve diğer başka alanlardaki gibi burada da yoktur!
Aslolan mücadeledir
Etkili bir aşının 2021’in ortalarından önce kitlesel düzeyde uygulamaya geçmesinin mümkün görünmediği şu günlerde gelen veriler de yaz döneminde yaşanan göreli rahatlamanın ardından kış döneminde emekçileri tüm dünyada daha zorlu günlerin beklediğini gösteriyor. Krizin ilerlediği aylar boyunca devletler tarafından sermayenin kursağına akıtılan trilyonlarca dolarlık kaynak (son duruma göre 20 trilyon dolar) işçi sınıfı açısından işsizliğin azalması, yoksullaşmanın göreli telafisi, çalışma ve yaşam koşullarında iyileşme ya da demokratik haklar yönünden hiçbir olumlu sonuç doğurmamış olduğu gibi, krizin aşılması doğrultusunda dişe dokunur bir gösterge de ortaya çıkmış değildir. Akıtılan kaynakların çok küçük bir kısmı üretim ve yeni yatırımlara gitmiş, büyük bölümü ise yine borsa ve finans oyunları alanına sürülmüştür. Bir yandan artacak olan iflasların diğer taraftan yeni teknolojilerin daha geniş ölçekte devreye sokulmasının doğuracağı yeni işsizlik dalgasına sistemin sunabildiği hiçbir çözüm görünmemektedir. Dahası işçi sınıfının mücadelesi açısından koşullar cephesinde de olumsuz bir gidiş olmuştur. Sınıf bir yandan salgın korkusuyla afallatılmış bir yandan da salgın bahanesiyle arttırılan baskılarla daha dağınık ve örgütsüz hale getirilmiştir. Sendikalar daha işbirlikçi, daha uzlaşmacı bir çizgiye çekilmiş, sinmişlerdir.
Türkiye’de ise dünya ortalamasından da ağır şartlar sırada duruyor. Rejimin yürüttüğü maceracı dış politikalar ve belli bir sermaye fraksiyonunun kör talancılığına dayalı ekonomi politikalarıyla katmerli biçimde ağırlaşan ekonomik şartların bedelinin işçi sınıfına ve genel olarak emekçi kitlelerin sırtına yüklenmeye çalışılacağına şüphe yoktur. Yazı içinde örneklemeye çalıştığımız saldırıların sona ereceğini düşünmek için hiçbir neden yoktur. Aksine içte ekonomide ve dışta artan siyasi gerilimlerle sıkışıklığı artan rejimin saldırganlığının daha da artacağını düşünmek için yeterince neden vardır. Grev ve toplu sözleşmenin hepten gündem dışına çıkarıldığı bu süreçte, örneğin bakanın açıkladığı YEP (Yeni Ekonomik Program) çerçevesinde 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanların emeklilik ve kıdem haklarının gasp edilmesi anlamına gelen esnekleştirme hamlesinin devamının da getirilmesi mümkündür.
Ancak bir de madalyonun öbür yüzü var. Başta ABD gibi ülkeler olmak üzere krizin yarattığı derinleşen sorunlar işçi sınıfı cephesindeki afallamanın aşılmaya başlandığına dair belirtilerin ortaya çıkmasını da getiriyor beraberinde. Salgın öncesinde zaten bir hareketlenme eğiliminde olan sınıf mücadeleleri, salgın darbesinin ardından toz duman yatışmaya başladıkça sorunların daha da katmerlenmiş olduğu yeni bir düzlemde elbette mücadeleye kaldıkları yerden devam etmeye yöneleceklerdir. Açlık ve işsizlikten ölmenin bir seçenek olamayacağı ve kapitalizmin tıknefesliği daha belirgin hal almaktayken ilerleyen dönemde çok daha fazla sınıf mücadeleleri, isyanlar göreceğimiz kesindir. Trump’ın paramiliter faşist çetelerinin son dönemlerdeki cinayetleri ve artan görünürlükleri esasen bu gerçeğin egemenler tarafından görüldüğünün bir ifadesidir. Diğer uçta Büyük Resetçilerin sisteme kapsamlı bir format atmanın gerekliliğini ortaya atmalarının ve bu yönde bastırmalarının sebebi de budur. Üstelik onlar bunu açıkça belirtmekten geri de durmuyorlar.
Salgının emekçiler için hem sağlık bakımından hem de çalışma ve yaşam koşulları bakımından temel bir gündem maddesi olmayı sürdüreceği açıktır. Başta belirttiğimiz gibi şimdilerde salgının ilerleyişi içinde yeni bir aşamaya gelinmiş bulunuyor. Bu yeni dönemde de ilk dönemlerde yaptığımız genel değerlendirme ve tespitler geçerliliğini korumaktadır. Yürütülecek mücadelede düzenin salgın bahanesinin arkasına saklanarak başlattığı saldırıların gerçek niteliğini ortaya koyarak boşa çıkartacak taleplerin sınıfın olabildiğince geniş kesimlerine mal edilmesi çabası büyük önem taşımaktadır. Covid-19’un şimdiye kadarki seyrinin ortaya koyduğu temel gerçeklerden biri, tümüyle sermayenin eline kalmış haliyle kapitalist sağlık sisteminin ve politikalarının yıkıcılığının teşhir olmasıdır. Mevcut derin sistem krizi koşullarında, işyerlerinde belirli bir anda bulunan çalışan sayısının mümkün olduğunca seyreltilerek çalışmanın tüm çalışabilir nüfusa yayılması, toplu ulaşım kapasitesinin arttırılması, ücret ve hak kayıplarının olmaması, yeterli sıklık ve kalitede sağlık kontrollerinin yapılması, işyerlerinde yeterli sağlık önlemlerinin alınması ve işçi örgütlülükleri tarafından denetlenmesi gibi basit ve temel hususlar bile sistemin temellerinin sorgulanmasına kadar varabilecek potansiyeller barındırmaktadır. Mücadelede en az bu tür talepler kadar önemli olan, hatta belki bunlardan da önemli olan nokta salgının bir korku sopası olarak kullanılmasına karşı uyanık olmaktır. Gerekli aklıselim önlemleri almaktan geri durmaksızın izolasyon baskısına direnmek, örgütlü duruşu ilerletmek, salgın umacısına yenik düşmemek, bu zokayı yutmamak kilit önemdedir.
link: Levent Toprak, Salgın Sürecinde Yeni Dönem ve Sermaye Saldırıları, 12 Ekim 2020, https://marksist.net/node/7049
Sisyphus’un Cezası ve Kurtuluşun Esas Yolu
Pandemide Eğitim: Eşitsizlik ve Çelişkiler Derinleşiyor